FULL JOURNAL | |
1. | TBHEB 2021-3 Vol 78 Full Printed Journal Utku ERCÖMERT doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.54533 Pages 234 - 399 Abstract |Full Text PDF |
RESEARCH ARTICLE | |
2. | The social effects of COVID-19 pandemic Kemal Ataman, Veysel Bozkurt, Erol Göka, Mustafa Necmi İLHAN, NURAN YILDIRIM, Esra Çiftçi, Ufuk Liman, Berkay Vuran doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.83357 Pages 235 - 248 GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Ülkemizdeki COVID-19 küresel salgını sürecinde kişilerin algı, tutum ve davranışlarını ölçmek; salgına yönelik toplumsal eğilimleri incelemek ve bulgulardan hareketle politika yapıcılar için öneriler geliştirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Yöntem: Araştırmanın evreni Türkiye genelinde sağlık hizmeti alan vatandaşlardan oluşmaktadır. Basit rastgele örnekleme yöntemi kullanılarak örneklem büyüklüğü 4.275 olarak belirlenmiştir. Bilgisayar destekli telefon anketi (CATI-Computer Assisted Telephone Interviewing) yöntemiyle rastgele olarak seçilen vatandaşlara anket uygulanmıştır. BULGULAR: Bulgular: Anketi cevaplayanların %40'ı ölüm kaygım arttı, %51'i virüs kapma kaygım arttı ve %79'u da sevdiklerimi kaybetme kaygım arttı cevabını vermiştir. Güçlü sosyal bağlar, insanların kaygılarının giderilmesinde etkili bir faktördür. Anketi cevaplayanların %66'sı “Gelecekte maddi açıdan temel ihtiyaçlarımı karşılayamama korkusu yaşıyorum”, %58'i de salgın sonrasında gelirim azaldı yanıtı vermiş; sadece %14,80'i insanları genelde güvenilir bulduğunu ifade etmiştir. Yaş, gelir ve eğitim düzeyi geriledikçe güven de gerilemektedir. “COVID-19 küresel salgınını büyük güçlerin komplosu” olarak görenlerin oranı %56,5'tir. %27'si “COVID-19 küresel salgın sonrası çevremde sözel şiddet arttı”, %17'si "COVID-19 küresel salgın sonrası çevremde fiziksel şiddet arttı" cevabını vermiştir. Buna karşılık %11'i bu dönemde kendilerine yönelik sözel şiddet, %4'ü ise kendilerine yönelik fiziksel şiddetin arttığını ifade etmişlerdir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Salgının süresi uzadıkça toplumda varoluşsal kaygıların arttığı görülmüştür. Geçen süre içinde insanlar yorulmuşlardır. Bazılarında bıkkınlık, umursamazlık ve inkâr artmış; ne olacaksa bir an önce olsun ve şu belirsizlikten kurtulayım ruh hali hissedilmeye başlanmıştır. Görece güçlü toplumsal bağları (güven düzeyi yüksek) olanlar ve devlet kurumlarına güvenenler salgının getirdiği belirsizlik ve kaygı ile daha kolay başa çıkmaktadır. Devletin izleyeceği sosyal politikalar, toplumun ekonomik ve psiko-sosyal sorunlarının azaltılmasında hayati önem taşımaktadır. INTRODUCTION: The purpose of this study is to measure people's perceptions, attitudes, and behavior regarding the New Coronavirus Pandemic and the process itself in our country, to examine social tendencies towards the pandemic, and to develop recommendations for policymakers based on the findings. METHODS: According to the survey, 40 percent of the participants said their anxiety about death and dying has increased. In comparison, 51 percent reported that their anxiety about getting the virus has increased, and 79 percent stated that their anxiety about losing their loved ones has increased. Especially the existential anxiety of women, those in the lowest income group working in jobs that require close contact, is much higher than men. Strong social ties are an influential factor in alleviating people's anxiety. RESULTS: Sixty-six percent of the respondents stated they feared that they will not be able to meet their basic needs in the future, and 58 percent reported that their income has decreased after the pandemic; only 14.80 percent stated that they find people to be generally trustworthy. As the variables of age, income, and education level decrease, so does trust. The findings reveal that the level of trust is lower among women than men. The percentage of those who see coronavirus as "a conspiracy of the great powers" is 56.5 percent in Turkey. Twenty-seven percent of the respondents reported that verbal violence, and 17 percent said physical violence has increased around them after the coronavirus. On the other hand, 11 percent stated that verbal violence, while 4 percent stated that physical violence against them has increased during the same period. DISCUSSION AND CONCLUSION: This research shows that existential anxiety in society increases as the duration of the pandemic increases. Over time the people have become tired. The pandemic has triggered some negative attitudes such as indifference, weariness, and denial, resulting in developing a type of come-what-may mood in some people. Those who have relatively strong social ties (high level of trust) and those who rely on state institutions cope more easily with the uncertainty and anxiety posed by the pandemic. Social policies to be followed by the state are of vital importance to reduce the economic and psycho-social problems of the society." |
3. | Brucella Coombs gel test: Can it replace other serological methods as a rapid test in serological diagnosis of brucellosis? Begüm Nalça Erdin, Mehmet Parlak, Ayşe Güven Aydınlı, Feyza Demir doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.83584 Pages 249 - 254 GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada brusellozun serolojik tanısında kullanılan Standart tüp aglütinasyon testi (STA), Coombs anti-Brucella testi (CAB) ve Brucellacapt testi (CAPT) ile Brucella Coombs jel testinin (BCGT) sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: 180 kan örneği çalışmaya dâhil edilmiş ve eş zamanlı olarak STA, CAB, CAPT ve BCGT çalışılmıştır. Testlerin sonuçları tanısal performans ve kappa uyumu açısından değerlendirilmiştir. BULGULAR: Testler tanısal performans açısından brusellozun serolojik tanısında referans bir yöntem olan CAB testiyle karşılaştırıldığında, en yüksek duyarlılık (% 98,1) ve doğruluk (%98,9) BCGT testinde bulunmuştur. Testler Kappa analizi ile değerlendirilip yöntemler arası uyuma bakıldığında, yine BCGT’nin en yüksek değere (0.796) ve CAB ile önemli derecede uyuma sahip olduğu görülmüştür. TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, CAB ile karşılaştırıldığında, testler arasında BCGT’nin en yüksek duyarlılık ve doğruluğu gösterdiği, ve CAB ile istatistiksel olarak anlamlı ve önemli düzeyde bir uyuma sahip olduğu görülmüştür. Ayrıca, test sonuçları için sürenin kısalması ve deneyimli personele duyulan ihtiyacı ortadan kaldırılması, bu testi diğer yöntemlerden üstün kılmaktadır. Her ne kadar BCGT, brusellozun serolojik tanısında diğer testlerin yerini alabilecek gibi görünse de, kültür ile doğrulanmış vaka ve kontrolleri içeren kapsamlı bir çalışma ile BCGT’nin duyarlılığı ve özgüllüğü ortaya konmalıdır. INTRODUCTION: The aim of the study was to compare the results of Brucella Coombs gel test (BCGT) with Standart tube agglutination test (STA), Coombs anti-Brucella test (CAB), Brucellacapt test (CAPT) for the serological diagnosis of brucellosis METHODS: A total of 180 blood samples, were included in the study and were simultaneously tested with STA, CAB, CAPT and BCGT. Results of the tests were evaluated in terms of diagnostic performance and Kappa coefficient. RESULTS: When the tests were compared to CAB test, which is a reference method in the serological diagnosis of the brucellosis, in terms of diagnostic performance; the highest sensitivity (98.1%) and accuracy (98.9%) was found with BCGT. When tests were evaluated in terms of Kappa coefficient, BCGT had the highest value (0.796) and substantial agreement with CAB. DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, when compared with CAB, BCGT showed substantial agreement and highest sensitivity and accuracy. In addition, reduction of the period for test results and elimination of the need for experienced staff makes this test superior to other methods. Although BCGT seems to replace other tests in the serological diagnosis of brucellosis, its sensitivity and specificity should be put forward in culture-confirmed cases and controls with a comprehensive study. |
4. | The relationship of hand washing habits with aerobic microorganism load on hand Yasemin Oz, Nilgun Kasifoglu, Tuğçe Nur Öztürk, Betül Karadeniz, Ahmet ishak Özdemir, Berk Palazoğlu, Betül Fatma Karal, Mohammed v. Sheriff doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.14892 Pages 255 - 264 GİRİŞ ve AMAÇ: El yıkama, sağlık bakımı ilişkili enfeksiyonların engellenmesinde en basit üniversal yöntem olmasının yanı sıra, genel halk sağlığının korunması ve geliştirilmesi açısından da son derece önemlidir. Bu çalışmada sağlık personeli ve sağlık personeli olmayan katılımcıların el yıkama alışkanlıklarının ve ellerinde bulunan mikroorganizma yoğunluğunun araştırılması ve böylece el hijyeni açısından farkındalık oluşturulması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma grubu, 18 yaşından büyük hasta ve yakınları, sağlık personelleri ve tıp fakültesi öğrencilerinden oluşmuştur. Tüm katılımcılara kişisel özellikleri ve el yıkama alışkanlıklarına dair 17 sorudan oluşan bir anket uygulanmıştır. Katılımcıların baskın olarak kullandıkları ellerinin dört farklı bölgesinden, 1 cm²’lik alanlardan steril eküvyonla sürüntü örnekleri alınmış, kanlı agar plaklarına inoküle edilerek, 35°C’de 48 saatlik inkübasyonun ardından değerlendirilmiştir. BULGULAR: Yetmiş yedi hasta/hasta yakını, 85 sağlık personeli ve 32 tıp fakültesi öğrencisi olmak üzere toplam 194 katılımcıya ulaşılmıştır. Katılımcıların 135’i kadınlardan, 59’u erkeklerden oluşmaktaydı. Normal cilt flora üyesi bakteriler (koagülaz negatif stafilokoklar, viridans streptokoklar, korineform bakteriler, mikrokoklar), örneklerin hemen tamamından izole edildi ve 53 katılımcıda 100 CFU’dan fazla bakteri yükü saptandı. Katılımcıların 59’undan (%30.4) normal cilt florasında yer almayan mikroorganizmalar (Gram negatif enterik bakteriler, Bacillus spp, Pseudomonas spp, Enterococcus spp, Staphylococcus aureus, küf ve maya mantarları) izole edilmiştir. Bunların oranı hasta/hasta yakınlarında %23, sağlık personellerinde %33 ve öğrencilerde %41 olarak hesaplandı (p>0.05). Kadınlar erkeklerden, 40-49 yaş grubu 60 yaş üstü katılımcılardan ve yoğun bakım personelleri hasta/hasta yakını ve yoğun bakım dışı sağlık personeli katılımcılardan anlamlı oranda daha düşük bakteri yüküne sahipti. Katılımcıların bazı el yıkama alışkanlıkları puanlandırılarak değerlendirilmiştir; yemekten önce 2, yemekten sonra 1, tuvalet öncesi 1, tuvalet sonrası 2, para temasından sonra 2, dışarıdan eve girince 2 puan. El yıkama puanı arttıkça, ellerdeki bakteri yükü azalmakla birlikte, istatistiksel olarak anlamlı değildi. Sigara, tırnak uzatma, sıvı/katı sabun, kâğıt/kumaş havlu, hayvan besleme gibi faktörlerin ellerdeki mikroorganizma yüküne etkisinin olmadığı saptandı. Herhangi bir açık yara/lezyon bulunması, el yıkama sonrası geçen sürenin uzaması ve nemlendirici kullanımı yük artışıyla ilişkili bulundu. TARTIŞMA ve SONUÇ: Toplumda ve özellikle sağlık çalışanları arasında el hijyeninin öneminin anlaşılması, el yıkama pratiklerinin doğru şekilde uygulanması açısından son derece önemlidir. Bu çalışmada, hastane ilişkili bir grup katılımcının el yıkama alışkanlıkları ile birlikte ellerindeki mikroorganizma yükünün gösterilmesiyle el yıkamanın önemi vurgulanmaya çalışılmıştır. INTRODUCTION: Hand washing is not only the simplest universal method to prevent healthcare related infections, it is also very important for the protection and development of general public health. In this study, it was aimed to investigate the hand washing habits and load of microorganisms in the hands of healthcare professionals and non-healthcare participants, so to raise the awareness in terms of hand hygiene. METHODS: The study group consisted of patients and their relatives over 18 years of age, medical staff and medical school students. A questionnaire consisting of 17 questions regarding their personal characteristics and hand washing habits were applied to all participants. Swab samples were taken by sterile swabs from 1 cm2 areas of four different regions of the hands that were predominantly used by the participants, and were inoculated on blood agar plates and evaluated after 48 hours of incubation. RESULTS: A total of 194 participants were reached, including 77 patients/patient relatives, 85 medical staff and 32 medical school students. A hundred and thirty-five of the participants were women and 59 were men. Bacteria that are members of normal skin flora (coagulase negative staphylococci, viridans streptococci, coryneform bacteria, micrococci) were isolated from almost all samples and more than 100 CFU bacterial load was detected in 53 participants. In 59 (30.4%) participants, microorganisms not included in normal skin flora (Gram negative enteric bacteria, Bacillus spp., Pseudomonas spp., Enterococcus spp., Staphylococcus aureus, mold and yeast fungi) were isolated. The proportion of these was calculated as 23% in patient/patient relatives, 33% in medical staff and 41% in students (p> 0.05). Women had a significantly lower bacterial load than men, 40-49 age group had a significantly lower bacterial load than participants over 60, and intensive care unit staff had a significantly lower bacterial load than patient/patient relatives and medical staff other than intensive care unit. Some hand washing habits of the participants were evaluated by scoring; 2 points before eating, 1 after eating, 1 before restroom, 2 after restroom, 2 after money contact, 2 when entering home from outside. As the hand washing score increased, the bacterial load on the hands decreased, but it was not statistically significant. It was observed that factors such as smoking, long nails, liquid/solid soap, paper/fabric towel, having a pet did not affect the microorganism load on the hands. The presence of any wound/lesion, prolonged time after hand washing and use of moisturizer were found associated with increased load. DISCUSSION AND CONCLUSION: Being aware of the importance of hand hygiene in the community and especially among healthcare professionals is extremely important for the correct application of hand washing practices. In this study, it was aimed to emphasize the importance of hand washing by demonstrating the microorganism load on hands with the hand washing habits in a group of hospital related participants. |
5. | Evaluation of the Distribution and Antibiotic Resistance Profiles of Enterococcus Species Isolated from Urine Cultures Melek Bilgin, Selim Görgün, Hacer İşler, Eşe Başbulut doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.54938 Pages 265 - 272 GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Enterokoklar toplum ve hastane kaynaklı enfeksiyonların önemli bir etkenidir. İdrar yolu enfeksiyonları enterokok enfeksiyonlarının en sık rastlanan şeklidir. Enterokoklarda birçok antimikrobiyal ajana karşı doğal ve kazanılmış tipte direnç gözlenmesi bu bakterilerin yol açtığı enfeksiyonların tedavisinde ciddi sorunlara yol açmaktadır. Çalışmamızda, bir yıl içinde idrar örneklerinden izole edilen enterokok izolatlarının çeşitli antibiyotiklere direnç oranlarını belirlenmesi amaçlanmaktadır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarı’na Ocak -Aralık 2018 tarihleri arasında çeşitli servis ve polikliniklerden gönderilen idrar örneklerinden izole edilen 300 enterokok suşu çalışmaya dahil edilmiştir. Bakterilerin tanımlaması ve antibiyotik duyarlılıkları VITEK 2 sistemi (BioMérieux, Fransa) ve klasik yöntemler kullanılarak yapılmıştır. Vankomisin direnci saptanan izolatların minimum inhibitör konsantrasyonları (MİK) E-test (BioMerieux, Fransa) kullanılarak belirlenmiştir. Duyarlılık sonuçları; European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) kriterleri esas alınarak belirlenmiştir. BULGULAR: İzole dilen 300 suşun 185’i (%61.6) Enterococcus faecalis, 80’i (%26.6) Enterococcus faecium, 30’u (%10.0) Enterococcus spp., dördü (%1.3) Enterococcus gallinorum, biri (%0.3) Enterococcus raffinosus, olarak tanımlanmıştır. Suşlarının izole edildiği 300 hastanın 174’ü (%58) kadın, 126’sı (%42) erkektir. Yatan hastalardan izole edilen 238 izolatın; %40’ı yoğun bakım ünitesinden %28’i cerrahi klinikler, %14’ü dahili klinikler ve %18’i de palyatif kliniğinde yatan hastalardan izole edilmiştir. Poliklinik hastalarından izole edilen suşların ise; %13’ü acil, %16’sı dahiliye, %67’si cerrahi polikliniklere gelen hastalardan izole edilmiştir. Antibiyotiklere direnç oranları; E. faecalis ve E. faecium için sırasıyla; ampisiline %8.1 ve %95, siprofloksasine %44.8 ve % 93.7, vankomisine % 0.5 ve % 18.7, teikoplanine % 0.5 ve % 18.7, linezolide % 0 ve % 2.5, tigesikline % 0 ve % 1.25 ve yüksek düzey gentamisine %35.6 ve %60 olarak belirlenmiştir. Klasik yöntemlerle Enterococcus spp olarak tanımlanan 30 izolatın antibiyotik direnç oranları; ampisilin %33.8, siprofloksasin %73.3, vankomisin %10, teikoplanin %10, yüksek düzey gentamisin için %40 olarak belirlenmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanemizde izole edilen enterokoklarda, özellikle siprofloksasin, vankomisin ve teikoplanin direncinin yüksek olması, bu antibiyotiklerin kullanımını kısıtlamaktadır. Uygun olmayan antibiyotik kullanımı, vankomisine direncli enterokok kolonizasyonunu artırarak hastane enfeksiyonlarına neden olabilmektedir. INTRODUCTION: Enterococci are one of the most commonly detected agents in community and hospital-acquired infections. Urinary tract infections are the most common form of enterococcal infections. Because enterococci are characterized by natural and acquired resistance to numerous antibiotics, there are serious problems in the treatment of infections caused by these bacteria. In our study, we aimed to determine the resistance rates of enterococcal strains isolated from urine samples to various antibiotics within one year. METHODS: 300 enterococci strains isolated from urine samples sent to Samsun Training and Research Hospital Microbiology Laboratory between January and December 2018 from various services and polyclinics were included in the study. The identification of bacteria and their antibiotic susceptibility were made using the VITEK 2 system (BioMérieux, France) and conventional methods. Minimum inhibitory concentrations (MIC) of isolates with vancomycin resistance were determined by using the E-test (BioMerieux, France). Sensitivity results were determined based on European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) criteria. RESULTS: : Of the isolated 300 strains, 185 (61.6%) were identified as Enterococcus faecalis, 80 (26.6%) were Enterococcus faecium, 30 (10.0%) were Enterococcus spp., 4 (1.3%) were Enterococcus gallinorum and 1 (0.3%) was Enterococcus raffinosus. 174 (58%) of the 300 patients whose strains were isolated were female and 126 (42%) were male. Of the 238 isolates isolated from inpatients, 40% were isolated from the intensive care unit, 28% from surgical clinics, 14% from internal clinics, and 18% from the palliative clinic. For strains isolated from polyclinic patients, the rates are as follows: 13% from emergency clinics, 16% from internal diseases, and 67% from surgical polyclinics. Antibiotic resistance rates of E. faecalis and E. faecium is determined as 8.1% and 95% for ampicillin, 44.8% and 93.7% for ciprofloxacin, 0.5% and 18.7% for vancomycin, 0.5% and 18.7% for teicoplanin, 0% and 2.5% for linezolid, 0% and 1.25% for tigecycline, and 35.6% and 60% for high-level gentamycin respectively. Antibiotic resistance rates of 30 isolates defined as Enterococcus spp using conventional methods were determined as 33.8% for ampicillin, 73.3% for ciprofloxacin, 10% for vancomycin, 10% for teicoplanin, and 40% for high-level gentamicin. DISCUSSION AND CONCLUSION: High resistance to ciprofloxacin, vancomycin and teicoplanin in enterococci isolated in our hospital limits the use of these antibiotics. Inappropriate use of antibiotics may increase vancomycin-resistant enterococcal colonization, leading to nosocomial infections. |
6. | Determination of Early Spectral Changes in Melanoma Cells During Epoxomicin-Induced Apoptotic Process Ertan Kucuksayan, Aslinur Sircan-Kucuksayan doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.63496 Pages 273 - 286 GİRİŞ ve AMAÇ: Hücrelerde apoptozis sürecinde meydana gelen spektral değişikliklerin belirlenmesi yeni tedavi ve ilaç araştırmalarına önemli bilgiler sağlayabilir. Apoptotik hücreler, hücre küçülmesi ve parçalanmasına yol açan bir dizi hücre altı değişikliğe uğrar. Apoptotik süreçte bu değişimlerin erken aşamada zamana bağlı olarak belirlenmesi hücre kültürü çalışmalarına yeni bir yön verebilir. Bu çalışmanın amacı melanoma hücrelerinin apoptozis sürecinde erken aşamada meydana gelen spektral değişikliklerin zamana bağlı olarak belirlenebileceği bir yöntem geliştirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada A375 melanoma hücre hattında apoptozisi indüklemek için epoksomisinin (Epo) kullanılmıştır ve apoptotik doz MTT yöntemi ile belirlenmiştir. Erken Apoptotik sürecinin zaman bağlı değerlendirilebilmesi için sabit Epo dozuyla beş farklı zaman noktasında (0.5-6 saat) ölçümler yapılmıştır. Apoptozisin en önemli uyaranı olan ROS ölçümü DCFH-DA yöntemi yapılmıştır. Western Blot tekniği ile Bax miktarı belirlendi. Geri yansıma spektroskopisi sistemi ile ölçülen spektrumlardan spektroskopik apoptozis indeksi belirlenmiştir. BULGULAR: Melanoma hücrelerinin apoptozis süresinde ölçülen spektrumlar ile erken spektral değişiklikler belirlenmiştir. ROS ölçümlerinde 2., 4. ve 6. saat ölçümlerinde kontrole göre anlamlı fark bulunmuştur. Hücre canlılığının 24 saat sonra 75 ve 100 nM Epo dozlarında kontrole göre %70 azaldığı bulunmuştur. Apoptozisin bir göstergesi olarak tüm Epo gruplarında zamana bağlı olarak Bax seviyelerinin arttığı bulunmuştur. Spektroskopik apoptozis indeks değeri tüm gruplarda ROS ve Bax sonuçları ile uyumlu bulunmuştur. TARTIŞMA ve SONUÇ: Hücre kültüründe apoptozis sürecinde erken aşamada meydana gelen spektral değişikliklerin geri yansıma spektroskopisi ile belirlenebileceği yeni bir yaklaşım sunulmuştur. Bu yaklaşımın hücre kültürü çalışmalarında apoptozisi hücre kültürü koşullarına müdahale etmeden, zamana bağlı olarak izleyebilen bir yöntem olarak geliştirilme potansiyeli vardır. INTRODUCTION: Determining the changes in the apoptosis process in cells can provide important information for new treatment and drug research. Apoptotic cells undergo a series of subcellular changes that lead to cell shrinkage and fragmentation. Determining these early changes in the apoptotic process depending on time may provide a new perspective to cell culture studies. The aim of this study is to develop a method in which early spectral changes occurring in the apoptosis process of melanoma cells can be determined depending on time. METHODS: In this study, epoxomicin (Epo) was used to induce apoptosis in A375 melanoma cell line and apoptotic dose was determined by MTT method. In order to evaluate the early apoptotic process in a time-dependent manner, measurements were made at five different time points (0.5-6 hours) with a fixed Epo dose. DCFH-DA method was used to measure ROS, which is the most important stimulus of apoptosis. Bax amount was determined by Western Blot technique. Spectroscopic measurements were made with a back-reflection spectroscopy experiment setup consisting of spectrometer, tungsten-halogen light source and fiber optic probe. Apoptosis index values were determined from spectra. RESULTS: Early spectral changes were determined with the spectra measured in the apoptosis time of melanoma cells. A significant difference was found in ROS measurements at 2, 4 and 6 hours compared to control. Cell viability was found to be 70% lower than control at 75 and 100 nM Epo doses after 24 hours. Time-dependent Bax levels were found to increase in all Epo groups as an indicator of apoptosis. Spectroscopic apoptosis index value was found to be compatible with ROS and Bax results at all groups. DISCUSSION AND CONCLUSION: A new approach has been presented in which spectral changes occurring in the early stage of the apoptosis process in cell culture can be determined by back reflection spectroscopy. This approach has the potential to be developed in cell culture studies as a method that can monitor apoptosis over time without interfering with cell culture conditions. |
7. | Transition from CLSI to EUCAST: How our antibiotic susceptibility tests will be affected Gülşen Hazırolan doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.25428 Pages 287 - 298 GİRİŞ ve AMAÇ: Antibiyotik duyarlılık testlerinde iki standart klavuz tüm dünyada yaygın olarak kullanılmaktadır. Ülkemizde son yıllara kadar CLSI klavuzu kullanılmakta iken, günümüzde birçok merkezde EUCAST klavuzuna geçildi. Bu çalışmada, antibiyotik direnci açısından yüksek prevalanslı bir merkezde CLSI kılavuzundan EUCAST kılavuzuna geçişin antibiyotik duyarlılık test (AST) raporlarına etkisi araştırıldı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Yoğun bakım ünitesinden gönderilen örneklerden izole edilen tekrar içermeyen 5003 izolat (1902 Enterobacteriaceae, 1261 Acinetobacter baumannii, 697 Pseudomonas aeruginosa, 424 Staphylococcus aureus, 336 Enterococcus faecalis, 257 Enterococcus faecium ve 126 Stenotrophomonas maltophilia) çalışmaya dahil edildi. Suşların tanımlanmasında Bruker Microflex MS (Bruker Daltonics, Bremen, Germany) sistemikullanıldı. Antibiyotik duyarlılık sonuçları için Phoenix otomatize sistemi (BD, Sparks, MD, USA).ile elde edilen MİK değerleri CLSI ve EUCAST kılavuzlarında belirtilen direnç sınır değerlerine göre yorumlandı. BULGULAR: Enterobacteriacea’da en yüksek direnç artışının beta laktam / beta-laktamaz inhibitör kombinasyonlarında, ardından sefalosporinler, kinolonlar ve aminoglikozitler olduğu görüldü. ESBL pozitif Enterobacteriaceae izolatlarının sefalosporinlere karşı daha dirençli olduğu bulundu. A. baumanii ve P. aeruginosa'nın direnç oranları kinolonlar, aminoglikozidler ve sefalosporinler için artmış görünse de kolistin için direnç değişmedi. Çalışmaya dahil edilen tüm Gram-negatif basillerde, imipenem ve meropenem için direnç oranlarını azaldı. Benzer şekilde, S. maltophilia izolatları trimetoprim-sülfametoksazol için düşük direnç oranına sahipti. Metisilin direnç oranı S. aureus için değişmezken, diğer antibiyotik gruplarında minör değişikliklerle karşılaşıldı. Enterokokların ampisilin, vankomisin, teikoplanin ve linezolide duyarlılığında kategorik bir değişiklik gözlenmedi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanemizde YBÜ hastalarından izole edilen Gram pozitif bakterilerin ADT sonuçlarını EUCAST kılavuzuna geçiş etkilemedi. Ancak, Gram-negatif bakterilerdeki karbapenemler hariç tüm antibiyotik grupları için daha yüksek direnç oranları gözlendi. Sonuç olarak, kullanılan standarda göre güncel epidemiyolojik verilerin takip edilmesi uygun tedavinin belirlenmesi açısından büyük önem arz etmektedir. INTRODUCTION: Two standard guidelines are commonly used worldwide. In our country CLSI guidelines have been used up to recent years, but currently, a transition to EUCAST standards has begun in many centers. In this study the effect of transition from CLSI guideline to EUCAST guideline on antibiotic susceptibility test (AST) reports in a high prevalence region for antibiotic resistance was investigated. METHODS: Non-duplicated 5003 isolates (1902 Enterobacteriaceae, 1261 Acinetobacter baumannii, 697 Pseudomonas aeruginosa, 424 Staphylococcus aureus, 336 Enterococcus faecalis, 257 Enterococcus faecium, and 126 Stenotrophomonas maltophilia) isolated from the samples sent from intensive care units (ICUs) were included in the study. The identifications of the microorganisms were performed with Bruker Microflex MS (Bruker Daltonics, Bremen, Germany) system, and their AST were evaluated with Phoenix automated system (BD, Sparks, MD, USA). The MIC values were interpreted according to the breakpoints indicated in CLSI and EUCAST guidelines. RESULTS: The highest resistance increase among Enterobacteriacea was seen to beta lactam/ beta- lactamase inhibitor combinations, followed by cephalosporins, quinolones and aminoglycosides. ESBL positive Enterobacteriaceae isolates were found more resistant to cephalosporins. The resistance rates of A. baumanii and P. aeruginosa seemed increased for quinolones, aminoglycosides and cephalosporins, however colistin resistance remained unchanged. All Gram-negative bacilli included in the study had decreased resistance rates for imipenem and meropenem. Similarly, S. maltophilia isolates had a decreased resistance rate for trimethoprim-sulfamethoxazole. While methicillin resistance rate did not change for S. aureus, minor changes were encountered for other antibiotic groups. There is no categorical changes observed at the susceptibility of enterococci to ampicillin, vancomycin, teicoplanin and linezolid. DISCUSSION AND CONCLUSION: Transition to EUCAST guideline in our hospital did not affect AST results of Gram- positive bacteria isolated from the patients in ICU. However, higher resistance rates were observed for all antibiotic groups except carbapenems in Gram- negative bacteria. As a result, following the current epidemiological data according to the standard used is of great importance in terms of determining the appropriate treatment. |
8. | Association between T3, T4, and TSH hormones proportion and Toxoplasma gondii anti-IgG seroprevalence in patients suffering from clinical and drug-controlled thyroid dysfunctions in southeastern Iran, 2019. vahid raissi, Asma Ibrahim, Fatemeh Bayat, elham akhlaghi, MUHAMMAD GETSO, Omid raiesi, Ali Abdollahi, Gita Alizadeh, sakineh Akbari, Zahra Navi, soudabeh etemadi doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.95825 Pages 299 - 306 GİRİŞ ve AMAÇ: Toxoplasma gondii, insanlarda birçok hormonal ve davranışsal bozukluktan sorumlu olan önemli bir ajandır. Bu çalışmanın temel amacı, 'T. gondii enfeksiyonunun tiroid hormonlarının salgılanmasına veya tiroid ilaç tedavisine müdahale ettiği hipotezini değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu, Seyedoshohada'ya yönlendirilen, tiroid disfonksiyonlarından muzdarip 249 hastayı 3 gruba ayıran kesitsel bir çalışmadır: hipotiroidizm (n = 107), hipertiroidizm (n = 96) ve ilaç kontrollü tiroid bozuklukları (n = 91) Kerman özel kliniği. Serum örnekleri tiroid uyarıcı hormon (TSH), triiyodotironin (T3) ve tiroksin (T4) ile Toksoplazma anti-IgG için ELISA tekniği kullanılarak test edildi. Demografik bilgiler bir demografik sayfa kullanılarak toplanmıştır BULGULAR: Hipotiroidizm, hipertiroidizm ve ilaç kontrollü tiroid bozukluğu olan hastalarda Toxoplasma gondii IgG antikorlarının seroprevalansı sırasıyla% 22.4,% 19.8 ve% 22 idi. Hipotiroidizm, hipertiroidizm ve ilaç kontrollü tiroid bozukluklarında pozitif T. gondii örneklerinin tiroid hormonlarının ortalama değeri TSH = 7.95, T3 = 1.12, T4 = 2.36; TSH = 0.14, T3 = 1.42, T4 = 7.85; ve sırasıyla TSH = 2.75, T3 = 1.12, T4 = 1.45. Toxoplasma gondii enfeksiyonunun seropozitifliği, evcil hayvanlarla temas öyküsü olan bireylerde% 40.4 ve kırsalda yaşayanlarda% 26.3 idi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Üç çalışma grubu arasında T. gondii enfeksiyonu arasında anlamlı bir fark yoktu. Yukarıda belirtilen gruplarda enfekte olan ve olmayan bireyler arasında serum tiroid hormon seviyelerinin karşılaştırılması, latent toksoplazmozun tiroid hormonlarının salgılanmasıyla önemli ölçüde ilişkili olmadığını gösterdi. Ayrıca, evcil hayvanlarla temas ve kırsal yaşam tarzı, T. gondii seroprevalansı ile pozitif bir ilişkiye sahiptir. INTRODUCTION: Toxoplasma gondii is an important agent responsible for many hormonal and behavioral disorders in humans. The main objective of this study was to evaluate the hypothesis that ‘T.gondii infection interferes with thyroid hormones secretion or thyroid drug treatment. METHODS: This is a cross-sectional study that involved 249 patients suffering from thyroid dysfunctions, divided into 3 groups: hypothyroidism (n=107), hyperthyroidism (n=96), and drug-controlled thyroid disorders (n=91), referred to Seyedoshohada Kerman private clinic. Serum samples were tested for thyroid-stimulating hormone (TSH), triiodothyronine (T3), and thyroxine (T4) along with Toxoplasma anti-IgG using ELISA technique. Demographic information was collected using a demographic sheet.. RESULTS: The seroprevalence of Toxoplasma gondii IgG antibodies among patients with hypothyroidism, hyperthyroidism, and drug-controlled thyroid disorders was 22.4%, 19.8%, and 22% respectively. The mean value of thyroid hormones of positive T. gondii samples in hypothyroidism, hyperthyroidism, and drug-controlled thyroid disorders was TSH=7.95, T3=1.12, T4=2.36; TSH=0.14, T3=1.42, T4=7.85; and TSH=2.75, T3=1.12, T4=1.45 respectively. The seropositivity of Toxoplasma gondii infection was 40.4% among individuals with a history of contact with pets and 26.3% among the rural dwellers. DISCUSSION AND CONCLUSION: There was no significant difference between T.gondii infection among the three study groups. A comparison of serum levels of thyroid hormones between infected and non-infected individuals in the above-mentioned groups illustrated that latent toxoplasmosis wasn’t significantly associated with thyroid hormones secretion. Also, contact with pets and the rural lifestyle has a positive association with T.gondii seroprevalence. |
9. | GC-MS-based metabolic profiling of Escherichia coli exposed to subinhibitory concentration of enoxacin Engin Koçak, Ceren Ozkul doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.00008 Pages 307 - 316 GİRİŞ ve AMAÇ: Antibiyotiklere karşı hızla gelişen bakteri direnci insan sağlığını etkileyen en önemli tehlikelerden biri haline gelmiştir. Patojenlerin metabolizmalarının anlaşılması konak ortama karşı gerekli metabolik adaptasyonların anlaşılmasında ve yeni antimikrobiyal hedeflerin belirlenmesinde oldukça önemlidir. Son yıllarda gelişen omik teknolojiler patojenlerin antibiyotiklere karşı adaptasyon ve direnç süreçlerinin moleküler düzeyde incelenmesinde yeni fırsatlar sunmuştur. Bu çalışmada Escherichia coli’nin enoksasine karşı verdiği metabolik cevabı araştırarak metabolik adaptasyon süreçlerini belirlemeye çalıştık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada metabolomik analiz için gaz kromatografisi/kütle spektroskopisi (GC/MS) bazlı metabolomik yaklaşım kullanılmıştır. Metabolitlerin ekstraksiyonunda methanol: su çözücü karışımı kullanılmıştır. Türevlendirme işlemi sonrasında metabolitler önce GC kolonunda ayrışmış daha sonrasında kütle spektroskopisinde analiz edilmiştir. Elde edilen ham GC/MS verilerinin biyoinformatik analizleri için MS-DIAL metabolomik ve lipidomik platform kullanılmıştır. Metabolitlerin yapıları alıkonma indeksi veri bankasına göre yapılmıştır. İki grup arasında anlamlı olarak değişen metabolitler belirlendikten sonra yolak analizleri ile değerlendirmeler yapılmıştır. BULGULAR: Bu çalışmada metabolik adapdasyonu anlamak için kontrol ve enoksasin maruziyeti altında bulunan E. coli hücrelerinin metabolit profilleri karşılaştırılmıştır. Temel bileşenler analizi (PCA) sonuçları enoksasin maruziyeti altında E. coli hücrelerinin metabolit yapısının dramatik şekilde değiştiğini göstermiştir. Yapılan analizlerde toplam 92 metabolitin yapısı aydınlatılmış ve bunlardan 36 tanesinin istatistiksel olarak anlamlı şekilde değiştiği belirlenmiştir. Miktarı değişen metabolitler yolak analizleri ile değerlendirilmiş ve enoksasin maruziyeti altında aminosit biyosentezi, aminoaçil-tRNAmetabolizması, pürin metabolizması, glisin, serin ve treonin metabolizması ve galaktoz metabolisması gibi hücresel süreçlerin farklılaştığı tespit edilmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde edilen sonuçlar enoksasin maruziyeti altında E. coli’de meydana gelen metabolik değişiklikleri ve antibiyotik kaynaklı stres koşullarında nasıl adapte olduğu hakkında bilgi sunmaktadır. Yapılan çalışmanın sonuçları antibiyotik-bakteri ilişkisin anlaşılması ile ilgili olarak literatüre ve gelecek çalışmalara katkıda bulunacaktır. INTRODUCTION: The rapid development of bacterial resistance to antibiotics is one of the most recent threats to human health. Understanding the metabolism of pathogens is essential to gain insights into the adaptation strategies that are required to deal with the host environment during infection and to identify new drug targets. In recent years omics technologies have offered new routes to understand adaptation and resistance mechanisms of pathogens against antibiotics at molecular level. In present work, we analyzed the metabolic response of Escherichia coli (E. coli) during treatment with enoxacin to identify metabolic adapdation processes. METHODS: Gas chromatography/Mass spectroscopy (GC/MS) based metabolomics approach was used for metabolomics analysis. Metabolites were extracted using methanol: water co-solvent system. After derivatization process, Metabolites separated in GC column and analyzed in MS. MS-DIAL metabolomics and lipidomics platform was performed to analyze raw GC/MS data. Metabolites were identified with retention index database and quantified relatively between control and enoxacin-treated groups. Statistically significant altered metabolites were investigated via pathway enrichment analysis. RESULTS: Metabolite profile of control and enoxacin-treated groups were compared to observe cellular adaptation against the antibiotic stress. Principal component analysis of GC/MS results showed that there was a dramatic shift at general metabolome structure under antibiotic stress. We identified 92 metabolites and statistical analysis indicated 36 metabolites altered significantly between experimental groups. Pathway enrichment analysis showed that amino acid biosynthesis, glycine, serine, and threonine metabolism, Aminoacyl-tRNA metabolism, purine metabolism, galactose metabolism was induced in E. coli exposed to subinhibitory concentration of enoxacin. DISCUSSION AND CONCLUSION: In present study, we investigated metabolic adapdation of E. coli against enoxacin-induced stress. Our findings may contribute to current literature to expand the understanding of bacteria-antibiotic interactions at metabolome level. |
10. | The knowledge and opinions of the Faculty of Medicine students about vaccination, immunization, vaccine hesitation and Covid-19 vaccine in Turkey Efsa Özbalıkçı, Elif Sude Aydın, İlayda İpek, Nalan Özen, Merve Yüceler, Onur Ateş, Hasan Sadık Mayda, Muhammed Yasir Kartancı, Sedanur Güclü, Şevval Akdoğan, Tuğçe Efe, Elif Cansel Karasu, Murat Topbaş doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.39205 Pages 317 - 332 GİRİŞ ve AMAÇ: Aşılama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve kontrol konusunda en etkili halk sağlığı uygulamalarındandır. Aşı kararsızlığı tüm dünya için olduğu kadar ülkemiz için de hızla artan bir risk olarak karşımıza çıkmaktadır. Hekimlerin aşılara yönelik tutumları ile hastalarına aşıya yönelik önerileri arasında güçlü bir ilişki vardır. COVID-19 pandemisi ile mücadele döneminde ön planda olan aşının, tutum ve davranışlarıyla topluma rol model olan hekimler tarafından kabulünün belirlenmesi, yapılacak aşılama çalışmaları için yol gösterici olacaktır. Bu çalışmada ülkemizdeki tıp fakültesi öğrencilerinin aşı, bağışıklama, aşı kararsızlığı ve COVID-19 aşısı konusundaki bilgi ve düşüncelerinin incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipteki bu araştırmada, Aralık 2020-Ocak 2021 tarihleri arasında, Türkiye’de bulunan Avrupa Tıp Öğrencileri Birliği (EMSA, European Medical Students’ Association)’ne bağlı 33 “Öğrenci Toplulukları” (FMO, Faculty Member Organization) üyelerine ve bu üyeler aracılığıyla ülkemizdeki tıp fakültelerinde okuyan öğrencilere ulaşmak hedeflenmiştir. Veriler online anket formu ile toplanmıştır. Çalışmaya 1015 öğrenci katılmıştır. BULGULAR: Çalışmaya katılanların %64,7’si kadındır. Yaş ortalaması 21,2±2,5 yıldır. Katılımcıların %86,4’ü ülkemizdeki aşı kararsızlığının arttığını belirtmektedir. Medyada aşılar ile ilgili olumsuz ifadelerin bu durumun en önemli nedeni olduğu düşünülmektedir. Aşı kararsızlığının önlenmesi/azaltılması için ebeveynlere eğitim vermenin önemli olduğu belirtilmektedir. Katılımcıların %53,4’ü COVID-19 aşısı Sağlık Bakanlığı tarafından kullanıma uygun olduğu bildirildiğinde “Hemen yaptırmam, beklerim.” yanıtını vermiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Ülkemizdeki aşı kararsızlığı sayısının artmakta olduğu ve bunun salgınların artmasına neden olacağını düşünülmektedir. Topluma rol model olan tıp fakültesi öğrencilerinin, fakülteye başladıkları dönemden itibaren aşılar, bağışıklama ve aşı kararsızlığı konusundaki bilgi ve farkındalıklarının arttırılması önemlidir. INTRODUCTION: Vaccination is one of the most effective public health practices in preventing and controlling infectious diseases. Vaccine instability is a rapidly increasing risk for our country as well as for the whole world. There is a strong relationship between physicians' attitudes towards vaccines and their recommendations for vaccines to their patients. Determining the acceptance of the vaccine, which is at the forefront during the fight against the COVID-19 pandemic by physicians who are role models for the society with their attitudes and behaviors, will guide the vaccination studies to be carried out. In this study, it was aimed to examine the knowledge and thoughts of medical faculty students in our country about vaccination, immunization, vaccine instability and COVID-19 vaccine. METHODS: In this descriptive study, between December 2020-January 2021, it is aimed to reach the medical students members of “33 Student Societies” (FMO, Faculty Member Organization) affiliated to the European Medical Students' Association (EMSA) in Turkey and students studying at medical faculties in our country through members. The data were collected through an online questionnaire. 1015 students participated in the study. RESULTS: 64.7% of the participants in the study are women. The average age is 21.2 ± 2.5 years. 86.4% of the participants state that vaccine instability in our country has increased. It is thought that the negative statements about vaccines in the media are the most important reason for this situation. It is stated that it is important to educate parents in order to prevent / reduce vaccine instability. When 53.4% of the participants are informed that the COVID-19 vaccine is suitable for use by the Ministry of Health, they indicated "I will not do it immediately, I wait." as the answer. DISCUSSION AND CONCLUSION: It is thought that the number of vaccine instabilities in our country is increasing and this will cause an increase in epidemics. It is important to increase the knowledge and awareness of medical faculty students, who are role models for the society, about vaccines, immunization and vaccine hesitation from the beginning of the faculty. |
11. | A Study of Nutrient and Cost Analysis of Gluten-free Packaged Products from Turkey Mahmut BODUR, Esra TUNÇER, Alev Keser doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.97344 Pages 333 - 342 GİRİŞ ve AMAÇ: Artan popülerliklerine rağmen, glutensiz ürünlerin enerji ve makro besin ögesi içerikleri tam olarak bilinmemektedir. Bu nedenle, bu çalışmada enerji içeriği, makro besin ögesi içerikleri (karbonhidrat, eklenmiş şeker, toplam yağ, doymuş yağ, posa, protein) ve fiyat açısından glutensiz ürünlerin gluten içeren muadilleriyle kıyaslanması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, enerji içeriği, makro besin ögesi içerikleri ve fiyat bilgisini etiket bilgilerine göre değerlendirmek için 129 glutensiz ürün ve 304 gluten içeren ürün Türkiye’nin başkenti olan Ankara’da bulunan beş hipermarketten satın alınmıştır. Ürünler; ekmek, makarna, un, kahvaltılık gevrekler, işlenmiş et ürünleri, atıştırmalık barlar, tatlı bisküvi - kurabiye - kekler, krakerler - tuzlu gevrekler olmak üzere sekiz alt grupta değerlendirilmiştir. Gruplar arasındaki karşılaştırmalar SPSS yazılımı kullanılarak gerçekleştirilmiştir. BULGULAR: Bu çalışmada ekmek, makarna, un, bisküvi - kurabiye - kek ve kraker - tuzlu atıştırmalık gruplarında yer alan glutensiz ürünlerin gluten içeren muadillerine göre daha az protein içerdiği bulunmuştur (p<0.05). Ayrıca, gluten içeren muadillerine göre glutensiz ekmek daha fazla toplam yağ içerirken; glutensiz unlar ise daha fazla karbonhidrat içermektedir (p<0.05). Glutensiz makarnalar, gluten içeren muadillerine kıyasla daha az posa ve daha fazla karbonhidrat içermektedir (p<0.05). Glutensiz bisküvi-kurabiye-kekler, gluten içeren muadillerine göre daha fazla şeker içermektedir (p<0.05). Glutensiz atıştırmalık ürünlerinin, muadillerine göre daha çok toplam yağ ve daha az posa içerdiği bulunmuştur. İşlenmiş et ürünleri dışındaki glutensiz ürün gruplarının tamamı, gluten içeren ürün gruplarından daha pahalıdır (p<0.001). TARTIŞMA ve SONUÇ: Besin gruplarının çeşitliliğine rağmen, glutensiz ürünler, yüksek karbonhidrat, yüksek toplam yağ, düşük protein, ve düşük diyet lifi içerikleri nedeniyle sağlıklı bireyler için beslenme açısından üstün değildirler. Ayrıca, glutensiz ürünlerin yüksek fiyatları da göz önünde bulundurulmalıdır. Sonuç olarak, sağlıklı bireylere glutensiz ürünleri önermek ek bir fayda sağlamayacaktır. INTRODUCTION: Gluten-free products, despite their increasing popularity, energy and macronutrient contents are unknown. Therefore, this study aims to compare gluten-free products with their gluten containing counterparts on energy, macronutrients (carbohydrate, added sugar, total fat, saturated fat, dietary fiber, protein) and prices. METHODS: In this study, 129 gluten-free (GF) and 304 similar gluten-containing (GC) products are bought from five hypermarkets in which located in Ankara, the capital city of Turkey to analyze their contents of energy, macronutrients, and prices based on their label information. The products were evaluated in eight subgroups: bread, pasta, flour, breakfast cereals, processed meat products, snack bars, sweet biscuitscookies-cakes, crackers-salty crispies. The comparisons between groups performed using SPSS software. RESULTS: In this study, gluten-free foods in bread, pasta, flour, biscuits-cookies-cakes, and crackers-salty crispies products are found to contain less protein than gluten containing products (p<0.05). Besides, compared to their GC counterparts, GF bread contains more total fat, and GF flours contain more carbohydrates (p<0.05). GF pasta contains less fiber and more carbohydrate than GC equivalents (p<0.05). Gluten-free sweet biscuits-cookies-cakes group has more added sugar than gluten-containing counterparts (p<0.05). Gluten free snack products were found to contain more total fat, less fiber than counterparts. The gluten-free product groups except for processed meat products were more expensive than gluten-containing product groups (p<0.001). DISCUSSION AND CONCLUSION: Despite the variations of food groups, gluten-free products are not nutritionally superior for healthy people because of their high carbohydrate, high total fat, low protein, and low dietary fiber contents. In addition, the high prices of GF products should also be considered. As a conclusion that recommending gluten-free products to healthy individuals will not provide additional benefits. |
12. | The first discovery of Chaphamaparvovirus in sheep with encephalitis and anemia Eda Altan, Gilberto Sabino-Santos Jr, Patricia Pesavento, Eric Delwart doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.07348 Pages 343 - 350 GİRİŞ ve AMAÇ: Parvovirüsler koyunlarda ilk olarak 1987 yılında tespit edilmiştir. Bu tarihe kadar koyunlarda parvovirüslerin varlığına ilişkin sadece üç rapor vardır. İlk bildirilen parvovirüs çalışması genomik bilgi sağlamazken, son ikisi tetraparvovirus ve copiparvovirus cinslerine aittir. Bu çalışma, doku örnekleri laboratuvarımıza gönderilen sebebi belli olmayan ensefalit ve anemi tespit edilen ölü bir koyunda olası nedenleri keşfetmeye odaklanılmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada yeni nesil dizileme (NGS) kullanılmıştır. Nextera™ XT Numune Hazırlama Kiti, ikili barkod kullanarak Illumina MiSeq platformu için bir kitaplık oluşturmada kullanıldı. Miseq'ten üretilen ham verileri analiz etmek için şirket içi bir data analiz altyapısı kullanıldı. Okuma dizilerini kırpmak ve de novo bağlama analizi için çeşitli yazılımlar kullanıldı. Genomun hizlanma işlemi ve filogenetik ağaç için Geneious ve MEGA X yazılımından faydalanıldı. BULGULAR: Çalışmada yeni bir küçükbaş hayvan chaphamaparvovirusu ve pestivirus D'nin her ikisi de aynı anda karakterize edildi. Chaphamaparvoviruslar çeşitli hayvanlarda bildirilmiş olmasına rağmen, koyunlarda ilk kez rapor edilmektedir. PCR analizleri, birçok dokuda chaphamaparvovirus varlığını doğruladı. Kısmi yapısal olmayan protein (NS1) ve tam kapsid proteinleri (VP1) protein dizileri, insan olmayan bir primat Macaca fascicularis'te bulunan chapparvovirüsün proteinlerine sırasıyla %49 ve %69'luk en yakın amino asit özdeşliğini sergiledi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu küçükbaş parvovirüsü koyunlarda bildirilen dördüncü parvovirüs ve ilk chaphamaparvovirustur. Hem chaphamaparvovirus hem de pestivirus'ün koyunlarda aynı anda birlikte var olduğu gösterilmiştir. Bu koyunun hastalık belirtilerinde bu ikili virüs enfeksiyonunun INTRODUCTION: Parvoviruses have been shown to exist in sheep since 1987. To this date there are only three reports pertaining to the existence parvoviruses in sheep. The first reported parvovirus study did not provide genomic information whereas the latter two belonged to the tetraparvovirus and copiparvovirus genera. This study focused on discovering the possible reasons of encephalitis and anemia in a dead sheep whose tissue samples were submitted to our laboratory. METHODS: In the present study next-generation sequencing (NGS) was utilized. Nextera™ XT Sample Preparation Kit was used to generate a library for Illumina MiSeq using dual barcoding. An in-house pipeline was used for analyzing raw data generated from Miseq. Several software were used to create in house-pipeline to trim sequences and de novo assembly. For the alignment genome and phylogenetic tree Geneious and MEGA X software were used. RESULTS: A novel ovine chaphamaparvovirus and pestivirus D both were characterized simultaneously. Although chaphamaparvoviruses had had been reported in various animals, this is the first time they have been reported in sheep. PCR analyses confirmed the presence of chaphamaparvovirus in multiple tissues. The partial nonstructural protein (NS1) and the complete capsid proteins (VP1) protein sequences displayed the closest amino acid identity of 49% and 69%, respectively, to the proteins of a non-human primate chapparvovirus from Macaca fascicularis. DISCUSSION AND CONCLUSION: This ovine parvovirus is the fourth parvovirus and the first chaphamaparvovirus reported in sheep. Both chaphamaparvovirus and pestivirus were shown to co-exist simultaneously in sheep. The role of this dual virus infection in the disease signs of this sheep remains to be determined. This study will shed light on future chaphamaparvovirus studies in sheep. |
13. | Investigation of Antimicrobial Resistance and ESBL / Carbapenemase Presence in Enterobacterales Strains Isolated from Food Workers Nesrin Çakıcı, Yasemin Numanoglu Cevik, Serap Suzuk Yıldız, Alper Akcali, Nükhet Nilüfer Demirel ZORBA doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.89814 Pages 351 - 362 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma gıda endüstrisi çalışanlarından elde edilen toplum kaynaklı Enterobacterales üyelerinde antimikrobiyal direnç ve Genişlemiş Spektrumlu Beta Laktamaz (GSBL), karbapenemaz üretme durumunun belirlenmesi amacıyla gerçekleştirilmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çanakkale il merkezi ve ilçelerindeki hastaneler (n: 9) ile gıda işletmelerinde (n: 17) görevli gıda çalışanlarının (n: 300) el sürüntü örnekleri Brain Heart Infusion Broth (BHI) besiyerine alındı. İnokulümler 370C de 24 saatlik inkübasyondan sonra Eosine Methylen Blue agar (EMB) besiyerine ekildi. Bakterilerin tanımlanmasında klasik identifikasyon ve Matriks aracılı lazer desorpsiyon iyonizasyon uçuş süresi kütle spektrometrisi (MALDI-TOF MS) yöntemi kullanıldı. Sefotaksim, seftazidim, meropenem ve ertapenem antibiyotiklerine karşı direnci ölçmek için disk difüzyon ve minimal inhibitör konsantrasyon (MİK) yöntemleri uygulandı ve EUCAST 2020’ye göre değerlendirildi. Tarama testi sonuçlarına göre GSBL ve karbapenemaz fenotipik doğrulama testleri uygulandı. GSBL pozitif bulunan izolatlarda polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) yöntemine göre CTX-M geni araştırıldı. BULGULAR: Elde edilen 222 adet gram negatif bakterinin tür bazında dağılımı; 129 (%58.1) Klebsiella pneumoniae, 32 (%14.4) Enterobacter cloacae, 31 (%13.9) Acinetobacter baumannii, 11 (%4.9) Escherichia coli, 8 (%3.6) Enterobacter asburiae, 4 (%1.8) Escherichia hermanni, 3 (%1.4) Enterobacter aerogenes 2 (%0.9) Klebsiella oxytoca, 2 (%0.9) Enterobacter cancerogenus olarak belirlendi. Enterobacterales üyelerinden (n: 191) 7’sinin (%3.7) klinik sınır değerlere göre sefotaksime dirençli (<17mm) olduğu tespit edilmiştir. Sefotaksim inhibisyon çapı GSBL tarama sınır değeri altında (<21mm) tespit edilen 13 izolatın kombine disk ve çift disk sinerji testi sonuçlarına göre 2 adet bakterinin (K. pneumoniae, E. cloacae) GSBL pozitif olduğu belirlenmiştir. PZR yöntemine göre K. pneumoniae izolatının CTX-M geni taşıdığı ve hastanede görevli olan bir gıda çalışanından izole edildiği tespit edilmiştir. Enterobacterales suşlarının ve A.baumannii izolatlarının hiçbirinde karbapenem direncine rastlanmamıştır. Meropenem inhibisyon zon çapı 28 mm’den küçük olan 46 adet Enterobacterales türünün meropenem MİK değeri 8mg/L ile 0.125 mg/L arasında bulunmuştur. Meropenem zon çapı karbapenemaz tarama sınır değerinin (<25mm) altında tespit edilen 2 adet izolata kombinasyon disk testi uygulanmış buna göre karbapenemaz negatif olduğu tespit edilmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Toplumda dirençli bakteri el taşıyıcılığının düşük olması (%3.7), toplum kaynaklı izolatların GSBL pozitifliğinin oldukça düşük (%1.04) bulunması, karbapenemaz pozitifliğine rastlanmaması antibiyotik dirençli izolatların gıda çalışanlarında düşük olduğunu düşündürmektedir. Gıda çalışanlarında bu sayıda gram negatif bakterilerin tespit edilmesi hijyen eğitimlerine önem verilmesi gerektiğini düşündürmüştür. INTRODUCTION: This study was carried out to determine the antimicrobial resistance and the production status of ESBL, carbapenemase in community-acquired Enterobacterales members obtained from food industry workers. METHODS: Hand swab samples of food workers (n: 300) working in hospitals (n: 9) and food businesses (n: 17) in Çanakkale city center and districts were taken into Brain Heart Infusion Broth (BHI) medium. Inoculum was inoculated into EMB medium after 24 hours of incubation at 37oC. Classical identification and MALDI-TOF MS method were used to identify bacteria. Disk diffusion and minimal inhibitory concentration (MIC) methods were applied to measure resistance against cefotaxime, ceftazidime, meropenem and ertapenem antibiotics and were evaluated according to EUCAST 2020. ESBL and carbapenemase phenotypic confirmation tests were performed according to the screening test results. The CTX-M gene was investigated in ESBL positive isolates using the PCR method. RESULTS: Distribution of 222 gram-negative bacteria on the basis of species; 129 (58.1%) Klebsiella pneumoniae, 32 (14.4%) Enterobacter cloacae, 31 (13.9%) Acinetobacter baumannii, 11 (4.9%) Escherichia coli, 8 (3.6%) Enterobacter asburiae, 4 (1.8%) Escherichia hermanni, 3 ( 1.4%) Enterobacter aerogenes, 2 (0.9%) Klebsiella oxytoca, 2 (0.9%) Enterobacter cancerogenus. It was determined that 7 (3.7%) of the Enterobacterales members (n: 191) were resistant to cefotaxime (<17mm) according to clinical limit values. According to the combined disc and double disc synergy test results of 13 isolates whose cefotaxime inhibition diameter was detected below the ESBL screening limit value, 2 bacteria (K. pneumoniae, E. cloacae) were found to be ESBL positive. According to the PCR method, it was determined that the K. pneumoniae isolate carried the CTX-M gene and was isolated from a food worker in the hospital. No carbapenem resistance was found in any of the Enterobacterales strains and A. baumannii isolates. Meropenem MIC values of 46 Enterobacterales species with a meropenem inhibition zone diameter smaller than 28 mm were found between 8mg / L and 0.125 mg / L. Combination disc test was applied to 2 isolates whose diameter was below the carbapenemase screening limit (<25mm) and accordingly it was found that they were carbapenemase negative. DISCUSSION AND CONCLUSION: The low rate of resistant bacteria hand carriers in the community (3.7%), the very low ESBL positivity of the community-acquired isolates (1.04%), and the absence of carbapenemase positivity suggest that antibiotic resistant isolates are low in food workers. The detection of gram-negative bacteria in this number of food workers made us think that hygiene training should be given importance. |
14. | Investigation of biofilm formation of Enterococcus species isolated from blood by phenotypic and genotypic methods Zeynep Özkök, Kemal Bilgin, Yeliz Tanrıverdi Çaycı, Asuman Birinci doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.02328 Pages 363 - 372 GİRİŞ ve AMAÇ: Doğada yaygın olarak bulunabilen enterokoklar, çeşitli enfeksiyonlara neden olabilmektedir. Virülansını açıklayan faktörler henüz tam olarak netlik kazanmamış olmakla birlikte enterokokal yüzey proteini (esp), hem Enterococcus faecalis hem de Enterococcus faecium’un biyofilm oluşturma yeteneğiyle ilişkilendirilmektedir. Çalışmamızda E. faecalis ve E. faecium türlerinin vankomisine direnç durumlarının belirlenmesi ve biyofilm oluşumu ile ilişkili olduğu düşünülen esp gen varlığının polimeraz zincir reaksiyonu ile, biyofilm oluşturma kapasitelerinin de fenotipik yöntemlerle araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya kan kültüründen izole edilen 85’i E. faecalis, 85’i E. faecium olacak şekilde toplam 170 adet Enterococcus izolatı dahil edilmiştir. Türlerin tanımlanması konvansiyonel ve otomatize yöntemler kullanılarak yapılmıştır. İzolatların vankomisine duyarlılıkları Kirby-Bauer disk difüzyon yöntemiyle belirlenmiştir. Tüm izolatlar Tüp ve Mikrotitrasyon plak yöntemleri kullanılarak biyofilm oluşumu yönünden fenotipik olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca izolatlarda, Polimeraz Zincir Reaksiyonu (PZR) yöntemi kullanılarak enterokoklarda biyofilm oluşumun ile ilişkili olduğu düşünülen esp geninin varlığı araştırılmıştır. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen suşların vankomisine duyarlılıkları incelendiğinde, E. faecalis izolatlarının 14 tanesi (%16,5) orta duyarlı, 1 tanesi (%1,2) dirençli; E. faecium izolatlarının ise 29 tanesi (%34,1) dirençli olarak bulunmuştur. Tüp yöntemi ile 5 suşun (%5,9) biyofilm oluşturduğu görülmüştür. Mikrotitrasyon plak yöntemi ile ise 27 suş (%31,8) pozitif olarak tespit edilmiştir. Tüp yönteminde pozitif çıkan beş izolatın hepsinin aynı zamanda mikrotitrasyon yönteminde de pozitif olduğu görülmüştür. Her iki fenotipik yöntemde de pozitif olan suşların tamamının E. faecalis olduğu görülmüştür. PZR işleminin sonucunda 49 (%57,6) E. faecalis, 20 (%23,5) E. faecium suşunda esp varlığı saptanmıştır. Fenotipik yöntemler ile genotipik yöntem karşılaştırıldığında mikrotitrasyon plak yönteminde pozitif olan izolatlardan 24 tanesi, tüp yönteminde pozitif olan izolatlardan ise 5 tanesinde esp geninin varlığı tespit edilmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu bulgulara göre E. faecalis izolatlarının biyofilm oluşumu kapasitelerinin E. faecium’a göre daha fazla bulunmuştur. Ayrıca esp geninin biyofilm oluşumu ile ilgisi olabileceği ancak tek başına esp varlığının biyofilm oluşumu için yeterli olamayacağı düşünülmektedir. Konu ile ilgili yapılacak yeni ve kapsamlı çalışmalar enterokoklarda biyofilm oluşumunun virülansdaki rolü ile ilgili yeni ve faydalı veriler sağlayabilecektir. INTRODUCTION: Enterococcus spp. are widely found in enviroment and can cause diseases. Although the factors that explain its virulence have not yet been fully clarified, enterococcal surface protein (esp) has been associated with the ability of biofilm formation in both Enterococcus faecalis and the Enterococcus faecium. In our study, it was aimed to determine the vancomycin resistance status of E. faecalis and E. faecium species and to investigate the presence of esp gene which is thought to be related of with polymerase chain reaction and biofilm formation capacity by phenotypic methods. METHODS: A total of 170 Enterococcus spp. (E. faecalis n = 85, E. faecium n = 85) isolates that were isolated from blood culture were included in the study. Species identification was performed using conventional and automated methods. Vancomycin susceptibilities of isolates were determined by Kirby-Bauer disk diffusion method. Biofilm formation was evaluated phenotypically by using Tube and Microtitration plate methods. In all isolates, the presence of esp gene which is associated biofilms was investigated by polymerase chain reaction (PCR) method. RESULTS: When the vancomycin susceptibilities of the strains included in the study were examined, it was found that 14 of the E. faecalis isolates (16.5%) were moderately susceptible and 1 of them was (1.2%) resistant. And 29 (34.1%) of E. faecium isolates were found to be resistant. It was determined that 5 strains (5.9%) were formed biofilm by tube method. By microtiter plate method, 27 (31.8%) tested strains were determined positive for biofilm formation. The 5 isolates which were positive by tube method also found positive by microtiter plate method. All strains that were positive in both phenotypic methods were found to be E. faecalis. And 49 (57.6%) E. faecalis and 20 (23.5%) E. faecium strains were found positive esp. When the genotypic method was compared with phenotypic methods, 24 isolates which were found positive by microtiter plate method and 5 isolates which were found positive by tube method, were found positive for esp gene. DISCUSSION AND CONCLUSION: According to these results, E. faecalis isolates are thought to have higher biofilm formation capacity than E. faecium. Furthermore, it is thought that the esp gene may be related to biofilm formation but the presence of esp alone is not sufficient for biofilm formation. New and comprehensive studies on the subject will be able to provide new and useful data on the role of biofilm formation in the virulence of enterococci. |
15. | Influenza and SARS-CoV-2 Coinfection During the COVID-19 Pandemic Mehmet Sami Islamoğlu, Betul Borku Uysal doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.92489 Pages 373 - 378 GİRİŞ ve AMAÇ: Pandemik pnömoniye neden olarak, tüm dünyada hızla yayılan, ve mevsimsel gribe göre daha mortal seyreden severe acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS-CoV-2)’ nin, etkin bir tedavisi olmadığından, hastalığa bağlı ölümlerde sekonder enfeksiyonlardan korunma önemlidir. Çalışmanın amacı solunum yolu enfeksiyonlarının sık görüldüğü kış sezonunda mevsimsel İnfluenza A-B ve SARS-CoV-2‘nin birlikte olduğu ko-infeksiyonun gösterilmesidir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma retrospektif olarak planlandı. Etik kurul onayının alınmasının ardından 2 Kasım 2020 ile 17 Şubat 2021 arasında soğuk algınlığı semptomları ile başvurmuş olan 515 hasta çalışmaya alındı. İnfluenza tespiti için İnfluenza Antijen Card Plus yöntemi kullanıldı. SARS-CoV-2’nin PCR yöntemi ile tespiti için ağız boşluğu ve burundan alınan sürüntü örnekleri CFX96 Real time PCR cihazında çalışıldı. Hastalar İnfluenza A-B ve Reverse transcription polymerase chain reaction COVID-19 RT-PCR pozitif veya negatif olmasına göre gruplara ayrıldı. Hastalarda İnfluenza A-B pozitifliği ile SARS-CoV-2 pozitif vakaların birlikteliğine bakıldı. BULGULAR: Çalışmaya alınan 515 hastada kadın/erkek oranı %60.7/%39.2 saptandı. İnfluenza pozitifliği kadınlarda %55.2, erkeklerde %44.5 saptandı ve COVID-19 ko-infeksiyonu %33,1 vakada saptandı. COVID-19 RT-PCR testi pozitif olan 177 hastanın %29,9 (53)’ unda İnfluenza-A, %10.1 (18)‘inde İnfluenza-B pozitif saptandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Grip sezonunda tek başına İnfluenza görülmesinin yanında, SARS-CoV-2 ile koenfeksiyon olarak da görülebildiğini tecrübe ettik. İzolasyon önlemlerindeki değişimlere bağlı olarak, pandeminin aralıklı olarak hızlandığı görülmekle birlikte, influenzanın, diğer solunum yolu infeksiyonlarının ve koinfeksiyonun hastalık seyrine etkisi net olmayıp bu konuda ileri araştırmalara gereksinim vardır. INTRODUCTION: Because severe acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS-CoV-2), which produces pandemic pneumonia and has a more fatal course than seasonal flu, has no effective treatment, protection against secondary infections is essential in preventing disease-related mortality. The study's goal is to prove a link between seasonal Influenza A-B and SARS-CoV-2 co-infections in the winter, when respiratory tract illnesses are widespread. METHODS: This study was designed retrospective. After ethic commitee approval; 515 patients with cold symptoms between November 2, 2020 and February 17, 2021 were included in study. Influenza Antigen Card Plus was used for the detection of influenza. In the PCR test for SARS-CoV-2, swab samples taken from both the mouth and nose were studied in the CFX96 Real time PCR device. Patients were divided into groups according to whether the Influenza A-B and COVID-19 PCR tests were positive or negative. The relationship between influenza A-B positivity and SARS-CoV-2 positivity was investigated. RESULTS: The female / male ratio in the 515 patients included in the research was %60.7/%39.2. Influenza positivity was found 55.2% in women and 44.5% in men. Influenza-A was revealed to be the most prevalent influenza subtype. Influenza and COVID-19 coinfection was detected in 33.1% of the cases. Influenza-A was positive in 29.9% and Influenza B was positive in %10.1 of the patients with positive COVID-19 RT-PCR test. DISCUSSION AND CONCLUSION: We have experienced that it can be seen as a coinfection with SARS-CoV-2, as well as the occurrence of Influenza alone during the flu season. Although the pandemic appears to be speeding up at times owing to changes in isolation measures, the impact of influenza, other respiratory tract diseases, and coinfection on the disease's progression is unknown, and further study is needed. |
16. | Effects of low-dose unfractionated heparin and low molecular weight heparin on early brain injury after subarachnoid hemorrhage in mice. Orhan Altay doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.83798 Pages 379 - 388 GİRİŞ ve AMAÇ: Kapsamlı araştırma çabalarına rağmen, subaraknoid kanama sonrası erken beyin hasarını (EBI) önlemek için kanıtlanmış etkili bir tedavi yoktur. Heparin, birçok patofizyolojik mekanizmayı antagonize eden pleiotropik bir ilaçtır. Bu çalışmada, heparinin subaraknoid kanama (SAK) sonrası erken beyin hasarını (EBH) önleyip önlemediğini değerlendirdik. YÖNTEM ve GEREÇLER: SAK, farelerde endovasküler perforasyonla indüklendi ve hayvanlar Kontrol (n = 8), SAK (n=12), SAK + 10U UFH (n=11), SAK + 40U UFH (n=13), SAK + 4U dalteparin (n=11) ve SAK + 16U dalteparin (n=14) olarak gruplara ayrıldı. SAK'dan 24 saat sonra subaraknoid kanama ciddiyeti, mortalite, nörolojik skor ve beyin su içeriği değerlendirildi. BULGULAR: Düşük doz fraksiyone olmayan heparin (UFH) ile düşük doz düşük moleküler ağırlıklı heparin (LMWH)'in beyinde subaraknoid kanama miktarında bir değişiklik yapmadığı ve nörolojik muayenede, beyin su içeriğinde erken dönemde iyileştirme yaptığı, mortaliteyi sayısal olarak azalttığı görülmüş ancak istatiksel olarak birbirine üstünlüğü görülmemiştir. Yüksek doz fraksiyone olmayan heparin (UFH) veya düşük moleküler ağırlıklı heparin (LMWH) nöroprotektif etkilerini engelleyen subaraknoıd kanama artışına meyil yarattığı ve başka mekanizmaları aktive ederek beyin hasarını artırdığını göstermiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: SAK sonrası erken dönemde düşük doz fraksiyone olmayan heparin (UFH) ve düşük doz düşük moleküler ağırlıklı heparin (LMWH) tedavisi erken beyin yaralanmasını azaltabilir ve klinik olarak akut anevrizma rüptüründen sonraki sekonder beyin hasarının erken dönemde önlenmesi için etkin olabileceğini düşündürmektedir. INTRODUCTION: Despite extensive research efforts, there is no proven effective treatment to prevent early brain damage (EBI) after subarachnoid hemorrhage. Heparin is a pleiotropic drug that antagonizes many pathophysiological mechanisms. In this study, we evaluated whether heparin prevents early brain damage (EBI) after subarachnoid hemorrhage (SAH). METHODS: SAH was induced by endovascular perforation in mice and animals devided into 6 groups; Control (n = 8), SAH (n = 12), SAH + 10U UFH (n = 11), SAH + 40U UFH (n = 13), SAH + 4U dalteparin (n = 11) and SAK + 16U dalteparin (n = 14). Subarachnoid hemorrhage severity, mortality, neurological score and brain water content were evaluated at 24 hours after SAH. RESULTS: It was found that low-dose unfractionated heparin (UFH) and low-dose low molecular weight heparin (LMWH) decreased brain water content, improved neurological score and did not increase subarachnoid hemorrhage amount in the early period of SAH. It was observed that it decreased mortality numerically, however it was not observed statistically superioriority to each other. It has been shown that high-dose unfractionated heparin (UFH) or high-dose low molecular weight heparin (LMWH) inhibits the neuroprotective effects, creating a tendency to increase subarachnoid hemorrhage and increase brain damage by activating other mechanisms. DISCUSSION AND CONCLUSION: Low-dose unfractionated heparin (UFH) and low-dose low molecular weight heparin (LMWH) treatment in the early period after SAH may reduce early brain injury and clinically imply that it may be effective for the early prevention of secondary brain injury after acute aneurysm rupture. |
REVIEW | |
17. | Health Services on the Caucasus Front in the First World War and the First Typhus Vaccine Applications in Erzurum Figen Kayserili Orhan doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.70973 Pages 389 - 398 Doğu Cephesi olarak adlandırılan Kafkas Cephesi, Osmanlı tarihinin en büyük yenilgilerinden biri olup, 3. Ordu’daki askerlerimizin bir çoğunu henüz Rus ordusuyla çatışmadan kaybettiğimiz, soğuğun ve salgın hastalığın baş düşmanlarımız olduğu bir cephedir. Savaş dönemlerinin korkunç afeti olarak tanımlanan tifüs hastalığı Birinci Dünya Savaşı sırasında toplamda 18 gün süren (22 Aralık 1914-9 Ocak 1915) Sarıkamış Harekâtında, Kafkas Cephesi’ndeki 3. Ordu’yu istila ederek düşmanın başaramadığı genel kırımı yapmış, savaştan çok daha fazla asker ve sivil kayıplarına sebep olmuş ve harp tarihinin bir faciası olarak tarihte ki yerini almıştır. Kafkas Cephesi’nde savaşa sürülürken hazırlıklar son derece yetersiz kalmıştır. Sıhhî hizmet ve teşkilat üzerinde durulacak en önemli nokta iken, şiddetli kış ortasında son derece müşkül şartlar altında girilen bu önemli mücadelede sıhhî tertibat tamamen ihmal edilmiştir. Aralık 1914’te Enver Paşa’nın emriyle başlatılan taarruz harekâtı başarısızlıkla sona ermiş, sert kış koşulları altında harekete geçen askerlerin büyük bir kısmı açlığa ve soğuğa yenik düşmüş, geri kalanlarını ise ordu içerisinde salgın halinde seyreden ‘Tifüs hastalığı’ kırıp geçirmiştir. Bütün bu talihsiz şartlar bir araya gelerek, 3. Ordu’da, daha harbin başlangıcında çok fazla askerin telefatına yol açmıştır. Sarıkamış felaketinin sonuçları memleket, ordu ve cephede uzun zaman sarsıntı ile hissedilmiştir. 32 yaşında iken 3. Ordu’da Sıhhiye Reisi olarak göreve atanan ve üç buçuk sene bu görevde kalan Dr. Tevfik Sağlam sağlık hizmetlerinde mucizeler yaratarak, daha önce Yemen'de karşılaştıklarında tanı koyamadıkları hastalığın ‘Tifüs’ olduğu sonucuna vararak, ilk tifüs aşısı uygulamalarını Erzurum’da (Hasankale) başlatmış ve ‘Tifüs salgını’ ile oluşabilecek daha büyük felaketlerin önüne geçmiştir. Günümüz olanaklarında Covid-19 pandemisi ile mücadelemiz süreken, bir asır öncesinde; savaş, yoksulluk ve soğuğa rağmen tifüs salgınını yenmeyi başaran Türk hekimlerimizi, bir kez daha takdirle anıyoruz. The Caucasian Front, which is called the Eastern Front, is one of the biggest defeats in Ottoman history, and it is a front where we lost most of our soldiers in the 3rd Army before fighting with the Russian army and where the cold and epidemic disease are our main enemies. Typhus disease is defined as the terrible disaster of war periods, invaded the 3rd Army in the Caucasus Front during the Sarıkamış Operation, which lasted 18 days during the World War I (22 December 1914 - 9 January 1915), and made the general massacre that the enemy could not succeed, caused much more soldier and civilian casualties than the war, and took its place in history as a disaster in the history of war. While being driven to war on the Caucasian Front, preparations were extremely inadequate. While the sanitary service and organization was the most important point to focus on, in this important struggle, which was entered under extremely difficult conditions in the middle of the severe winter, the sanitary equipment was completely neglected. The offensive operation launched in December 1914 by the order of Enver Pasha ended unsuccessfully, most of the soldiers who took action under the harsh winter conditions succumbed to hunger and cold, and the rest of them were destroyed by the "Typhus disease", which was an epidemic in the army. All these unfortunate circumstances came together and resulted in the loss of too many soldiers in the 3rd Army, even at the beginning of the war. The consequences of the Sarıkamış disaster were felt by the country, the army and in the front for a long time. Dr. Tevfik Sağlam, appointed as the head of the aid in the 3rd army at the age of 32 and worked at this position for 3 years and a half, started the first typhus vaccine applications in Erzurum (Hasankale) by creating miracles in health services and concluding that the disease they could not diagnose when they encountered in Yemen before was 'Typhus' and prevented even greater disasters that may occur with the 'Typhus epidemic'. While our fight against the Covid-19 pandemic continued in today's possibilities are continuing, we once again commemorate our Turkish physicians who managed to defeat the typhus epidemic a century ago despite war, poverty and cold. |