ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 68 (2)
Volume: 68  Issue: 2 - 2011
RESEARCH ARTICLE
1.Effect of dietary supplementation with Agaricus sylvaticus fungus on the hematology and immunology systems of breast cancer patients undergoing chemotherapy.
Fabiana Valadares, Maria Rita Carvalho Garbi Novaes, Roberto Cañete Villafranca, Marília Da Cunha Menezes, Mariana Campos Reis, Daniella Rodrigues Gonçalves
doi: 10.5505/TurkHijyen.2011.97759  Pages 59 - 72
AMAÇ: Kanser hastaları hastalık seyri sırasında immünolojik ve hematolojik değişimlerin oluşmasına eğilimlidir. Tıbbi mantar bağışıklık ve hematopoietik sistemleri fizyolojik tepki ve işleyişi içindeki artırıcı etkisini düzenlenmesini uyarıcı etkide bulunabilir. Agaricus sylvaticus ile besin takviyesi sonrası kemoterapi gören meme kanseri hastalardaki hematolojik ve immünolojik parametrelerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Bu çalışma kapsamında, randomize seçilmiş, çift-kör, plasebo kontrollü çalışma uygulanmıştır. 46 hasta (grup II ve III) ya plasebo ya da besin kaynağı olarak A. sylvaticus ile rastgele alım yaptırılmıştır. Hastalara 3 doz (n=26) ve 6 doz kemoterapi uygulanmıştır. Klinik ve laboratuvar değerlendirmeleri yapılmıştır. Çalışma sonuçları Microsoft Excel 2003 ve R-version 2.11.1 kullanılarak analiz edilmiş ve p<0.05 olduğunda sonuçlar anlamlı kabul edilmiştir.
BULGULAR: 3 ay sonra A. sylvaticus grubunda hematokrit’de (p=0.04), kırmızı kan hücresi sayısı (p=0.03), ortalama korpüsküler hemoglobin konsantrasyonu (p=0.001), lökositler, monositler (p=0.001) ve total lenfosit sayısı (p=0.009)’nda artış görülmüştür. Tüm bu gruptaki değişiklik plasebo grubunda gözlemlenmemiştir. 6 ay sonra, A. sylvaticus alan hastalarda total lenfosit sayısı (TLC) (p=0.02), nötrofil (p=0.02), lenfosit (p=0.02), lökosit (p=0.02), korpüsküler hemoglobin konsantrasyonu (p=0.02), hematokrit (p=0.02), hemoglobin (p=0.02) ve kırmızı kan hücresi (p=0.02) düzeyinde artış göstermiştir. Plasebo grubu TLC (p=0.01) ve bazofil (p=0.005) ve lökosit (p=0.004)’lerde azalma göstermiştir.
SONUÇ: Çalışma sonuçları kemoterapi alan meme kanseri hastalarında A. sylvaticus besin takviyesi alımının faydası olacağını göstermiştir.
OBJECTIVE: Introduction: Patients with cancer tend to develop hematological and immunological alterations during the disease process. Medicinal fungi can stimulate the immune and hematopoietic systems, promoting improvements in the prognosis and physiological response. Objective: To evaluate changes in hematological and immunological parameters in patients with breast cancer undergoing chemotherapy after dietary supplementation with Agaricus sylvaticus.
METHODS: Method: A randomized, double-blind, placebo-controlled study was carried out. 46 patients (stadiums II and III), were randomly assigned to receive either: nutritional supplement with Agaricus sylvaticus (2.1 g/day) or placebo. Patients received three cycles (n=26) and six cycles (n=20) of chemotherapy. Clinical and laboratory evaluations were performed. The results were analyzed using Microsoft Excel 2003 and R-version 2.11.1, significant results at p<0.05.
RESULTS: Results: The Agaricus sylvaticus group showed an increase of hematocrits (p=0.04), red blood count (p=0.03), mean corpuscular hemoglobin concentration (p=0.001), leukocytes (p=0.03), monocytes (p=0, 2001), and total lymphocyte count (p=0.009) after three months. Those changes were not observed in the placebo group. After six months, patients receiving Agaricus sylvaticus showed increased levels of red blood count (p=0.02), hemoglobin (p=0.02), hematocrits (p=0.02), corpuscular hemoglobin concentration (p=0.02), leukocytes (p=0.02); lymphocytes (p=0.02), neutrophils (p=0.02) and TLC (p=0.02). The placebo group showed a reduction in leukocytes (p=0.004), basophiles (p=0.005) and TLC (p=0.01).
CONCLUSION: Conclusion: The results suggest the usefulness of dietary supplementation with Agaricus sylvaticus in patients with breast cancer undergoing chemotherapy.


FULL JOURNAL
2.2011-2 Full Printed Journal

Pages 59 - 113
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
3.Identification and Antimicrobial Susceptibility of Staphylococcus aureus and Coagulase Negative Staphylococci Isolated from Raw Milk and Cheese Samples
Nihal Yücel, Yeliz Anıl
doi: 10.5505/TurkHijyen.2011.58070  Pages 73 - 78
AMAÇ: : Bu çalışmada Ankara ilinde çeşitli firma ve mandralardan temin edilen çiğ süt ve peynir örneklerinde koagulaz pozitif stafilokok (KPS), koagulaz negatif stafilokok’ların (KNS) bulunma sıklığı ve bu suş’ların antimikrobiyal dirençliliklerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Araştırmada incelenen 190 çiğ süt, 90 peynir örneğinden izole edilen KPS ve KNS’ların standart biokimyasal yöntemler kullanılarak cins ve tür düzeyinde identifikasyonları yapılmıştır. İzolatların antimikrobiyal direnç özellikleride disk difüzyon metodu ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: İncelenen çiğ süt ve peynir örneklerinden 236’sı koagulaz pozitif stafilokok (KPS), 94’ü koagulaz negatif stafilokok (KNS) olmak üzere toplam 330 stafilokok izolatı elde edilmiştir. Tanımlanması yapılan KPS türleri içinde çiğ süt ve peynir örneklerinde sırasıyla en fazla S. intermedius (%40.0-%44.3) ve S. aureus (%35.0-%20.2); KNS türleri içinde de en fazla S. saprophyticus (%26.4-%43.0) ve S. caseolyticus (%9.2-%14.3) tesbit edilmiştir. Çiğ sütten izole edilen KPS izolatları en fazla ampisiline %62.4 ve penisiline %47.0, KNS izolatlarıda metisiline ve penisiline %39.0 dirençli bulunmuştur. Bununla beraber; peynirden izole edilen KNS izolatları ampisiline %42.8, metisilin, penisilin ve eritromisine de %28.5 dirençli bulunmuştur.
SONUÇ: Değerlendirilen gıda örneklerinden izole edilen stafilokok türleri bu gıdaların hazırlanması sırasındaki zayıf sanitasyonun ve çapraz kontaminasyonun göstergesi olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca KNS izolatları KPS göre antibiyotiklere daha yüksek oranda dirençli olduğu saptanmıştır.


OBJECTIVE: In this study, it was aimed to evaluated raw milk and cheese samples purchased from various markets and dairy production in Ankara, Turkey for the presence koagulase positive staphylococci (CPS) and coagulase negative staphylococci (CNS) and determine of antimicrobial resistance in these strains.
METHODS: One hundred ninety raw milk and ninety cheese samples were analyzed for isolation of CPS and CNS by conventional biochemical tests and antimicrobial susceptibilities were studied by disk diffusion method according to the guidelines of Clinical and Laboratory Standards Institute.
RESULTS: A total of 330 isolates of staphylococcus spp. consisting of 236 CPS and 94 CNS were isolated from raw milk and cheese samples from different dairy products in Ankara. Isolation and identification of Staphylococci was made using conventional biochemical identification system. Of the CPS species included in this study, the predominant species were S. intermedius (40.0-44.3%) and S.aureus (35.0-20.2%) while; bacteriological cultures of CPS were identified as S. saprophyticus (26.4-43.0%) and S. caseolyticus (9.2-14.3%) in raw milk and cheese samples. The antiobitic susceptibility test results showed that KPS strains isolated from raw milk resistant to ampicillin (62.4 %) and penicillin (47.0%); while CNS strains were resistant to methicillin (39.0%) and penicillin (39.0%). Besides this, CNS strains isolated from cheese samples were resistant to ampicillin (42.8%), methicillin (28.5%) penicillin (28.5%) and erythromycine (28.5%).
CONCLUSION: These results suggests the contamination of raw milk and cheese samples by staphylococci spp. indicates poor personel hygiene and cross contamination. In addition, the strains of CNS were much more resistant than CPS to antibiotics.

4.Evaluation of tick bite cases admitted to the Tokat Erbaa State Hospital
İbak Gönen
doi: 10.5505/TurkHijyen.2011.44227  Pages 79 - 84
AMAÇ: Kırım Kongo kanamalı ateşi (KKKA), ateş ve kanamalarla karakterize, ortalama % 5 civarında mortalite ile seyreden ciddi bir viral infeksiyon hastalığıdır. Genellikle kene yapışması ile bulaşırken, hasta insan veya hayvanın kan veya dokularına temasla da bulaşabilmektedir. Bu çalışmada ülkemizde önemli bir sağlık sorunu oluşturan KKKA hastalığı epidemiyolojik olarak değerlendirilmiştir.
YÖNTEMLER: Tokat Erbaa Devlet Hastanesi’ne 1 Nisan - 30 Eylül 2009 tarihleri arasında kene tutunması nedeniyle başvuran olgular, Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığı gelişme sıklığı, klinik özellikler açısından değerlendirilmiş ve epidemiyolojik bir çalışma yapılmıştır.
BULGULAR: Kene tutunması nedeniyle başvuran 312 olgu çalışmaya alınmıştır. Olguların 182’ si erkek, 130’u kadın idi. Olguların % 21,1’ i 16 yaşından küçük ve yaş ortalaması 34,4±14,6 olarak tespit edilmiştir. Olguların % 56,4’ ü kırsal bölgede yaşamakta idi ve çoğunluğu kırsal bölgeye ziyarete gitmişlerdi. Kenelerin %81’i devlet hastanesinde sağlık personeli tarafından çıkarılmıştır. Kene tarafından en sık tutulunan vücut bölgesi, alt ekstremiteler olarak belirlenmiştir. En sık olgu Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında tespit edilirken, sekiz hastada kırım kongo kanamalı ateşi hastalığı gelişmiştir.
SONUÇ: Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığının endemik olarak görüldüğü bölgelerde kene yapışması vakaları semptom ve bulgular açısından dikkatli bir şekilde takip edilmeli ve bu bölgelerde yaşayan halk kene tutunmasına karşı alınacak önlemler ve kene yapışması sonrası yapılacak uygulamalar konusunda eğitilmelidir.
OBJECTIVE: Crimean Congo hemorrhagic fever (CCHF) is a serious viral infectious disease, which is characterized by fever and bleedings in the body, and associated with 5% mortality. Usually, it spreads by tick bites. However, CCHF can be transmitted by contact with the infected human or animal blood or tissues. In this study, CCHF disease which is an important health problem in our country was evaluated epidemiologically.
METHODS: Tick bite cases admitted to the State Hospital of Tokat between 1 April and 30 September, 2009 were assessed in terms of CCHF incidence and clinical features in an epidemiological study.
RESULTS: 312 cases of tick bites have been included to the study. 182 of these cases were men and 130 of them were female. Of the cases, 21,1% was under the age of 16 years old and the mean age was determined as 34,4±14,6. 56,4 % of the cases were living in urban area and the most of the cases have been visited these places. 81% of the ticks were removed by the health personnel in the state hospital. The most common body area bitten by the ticks were the lower extremities. The most cases of the tick bites were recorded in May, June, July and August, CCHF developed in 8 cases.
CONCLUSION: Cases of tick bites should be monitored carefully in terms of symptoms and signs in endemic areas where CCHF is seen. People living in these regions, should be trained in terms of measures to be taken against tick bite, and the applications after tick bite.

5.Antibiotic Resistance of Enterococcus faecalis and Enterococcus faecium Strains Isolated from Various Clinical Samples
Murat Aral, Nuriye İsmihan Ece Paköz, İbrahim Aral, Serpil Doğan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2011.53315  Pages 85 - 92
AMAÇ: Bu çalışmada 2007-2010 yılları arasında Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıbbi Mikrobiyoloji Laboratuvarı’na çeşitli kliniklerden gönderilen 158 numuneden izole edilen Enterococcus faecium ve Enterococcus faecalis suşlarının antibiyotik duyarlılıklarının in-vitro belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Kültürü yapılmak üzere gönderilen örnekler Koyun Kanlı Agara ve EMB agara ekilmiştir. 37°C’de 18-24 saat inkübasyon sonunda Gram pozitif kok görünümünde, katalaz testi negatif, PYR testi olumlu koloniler elde edilmiştir. Bu suşların, VİTEK 2 (bioMerieux, Fransa) yöntemiyle tanımlanmış ve CLSI standartlarına uygun olarak antibiyotik duyarlılıkları saptanmıştır.
BULGULAR: E.faecium suşlarının %59’u idrardan, %23’ü yara örneklerinden izole edilmiştir. 158 numuneden 96’sında E.faecium, 62’sinde E.faecalis suşu izole edlmiştir. Her iki suş da numunelerden neredeyse aynı oranlarda izole edilmiştir. Buna göre E.faecalis suşu yapılan çalışmalar sonucunda ampisilin, klindamisin ve trimetoprim/sulfametoksazole %100 dirençli bulunmuştur. Vankomisin ve teikoplanin direnci E.faecalis için saptanmazken, E.faecium için sırasıyla %7 ve %6 oranında bulunmuştur. Linezolid direnci de her iki suş için oldukça düşük oranda bulunmuştur. Bu çalışmada enterokok suşları en sık çocuk hastalıkları (%34) ve cerrahi kliniklerinden (%27) laboratuarımıza gönderilen numunelerden izole edilmiştir.
SONUÇ: : Sonuç olarak, vankomisin, teikoplanin ve linezolidin diğer antibiyotiklere göre daha çok yüksek duyarlılığa sahip olduğu gözlenmiştir ve tedavide kullanımı uygun bulunmuştur. Fakat direnç oranları gözardı edilmemeli ve hastanelerin kendi antibiyogram değerlendirmelerine göre antibiyotik kullanım politikası oluşturmaları gerekmektedir
OBJECTIVE: In this study, between 2007–2010 University of Kahramanmaras Sütcü Imam Department of Medical Microbiology Laboratuary, 158 samples sent to various clinics and Enterococcus faecalis Enterococcus faecium strains isolated from in-vitro determination of antibiotic susceptibility was intended.


METHODS: Culture of sheep blood agar and EMB agar about to be sent samples were sown. At the end of 18-24 hours incubation at 37 ° C of Gram positive cocci, catalase test is negative, PYR test positive colonies were obtained. These strains, VITEK 2 (bioMerieux, France) in accordance with the method of antibiotic susceptibility were identified and the recommendations of CLSI.
RESULTS: E.faecium strains from urine, 59%, 23% were isolated from wounds. From 158 samples, 96 strains were isolated from the E.faecium. In the remaining 62 samples, E.faecalis strain was isolated. 55% of the isolates from urine, 22% were isolated from the wound. Both types of strains isolated from the sample rate is very close to each other According to these studies as a result of E.faecalis strains to ampicillin, clindamycin, and trimethoprim/sulfamethoxazole 100% were resistant. Vancomycin and teicoplanin resistance was found to E.faecalis. Resistance to E.faecium 7% and 6% respectively were found. Linezolid resistance in both strains were very low rate.In this study, the most common childhood diseases and strains of enterococci (34%) and surgical clinics (27%) were isolated from specimens sent to our laboratory.
CONCLUSION: As a result, vancomycin, teicoplanin and linezolid with other antibiotics than the very high sensitivity was observe and this was the appropriate use of antibiotics for treatment. But resistance rates should be concerned and According to the evaluations of hospital antibiotic use policy is required to establish its own antibiotic.

CASE REPORT
6.Anthrax On Lower Eyelid: A Case Report
Recep Tekin, Mustafa Kemal Çelen, Vuslat Boşnak, İhsan Çaça, Celal Ayaz
doi: 10.5505/TurkHijyen.2011.12599  Pages 93 - 96
Şarbon hastalığı esas olarak ot yiyen hayvanların hastalığıdır ve insanlara enfekte hayvanlardan bulaşan bir zoonozdur. Bacillus anthracis gram pozitif, aerobik, spor oluşturan bir mikroorganizmadır. Sporadik şarbon özellikle Türkiye gibi hayvan yetiştiren ülkeler olmak üzere tüm dünyada hala görülmektedir. Şarbon önemli derecede morbidite ve mortalite riski bulunan ciddi bir hastalıktır. Şarbon hastalığı insanda üç farklı formda görülür; deri, akciğer şarbonu ve gastrointestinal şarbon. Deri şarbonu en sık görülen formdur ve olguların yaklaşık %95 ini oluşturur. Alt göz kapağı tutulumu ise nadirdir. Periorbital şarbon olgularında tedaviye rağmen skatrisyel ektropion ve lagoftalmus benzeri komplikasyonlar gelişebilir. Erken tanı konulup, antibiyotik tedavisine başlanması komplikasyon oluşumunu anlamlı derecede azaltabilir. Bu olgu vesilesiyle ülkemiz için hala ciddi bir sağlık sorunu olan şarbon hastalığınında nadir olarak görülen, tedavi ile düzelen alt göz kapağı şarbonunun tanı ve tedavisinin hatırlatılması amaçlanmıştır.
Anthrax is mainly known as grass-eating disease in animals and is transmitted to humans by infected animals. The causative organism, Bacillus anthracis, is a gram-positive, aerobic, spore-forming rod. Sporadic anthrax is still present world-wide, particularly in animal raising countries inc luding Turkey. Anthrax is a serious disease with significant morbidity and mortality risk. Anthrax manifests as different clinical forms, including cutaneous, respiratory illness or gastrointestinal. Cutaneous anthrax is the most common form, and constitute about 95% of the cases. Lower eyelid involvement is rare. In periorbital anthrax cases complications, such as scatrisyel ectropion and lagoftalmus may develop even with treatment. The development of complications can significantly reduce by early diagnosis and initiation of antibiotics. This article is about diagnosis and treatment of lower eyelid antrax which is rarely seen and still a serious health problem for our country.

REVIEW
7.Rapid Diagnostic Methods in Microbiology
Zeki Aras
doi: 10.5505/TurkHijyen.2011.96530  Pages 97 - 104
Mikrobiyoloji uygulamaları içinde önemli bir yere sahip olan rapid (hızlı) metotlar, klinik, gıda ve çevresel örneklerde bulunan patojen mikroorganizmalar ve onların metabolitlerinin erken tespiti, izolasyonu, identifikasyonu ve sayımı için yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu metotlar, minyatürize biyokimyasal, immünolojik, genetik ve biyosensör tekniklerini kapsamaktadır. Bu metotlar ilk olarak 1960’ların ortalarında geliştirilmeye başlanmış ve günümüze kadar da ilerlemeleri devam etmiştir. Minyatürize biyokimyasal identifikasyon yöntemleri 1965 ile 1975 yılları arasında geliştirilmiştir. 1975 ile 1985 yılları arasında kalan süre immünolojik test metotlarının altın çağı olarak adlandırılmıştır. Genetik tanı yöntemleri ile polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) uygulamaları 1985 ile 1995 yılları arasında gelişim göstermiştir. 1995 yılından günümüze kadar ise biyosensör ve mikroarray test sistemleri, çeşitli örneklerde bulunan patojen organizmaların direk teşhisi amacıyla geliştirilmiştir. Bu derlemede anlatılan immünolojik testler, manüel ve otomatik ELISA (enzyme linked immunosorbant assay) testlerini, lateral migrasyon immünoassay, lateks aglütinasyon testlerini ve immünomanyetik separasyon yöntemlerini kapsamaktadır. Genetik tanı yöntemlerinden birisi olan PZR, patojen mikroorganizmaların doğru teşhisini güçlendirmek için son yıllarda daha da geliştirilmiştir. Hızlı testlerin spesifite ve sensitivitelerini belirlemek için yıllar içerisinde birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışma sonuçları göstermiştir ki; bu testler ucuz, hızlı ve yüksek spesifite ve sensitiviteye sahiptirler. Hızlı testlerin karşılaştırıldığı bu çalışma sonuçları ve teorik çalışma prensipleri bu makalede sunulmuştur.
Rapid methods are important part of applied microbiology and are widely used for isolation, identification, early detection, and enumeration of pathogen microorganisms and their products in clinical, food, and environmental samples. These methods comprise miniaturized microbiological, advanced immunological, genetic, and biosensor techniques. They were firstly developed in mid-1960s and have been advanced up to the present day. The miniaturized microbiological diagnostic kits were developed from 1965 to 1975. The years of among 1975-1985 were called the age of immunological tests. The genetic tests and polymerase chain reaction applications were advanced from 1985-1995. Since 1995, the biosensor and microarray test systems have been developed for direct detection of pathogen microorganisms in different samples. The immunological tests include manual and automated of enzyme linked immunosorbant assays, lateral migration immuno-assays, latex agglutination tests and immuno-magnetic separation assays. Polymerase chain reaction process is one of genetic procedures and has improved diagnosis of pathogen organisms. A numerous study have been conducted for determine to sensitivity and specificity of these tests. They have determined that tests are a rapid, highly sensitivity, very specific, and inexpensive methods. Theoretical information and results of comparative studies about these methods were detailed in this article.

8.Use of Ozone For İmproving of Water Quality and Its Chemical Effects
Sibel Uzun
doi: 10.5505/TurkHijyen.2011.46330  Pages 105 - 113
Ozon günümüzde su kalitesinin arttırılmasında sıklıkla kullanılan bir dezenfektandır. Ancak yarılanma ömrünün kısa ve sudaki çözünürlüğünün nispeten düşük olduğundan dağıtım sırasında ortamdaki varlığının sürekli olarak sağlanması mümkün değildir. Bu nedenle ozon ancak primer dezenfektan olarak kullanılabilir. Ozonlamadan sonra dağıtım sistemindeki dezenfeksiyon işleminin tamamlanabilmesi için klor, klordioksit, monokloramin gibi sekonder bir dezenfektan kullanılması gerekir. Ozon sudaki kokunun, demir ve mangan gibi inorganik maddelerin yanı sıra herhangi bir sebeple suya karışan organik maddeleri, ilaç kalıntılarını ve pestisitleri etkin şekilde yükseltgeyerek ortamdan uzaklaştırır. Ozon, uygun şekilde ve doğru miktarlarda kullanıldığında etkin bir kimyasal ve mikrobiyolojik dezenfektandır. Buna karşılık uygun olmayan koşullarda veya yüksek miktarlarda kullanıldığında ise istenmeyen yan ürünlerin oluşmasına neden olabilir. Ozon dezenfeksiyon etkisini yükseltgen özelliği ve yüksek reaktivitesi aracılığıyla gösterir. Ozonun sudaki etki mekanizması pH başta olmak üzere pek çok parametreye bağlıdır. Asidik ortamda moleküler halde etki eden ozonun, daha yüksek pH değerlerinde hidroksil radikal formları baskındır. Her iki mekanizma sonucu oluşan yan ürünler birbirinden farklıdır. Ozonlama yan ürünü olan organik asitler ve aldehitler kolayca özümlenebilir organik karbon veya biyobozunur karbon türevlerine dönüşebilirler. Bu nedenle ozonlama işlemine biyolojik aktif prosesin eşlik etmesi biyobozunur yan ürünlerin uzaklaştırılmasını kolaylaştırır. Ozonlamanın uygun şekilde yapılması için sudaki ozon ihtiyacının belirlenmesi gerekir.
Contemporarily, ozone is a disinfectant frequently used for enhancing water quality. However, since its short half-life and relatively low solubility in water, it is not possible to ensure its presence continuously in distribution system. Hence ozone can only be used as a primary disinfectant. After ozonization, in order to complete the disinfection process in the distribution system, a secondary disinfectant like chlorine, chlorodioxide and monochloramine must be used. As well as odor in water, and inorganic materials such as iron and manganese, ozone effectively removes organic matter, drug residues and pesticides mixed into the water for any reason by oxidation from media. When used appropriately and in the correct amount ozone is an efficient chemical and microbiological disinfectant. However when it is used in unfavorable conditions and/or in large quantities it can cause the production of unwanted byproducts. Ozone shows its disinfection effect through oxidation properties and high reactivity. Effect mechanism of ozone in water is depended on many parameters, mainly on pH. While ozone effects in molecular form at acidic conditions, hydroxyl radical forms are dominant in much higher pH values. Bypruducts formed by both of the mechanisms are different from each other. Organic acids and aldehydes came out ozonization, can easily be converted to the assimilable organic compounds or their biodegredable derivatives. Thus, to accompany biological active process with ozonization makes the removal of biodegradable byproducts easier. For applying ozonisation appropriately, it is need to determine the ozone demand in water.

LookUs & Online Makale