ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 69 (4)
Volume: 69  Issue: 4 - 2012
FULL JOURNAL
1.2012-4 Vol: 69 Full Printed Journal

Page 0
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Heavy metal accumulation of five biomonitor lichen species in the vicinity of Iron-steel plant in Karabük, Turkey and their comparative analysis
Demet Cansaran-duman, Sümer Aras
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.52714  Pages 179 - 192
AMAÇ: Beş biyomonitor liken türünün (Pseudevernia furfuracea, Evernia prunastri, Usnea hirta, Hypogymnia physodes) ağır metal biriktirebilme yetisini incelemek için Karabük Demir Çelik fabrikası ile Yenice Ormanı arasındaki 10 istasyondan örnekler toplanmıştır.
YÖNTEMLER: Beş biyomonitor liken örneğinin her biri Karabük Demir Çelik fabrikası ile Yenice Ormanı arasındaki alandan her 5km’de bir örnek alınmıştır. Çalışılan liken örneklerinde Atomik Absorpsiyon Spektrofotometre cihazı kullanılarak sekiz tane ağır metal; Zn, Cu, Mn, Fe, Pb, Ni, Cr ve Cd; analiz edilmiştir. Her bir istasyon için tek yönlü ANOVA analizi P. furfuraceae, U. hirta, E. prunastri, H. physodes ve R. pollinaria liken örneklerindeki biyoakümülasyon faktörü üzerine etkisini göstermek için uygulanmıştır.
BULGULAR: Karabük Demir Çelik fabrikası etrafından toplanan beş biyomonitor liken örneğinin atmosferdeki iz elementlerin akümükasyon kapasitesi karşılaştırılmıştır. İstasyon 1, 2, 7 ve 10 insan yoğunluğunun ve trafiğin fazla olduğu şehir merkezine en yakın olan yerlerdir. Atomik Absorpsiyon Spektrofotometresi ile yapılan analiz sonuçlarına göre P. furfuracea istasyon 7 ve 10’da çalışılan diğer liken örneklerine göre daha fazla ağır metal akümülasyonu olmuştur. Çalışmamızın sonuçları açığa çıkarmıştır ki;. furfuraceae, U. hirta, E. prunastri, H. physodes ve R. pollinaria liken türleri incelenen tüm elementleri ciddi oranda biriktirme eğilimi göstermiştir. Bu çalışma ile seçilen liken türlerinin ağır metal biriktirebilmede ki önemi gösterilmiştir.
SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları ile özellikle P. furfuracea ve H. physodes liken türlerinin hava kalitesinin belirlenmesi için uygun oldukları gösterilmiştir.
OBJECTIVE: To investigate the suitability of five biomonitor lichen species (Pseudevernia furfuracea, Evernia prunastri, Usnea hirta, Hypogymnia physodes), we were collected from Yenice Forest to iron steel factory in Karabük, Turkey, in 10 sites.
METHODS: : Each of five biomonitor lichen species were collected every 5km from Yenice forest to iron steel factory. Accumulation of eight heavy metals Zn, Cu, Mn, Fe, Pb, Ni, Cr and Cd in examined lichen species were analysed by Atomic Absorpsion Spectrofotometers (AAS). At one-way analysis of variance (ANOVA) for each sites was carried out to display the effects of the factory on the bioaccumulation status of the P. furfuraceae, U. hirta, E. prunastri, H. physodes and R. pollinaria.
RESULTS: We have compared the capacity to accumulate trace elements from the atmosphere of five biomonitor lichen species around the iron steel factory in Karabük, Turkey. In sites 1, 2, 7 and 10 were the central part of the city where human activities and density of traffic are very intense. Analytical studies by AAS demonstrated that P. furfuracea were significantly heavy metal accumulation higher than other examined lichen species in sites 7 and 10. Our results revealed that P. furfuraceae, U. hirta, E. prunastri, H. physodes and R. pollinaria lichen species were shown severe accumulation of all elements. This study demonstrated the importance of heavy metals accumulation on the choose of lichen species.
CONCLUSION: Results of this study indicate that particularly P. furfuracea and H. physodes demonstrated the suitability of the lichen samples for the detection of air quality.

3.The distribution according to the species of Gram-negative bacteria isolated from hospitalized patients's urine specimens and their antimicrobial susceptibility
Tuba Dal, Alicem Tekin, Recep Tekin, Özcan Deveci, Şükran Can, Tuncer Özekinci, Saim Dayan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.93823  Pages 193 - 200
AMAÇ: Bu retrospektif çalışmada; hastanemizde yatan hastalarda gelişen üriner sistem enfeksiyonlarının ampirik tedavi yaklaşımına katkıda bulunabilmek için üriner sistem enfeksiyonu gelişen yatan hastaların idrar kültürlerinden izole edilen Gram-negatif bakterilerin tür dağılımını ve antimikrobik duyarlılık paternlerini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Ocak 2006 ve Eylül 2011 tarihleri arasında, üriner sistem enfeksiyonu gelişen yatan hastaların idrar kültürlerinden elde edilen toplam 3.548 Gram-negatif izolatın identifikasyonu geleneksel yöntemler ve BD PhoenixTM 100 (Becton Dickinson, MD, ABD) tam otomatik mikrobiyoloji sistemi tarafından yapıldı. İzolatların antimikrobiyal duyarlılık testi Kirby-Bauer disk difüzyon yöntemi ile Clinical and Laboratory Standarts Institute (CLSI) kriterlerine göre çalışıldı. Ayrıca, baskın üropatojen bakterilerin genişlemiş spektrumlu beta-laktamaz (GSBL) üretimi çift-disk sinerji yöntemi ile araştırıldı.
BULGULAR: Bu çalışmada, erkeklere göre kadınlarda önemli ölçüde daha yüksek üriner sistem enfeksiyonu insidansı gözlendi, sırasıyla; 2.245 (%63.3) ve 1.303 (%36.7). Escherichia coli’nin baskın patojen bakteri olduğu belirlendi ve üriner sistem enfeksiyonu gelişen toplam 3.548 yatan hastanın 2.341’inde (%65.8) sorumlu etken olduğu bulundu. Ayrıca, 679’unda (%19.1) Klebsiella pneumoniae, 177’sinde (%5) Acinetobacter spp., 176’sında (%5) Enterobacter spp., 142’sinde (%4) Pseudomonas aeruginosa ve 38’inde (%1.1) diğer Gram-negatif bakterilerin sorumlu etken olduğu saptandı. İdrar kültürlerinden izole edilen Gram-negatif bakterilerin antimikrobik duyarlılık oranları seftazidim, trimetoprim-sülfametoksazol, siprofloksasin, piperasilin-tazobaktam, sefoperazon-sülbaktam, amikasin, imipenem ve meropenem için sırasıyla; %34.5, %38, %42, %50, %70, %87, %90 ve %92 olarak tespit edildi. Ayrıca, GSBL üreten E.coli ve K.pneumoniae oranları da sırasıyla; %38 ve %36 olarak bulundu.
SONUÇ: Bu çalışma ve diğer çalışmaların sonuçları yakın gelecekte, sefalosporinler, karbapenemler ve florokinolonlar gibi geniş spektrumlu antibiyotiklere karşı yüksek düzeyde direnç gelişiminin mümkün olduğunu ve tedavi seçeneklerimizin her zamankinden daha sınırlı hale gelebileceğini göstermektedir. Seftazidim, siprofloksasin ve trimetoprim-sülfametoksazole karşı gelişen yüksek düzey direnç nedeniyle, üriner sistem enfeksiyonlarının ampirik tedavisi için bu antibiyotiklerin kullanılmaması gerektiğini öneririz.
OBJECTIVE: In this retrospective study, we aimed to determine the distribution according to the species of Gram-negative bacteria in isolates obtained from urine cultures of hospitalized patients with urinary tract infections and to detect their antimicrobial susceptibility pattern for contribute to empirical treatment approach to urinary tract infections in our hospital.
METHODS: Between the dates of January 2006 and September 2011, a total of 3,548 Gram-negative isolates obtained from urine cultures of hospitalized patients with urinary tract infection were identified by conventional methods and the BD PhoenixTM 100 (Becton Dickinson, MD, USA) fully automated microbiology system. Antimicrobial susceptibility testing of isolates was performed by Kirby-Bauer's disk diffusion method according to the Clinical and Laboratory Standarts Institute (CLSI) criteria. In addition, extended-spectrum beta-lactamase (ESBL) production of predominant urinary pathogenic bacteria was detected by the double-disk synergy method.
RESULTS: In this study, a significantly higher incidence of urinary tract infection was observed in females compared with males; 2,245 (63.3%) and 1,303 (36.7%), respectively. Escherichia coli was the predominant pathogenic bacterium and accounted for 2,341 (65.8%) of 3,548 hospitalized patients with urinary tract infections. In addition, Klebsiella pneumoniae was accounted for 679 (19.1%), Acinetobacter spp. for 177 (5%), Enterobacter spp. for 176 (5%), Pseudomonas aeruginosa for 142 (4%), and other Gram-negative bacteria for 38 (1.1%). Antimicrobial susceptibility rates of Gram-negative bacteria isolated from urine cultures for ceftazidime, trimethoprim-sulfamethoxazole, ciprofloxacin, piperacillin-tazobactam, cefoperazone-sulbactam, amikacin, imipenem, meropenem were detected as 34.5%, 38%, 42%, 50%, 70%, 87%, 90%, and 92%, respectively. In addition, the rates of ESBL-producing Escherichia coli and Klebsiella pneumoniae were detected as 38% and 36%, respectively.
CONCLUSION: The present study and the other studies show that in the near future it is possible the development of high-level resistance against broad-spectrum antibiotics such as cephalosporins, carbapenems, fluoroquinolones and our therapeutic options may become more limited than ever. Due to the high-level resistance to ceftazidime, ciprofloxacin and trimethoprim-sulfamethoxazole, we recommend that these antibiotics should not be used for the empirical treatment of urinary tract infections.

4.Identification of Multi Drug Resistant Salmonella Strains
Burcu Yener, Nefise Akçelik, Pınar Şanlıbaba, Mustafa Akçelik
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.15046  Pages 201 - 212
AMAÇ: Bu çalışmada, Ankara başta olmak üzere, Türkiye’nin değişik bölgelerindeki çeşitli market ve üreticilerinden alınan toplam 217 gıda örneğinde Salmonella sp. varlığı araştırılmıştır. Çalışmada kullanılan Salmonella suşları, farklı bölgelerde bulunan kasap ve marketlerde satışa sunulan gıda örneklerinden izole edilmiştir. Kullanılan bu hayvansal kaynaklı gıda örnekleri dana eti (99 örnek), koyun eti (13 örnek), tavuk eti (104 örnek) ve süttür. İzole edilen suşlar biyokimyasal testlerle doğrulanmıştır. Salmonella tanısı konulan ve kültür koleksiyonuna alınan örneklerde antimikrobiyel ajanlara karşı duyarlılık düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Salmonella sp. varlığı, Uluslararası Standartlar Ofisi’nin önerdiği yöntem (ISO6972: 2002) kullanılarak araştırılmıştır. API 20E testleri sonucunda toplam 41 izolat Salmonella sp. olarak tanımlanmıştır. Salmonella suşlarının antibiyotik dirençlilik profilleri disk difüzyon ve kritik dilüsyon testleri kullanılarak belirlenmiştir.
BULGULAR: Çalışmalar sonucunda 41 farklı örnekte Salmonella izolasyonu gerçekleştirilmiştir. Bu 41 izolatın % 25’ inin kaynağı dana eti, % 75’ inin kaynağı ise tavuk eti örnekleridir. Aynı zamanda bu 41 izolatın tamamı çoklu ilaç dirençlilik profili sergilemiştir. Tüm suşlarda en yüksek dirençlilik düzeyleri kanamisin (R>512 μg/mL) ve nalidiksik asit (R>512 μg/mL)’e karşı tespit edilmiştir.
SONUÇ: Piyasada açıkta satışa sunulan et örneklerinde Salmonella bulunma sıklığı, tavuk etlerinde diğer örneklere oranla çok yüksek bulunmuştur. Bu bulgular, açıkta satılan özellikle tavuk etlerinin sınırlandırılması ve ayrıca hijyen kontrollerinin daha sık yapılması zorunluluğuna işaret etmektedir. Türkiye’de piyasaya sunulan et örneklerinden izole edilen 41 Salmonella suşunun tamamının çoklu ilaç dirençlilik özelliği göstermesi, bu sorunun ülkemiz için ne derece önemli olduğuna işaret etmektedir. Özellikle hayvan beslemede antibiyotik kullanımının kontrolsüz oluşu, bu sorunun ana kaynağını teşkil etmektedir. Bu sonuçlar; gıda üretiminde antibiyotiklerin kullanımının kontrolünde yeni stratejilerin gerekliliğini ön plana çıkarmaktadır.
OBJECTIVE: In this study, a total of 217 food samples obtained from various grocery stores and manufacturers found in different regions in Turkey, especially in Ankara, were analysed for presence of Salmonella sp. Salmonella strains used in this study were isolated from the food samples sold in butchers and supermarkets located at different regions. Food samples which are of animal origin are veal (99 samples), mutton (13 samples), chicken (104 sapmles) and milk. Isolated strains were confirmed by biochemical tests. We aimed to determine the antimicrobial susceptibility levels of samples against antimicrobial agents, identified as Salmonella and placed into the culture collection.
METHODS: Presence of Salmonella sp. was analysed according to the method determined by International Standarts Office (ISO6972: 2002). As a result of API 20E tests, totally 41 isolates were identified as Salmonella sp. Antibiotic resistance pattern of the Salmonella strains were revealed by using disc diffusion and critical dilution tests.
RESULTS: As a result of study Salmonella isolation was performed with 41 different samples. While the 25% of these 41 isolates were source of veal, the other 75 % were source of chicken samples. At the same time all of these tested 41 strains exhibited multi-drug resistance profile. The highest resistance levels at all tested strains were determined against kanamycin (R>512 μg/mL) and nalidixic acid (R>512 μg/mL) for all strains.
CONCLUSION: The frequency of Salmonella in the chicken meat was found higher compared to the other meat samples offered for sale in the market. These findings suggest the limitate open meat sold, especially the chicken meat, and also points obligation of frequent hygiene controls. Showing the feature of multiple drug resistance of all 41 Salmonella strains isolated from the meat samples offered to the market in Turkey, indicates that how important is this problem for our country. Especially, the uncontrolled use of antibiotics in animal nutrition constitutes the main source of this problem. These results show the need for new strategies for controlling the use of antibiotics in food production.

5.The Relationship Between Pregnancy Complications And Afp, Hcg And Unconjuge Estriol Level In Maternal Serum
Fatih Bakır, H. Tuğrul Çelik, Özhan Özdemir, M. Metin Yıldırımkaya
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.96967  Pages 213 - 218
AMAÇ: Bu çalışmada Ankara ili ve çevresindeki gebe populasyonunda maternal kanda yüksek AFP, yüksek HCG, düşük AFP ve düşük ankonjuge östriol değerleri ile gebelik komplikasyonları arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Sağlık Bakanlığı Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği'nde nda üçlü tarama testi yapılan 951 hastanın, gebelik sırasındaki komplikasyon oranlarını retrospektif olarak incelendi. Her gebeden venöz kan örneği alınarak hCG, uE3 ve AFP testleri Ankara Numune Hastanesi Biyokimya laboratuarında, Immulite One cihazında kompetetif immunoassay yöntemi kullanılarak ölçüldü. Elde edilen sonuçlar lisanslı PRISCA programı kullanılarak gebelik haftalarına göre daha önceden belirlenen düzeltilmiş ortancanın katları (multiple of median: MoM) değeri olarak rapor edildi. Hastanın yaşı, ırkı, kilosu, sigara ve diyabet öyküsü, IVF gebelik, örnek alınma tarihi, ultrasonografi tarihindeki BPD (bi-parietal diameter) ölçümü veya son adet tarihine göre risk hesabı yapıldı.
Maternal kanda yüksek AFP (>2 MoM), yüksek HCG (>2 MoM), düşük AFP (<0,5 MoM) ve düşük ankonjuge östriol (<0,5 MoM) değerleri bulunan hastalar MoM değerleri açısından normal olanlarla karşılaştırıldı.

BULGULAR: Toplam 951 hastadan yukarıda sayılan kriterlerden herhangi birini taşıyan 161 hastadan, üçlü tarama testi 1/250 eşik değerin üstünde çıkan 30 hasta değerlendirilmiş ve işlemi kabul eden 9'una amniyosentez uygulanmıştı. Amniyo-sentez yapılan 9 hastanın 1’inde 47XXY Trizomi 21 tespit edilmişti. Diğer amniyosentez yapılan hastalardan sadece birinde (8,22) inversiyon tespit edilmişti. Bu hastanın double test riski 1/239 ve yaşı 35 idi. Üçlü test sonucu yüksek olarak değerlendirilen diğer 20 hastadan hiçbirinde, amniyosentez ile ya da doğum sonrası yapılan değerlendirmede, Down sendromu tespit edilmedi. Üçlü test sonucu riskli verilen hastalardan birinde gestasyonel diyabet, diğer bir hastada da Rh uyuşmazlığı tespit edildi. Kayıtlarına ulaşılan tüm hastaların 16'ünde yüksek AFP (>2 MoM), 48'inde yüksek HCG (>2 MoM), 21'ünde düşük AFP (<0.5 MoM) ve 11'inde düşük ankonjuge östriol (<0.5 MoM) değerleri bulundu.
SONUÇ: Günümüzde gebelik takibinde rutin olarak istenen üçlü tarama testi sonuçları ve MoM değerlerinin diğer gebelik komplikasyonları açısından da yol gösterici olabileceği kanısına varıldı.
OBJECTIVE: The aim of the study was to determine the relationship of pregnancy complications with high and low AFP, high HCG and low estriol levels detected in maternal serum at Ankara region.
METHODS: 951 patients who had undergone tripple test during pregnancy for complication rates at T.C.S.B. Ankara Numune Education and Research Hospital were determined retrospectively. Venous blood samples were taken from each patient, Beta hCG, uE3 and AFP tests performed at Ankara Numune Hospital Biochemistry laboratory by using Immulite One® system which was based competetive immunassay methods. Obtained results reported corrected multiple of the median (median multiple of: MoM) values according to pregnancy weeks by using licenced computer program (Prisca®). The risk calculation was made by Patient's age, race, weight, smoking and diabetes, history of IVF pregnancies and sampling date, using either BPD(bi-parietal diameter) measurement at ultrasound date or last menstrual period.
The patients with high AFP levels (>2 MoM), high HCG levels (>2 MoM), low AFP levels (<0.5 MoM) and low estriol levels (<0.5 MoM) were compared to those with normal levels. The relationship of pregnancy complications and our findings examined.

RESULTS: Among 161 patients of whose files were useful for inclusion criteria, 9 of 30 patients of whom tripple test results were over the critical limit; 1/250 had undergone amniosynthesis. 1 of those 30 had Down syndrome. No other Down syndrome detected in other 29 patients who had a risky tripple test result neither with amniosynthesis nor in delivery. There were 16 patients with high AFP (>2 MoM), 48 patients with high HCG (>2 MoM), 21 patients with low AFP (<0.5 MoM) and 11 patients with low estriol levels (<0.5 MoM) among the patients those included to the study group.
CONCLUSION: Down Syndrome Screening tests routinely ordered for pregnancy follow-up in daily practise. In the study, It was concluded that AFP, HCG and unconjuge estriol levels would be valuable for pregnancy complications detection.

6.The effects of the tuft design and toothpaste on the residual microbial contamination of toothbrushes
Nursen Topcuoğlu, Oya Balkanlı, Dilek Yaylalı, Güven Külekçi
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.69672  Pages 219 - 224
AMAÇ: Diş fırçaları ilk kullanımlarından itibaren ağız ve çevre yüzeylerde bulunan mikroorganizmalarca kontamine olurlar. Fırça kıllarının dizaynı ve diş macunu kullanımı bakterilerin diş fırçalarının kıllarına tutunmasını etkileyebilir. Çalışmamızda kıl demeti dizaynının ve diş macununun diş fırçalarındaki çürük yapıcı mikroorganizma kontaminasyonuna etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Tükürük mutans streptokokları düzeyi > 10 ^ 6 cfu / ml olan toplam 11 diş hekimliği öğrencisi dişlerini bir hafta aralıkla birer kez kılları farklı tasarlanmış aynı firmaya ait iki ayrı diş fırçası ile fırçalamışlardır. Deney aynı koşullarda triklosanlı bir diş macunu kullanılarak tekrar edilmiştir. Fırçalar kullanıldıktan sonra 10 saniye musluk suyu ile yıkanmış ve her fırçadan dörder adet kıl demeti steril bir bistüri ile kopartılarak 1 ml steril tuzlu su içine alınmıştır. Örnekler vortekslendikten sonra kantitatif kültür teknikleri kullanılarak total bakteri, mutans streptokokları, laktobasiller ve maya sayıları açısından incelenmiştir. Sonuçların istatistiksel değerlendirmesi Mann Whitney U testi ile yapılmıştır.
BULGULAR: Her iki diş fırçası tipinde de mutans streptokokları, laktobasil, maya ve toplam bakteri tutuculuğu açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p > 0.05). Diş macunu kullanılarak yapılan fırçalama ile her iki diş fırçası kılları üzerindeki bakteri ve maya sayıları belirgin olarak daha az bulunmuştur (p < 0.05 ve p < 0.001).
SONUÇ: Ağız mikroorganizmaları diş fırçalarına kolaylıkla kolonize olabilirler. Diş macunu kullanımı diş fırçası kontaminasyonunu belirgin olarak azaltırken, bu çalışmada kullanılan aynı firmaya ait farklı kıl demeti dizaynlarının diş fırçası kontaminasyonuna etkisi bulunmamaktadır. Diş fırçalarındaki mikroorganizma yükünü azaltmak için geliştirilmeye çalışılan yeni teknolojilere rağmen, triklosanlı diş macunu ile yapılan fırçalama bu konuda etkili ve kolay bir yöntem olarak kullanılabilir.
OBJECTIVE: Toothbrushes may become contaminated after a single use by a wide array of microorganisms which are present both in the oral cavity and in the external environment. The retention and survival of microorganisms may depend on brush design and toothpaste usage. We aimed to investigate the effect of the brush tuft design and the use of toothpaste on the cariogenic microbial contamination of toothbrushes.
METHODS: Totally 11 dental students whose salivary mutans streptococci levels were >10^6 cfu/ml, brushed their teeth using toothbrushes with two different tuft design using once at one-week intervals. The experiment was also repeated using a triclosan-containing toothpaste. After use, each toothbrush was rinsed under running tap water for 10 s and four tufts were cut and put into 1 ml sterile saline. The samples were processed for total bacteria, mutans streptococci, lactobacilli and yeast counts using culturing techniques. Microbial colony-forming units for a given brush type for the same volunteers were compared using Mann-Whitney test.
RESULTS: No statistically significance was found in terms of mutans streptococci, lactobacilli, yeast and total bacteria adhesion between the two types of toothbrushes (p>0.05). Brushing with toothpaste, significantly decreased the bacteria and yeasts on toothbrush bristles (p<0.05and p<0.001).
CONCLUSION: The oral microorganisms can quickly colonize on toothbrushes. Toothpastes can significantly reduce contamination of toothbrushes but the tuft design of the toothbrushes used in this study does not affect their amount. Despite trying to develop new technologies, the use of triclosan-containing toothpaste seems to be an effective and easy way of reducing microbial load on the toothbrushes.

7.Survival of rats with Walker 256 Tumor after oral suplementation of arginine in the diet
Maria Rita Carvalho Garbi Novaes, Fabiani Lage Rodrigues Beal, Roberto Cañete Villafranca
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.48344  Pages 225 - 228
OBJECTIVE: This study was undertaken to assess the effect of L-arginine at 8% on extended survival of rats with Walker 256 tumor.
METHODS: The study is experimental, randomized, double blind. The animals for this experiment were divided in 3 groups. The first group (placebo) received gavage with water, seven days before the inoculation of Walker 256 tumor. The second group received 8% L-arginine solution of caloric ingestion 48 hours after the tumoral inoculation. The third group received 8% L-arginine solution of total caloric ingestion, initiated seven days before the tumoral inoculation.
RESULTS: The third group, supplemented seven days before the tumoral inoculation, presented greater extended survival (21 days, p=0.0001) when compared to animals from the other two. Animals supplemented 48 hours after the tumoral inoculation presented greater extended survival (20 days, p=0.0001) when compared to the placebo group (19 days, p=0.0001).
CONCLUSION: The results suggest that both groups supplemented with 8% L-arginine presented beneficial results in respect to extended survival when compared to the placebo group, and better yet if the amino acid was administered before the tumoral inoculation.

CASE REPORT
8.A Case Of Tuberculous Spondylodiscitis
Reyhan Yiş, Hadiye Demirbakan, Nuran Akmirza İnci, Erdal Yayla
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.59480  Pages 229 - 234
Akciğer dışı tüberküloz (ADTB) gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, akciğer dışı TB’u gibi önemli bir sağlık sorunudur. ADTB primer enfeksiyondan yıllar sonra ortaya çıkabileceği gibi hızla ilerleyerek akut bir tablo ile de kendini gösterebilir.
TB tanısı genellikle aside dirençli basil (ARB) boyama, radyografi bulguları gibi geleneksel yöntemler ve kültür ile konulmaktadır. Mevcut tanı yöntemleri örnekteki düşük mikobakteri seviyeleri ve/veya zaman alıcı prosedürler nedeniyle yetersiz kalmaktadır.
Bu yazıda TB PZT (polimeraz zincir tepkimesi) ile tanı konmuş bir ADTB vakası sunulmaktadır. Radyolojik ve patolojik bulgular TB için kuşkulandırıcı olsa da, ARB incelemesinde ve TB kültüründe pozitiflik saptanmamıştır.
34 yaşında kadın hasta 3-4 yıldır var olan ve son 10 günde artış gösteren bel ağrısı yakınması ile başvurdu. Hasta beyin cerrahisi kliniğine spondilodiskit öntanısı ile yatırıldı. Öyküsünde ateşi ve gece terlemesi olmadığı ancak iştahsızlığı ve son birkaç ayda kilo kaybı olduğu öğrenildi. Direkt akciğer grafisi ve toraks bilgisayarlı tomografisi (BT)’si normal olarak saptandı. Çekilen kontrastlı lomber magnetik rezonans (MR) grafisinde L2-3 seviyesinde psoas kasında yoğun kontrast tutulumu, lomber BT’de L2-3 vertebra korpus ve posterior elemanlarda kemik destrüksiyonu tesbit edildi. Hastaya tanı ve tedavi amacı ile planlanan cerrahi operasyon esnasında abse drenajı yapıldı. Örneğin mikroskobik incelemesinde ARB negatif olarak saptandı. LJ (Lewenstein- Jensen ) besiyerinde gerçekleştirilen TB kültüründe de üreme gözlenmedi. Patolojik incelemede kronik inflamasyon, fibrozis ve granülomatöz reaksiyon gözlenmiştir. Aynı örnekten Real-Time PZT yöntemi ile çalışılan TB PZT sonucu ise pozitif olarak bulunmuştur. Son yıllarda ADTB’de tanısal dezavantajlar moleküler testlerin kullanımı ile azalmıştır. Bu da ADTB’de erken tanı konarak, erken tedaviye başlanmasına ve dolaylı olarak da morbidite ve mortalite oranlarında azalmaya yol açacaktır. Sonuç olarak ADTB tanısında konvansiyonel mikrobiyolojik yöntemlerin yetersiz kaldığı durumlarda moleküler testlerin kullanılabileceği düşünülmektedir.
Extrapulmonary tuberculosis (EPTB) is an important health problem like pulmonary TB in both developing and developed countries. EPTB may occur years after the primary infection or it may manifest itself as a rapidly progressive disease. TB is generally diagnosed by traditional methods, such as expectorate smear microscopy, chest radiography findings and expectorate culture. Current diagnostic procedures remain inadequate due to low mycobacteria levels in sample and/or time consuming procedures. We presented a case of EPTB who was diagnosed with TB polymerase chain reaction (PCR). Although the radiological and pathological findings were suspicious for TB, searching for acido-resistant bacilli (ARB) and TB culture did not reveal a positivity.
A 34 year old woman patient presented with 3-4 years history of waist pain which increased in the last 10 days. The patient was admitted to neurosurgery clinic with a prediagnosis of spondilodyscitis. The past history revealed that she had no fever and night sweeting but she had decreased appettite and weight loss in the last few months. X-ray chest graphy and computed tomography of the thorax were normal. While lomber magnetic resonance (MR) with contrast revealed dense contrast involvement in psoas muscle, lomber CT revealed bone destruction in corpus and posterior element of vertebra at L2-3 level. Abscess drainage was performed during surgery which was done for diagnosis and treatment. While no bacteria was grown in the bacterial and tuberculous cultures of sample, ARB was also negative. Pathologic examiantion revealed chronic inflammation, fibrosis and granulomatous reaction. TB PCR result practising with Real- Time PCR method within the same sample has been found positive.
In recent years, dianostic disadvantages are decreased with the usage of molecular tests. This will provide early diagnosis, treatment and decreased mobidity and mortality in EPTB. We suggest that molecular tests should be used in the situations where conventional microbiologic methods are not adequate.

REVIEW
9.
Biyosorpsiyon, Adsorpsiyon, Fitoremediasyon Yöntemleri ve Uygulamaları
Rasim Hamutoğlu, Adnan Berk Dinçsoy, Demet Cansaran-Duman, Sümer Aras
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.94914  Pages 235 - 253
Çevre kirliliği günümüzde önemli bir sorun teşkil etmektedir. Çevre kirleticilerine maruz kalmış alanlarda kullanılan remediasyon tekniği genellikle yüksek maliyetli olmaktadır. Endüstriyel atıklardan metallerin uzaklaştırılması için fiziksel ve kimyasal yöntemlerin yerine biyolojik moleküllerin kullanımı alternatif ve oldukça etkili yöntem olmaktadır. Metal gideriminde biyolojik moleküllerin kullanıldığı uygulamalar arasında biyosorpsiyon, adsorbsiyon ve fitoremediasyon yöntemleri yer almaktadır. Biyosorpsiyon, sulu ortamlardan metal iyonlarının biyokütle tarafından alınmasıdır. Biyosorbent yüzeyinde tutulacak çözünmüş maddelerin biyokütle etrafını saran çözücü sıvı film içerisinden geçmesi gerekmektedir. Biyosorpsiyon şartlarının gerçekleşebilmesi için bazı optimal koşulların oluşması gerekmektedir. Biyosorpsiyon yöntemi metal iyonu türü, biyokütle türü ve miktarı, konsantrasyon, sıcaklık, çözelti pH’ı gibi fizikokimyasal faktörlerden etkilenmektedir. Adsorpsiyon, moleküllerin temas ettikleri yüzeydeki çekme kuvvetlerine göre o yüzeyle birleşmesidir. Fitoremediasyon, biyolojik materyallerden biri olan bitki kullanılarak yapılan çevreyi ıslah etme teknolojisidir. Günümüzde fitoremediasyon teknolojisi yoluyla bitki materyali kullanılarak metal ile kirlenmiş alanlardaki organik ve inorganik maddeler temizlenebilmektedir. Fitoremediasyon tekniğinin en önemli avantajları arasında yerinde arıtım sağlaması ve bu teknikde ekstra enerjiye gereksinim olmamasıdır. Ayrıca fitoremediasyon tekniği doğal kaynaklara zarar vermez ve kamuoyu tarafından yüksek kabul görür. Bu avantajların yanında fitoremediasyon tekniği su, toprak ve sedimentte sadece sığ bölgelerde arıtıma olanak verir. Fitoremediasyon tekniğinin bir diğer dezavantajı ise çok ağır düzeylerde kirlenmiş alanlarda bitkilerin kısa sürede etkinliğini gösterememesidir. Bu nedenle ancak fitoremediasyon tekniği düşük düzeylerde kirlenmiş alanlarda kullanılabilir. Bitki kullanılarak topraklardan alınan metal alma işleminde amaç, toprak tarafından tutulmuş halde bulunan metallerin daha kontrol edilebilir ve taşınabilir forma dönüştürülmesidir Böylelikle, biyolojik materyaller (bakteri, mantar, liken ve bitki) kullanılarak maliyeti düşük ve yapılabilmesi kolay olan bu fitoremediasyon yöntemleri sayesinde metal kirliliğinin giderilmesi sağlanmış olacaktır.

LookUs & Online Makale