ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 71 (1)
Volume: 71  Issue: 1 - 2014
FULL JOURNAL
1.TBHEB 2014-1 Vol 71 Full Printed Journal
Murat DUMAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.60490  Pages 0 - 60
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Changes in resistance percentage to antibiotics in Pseudomonas aeruginosa and Acinetobacter baumannii strains isolated from blood cultures of intensive care unit patients
Berrin Uzun, Serdar Güngör, Nurbanu Sezak, İlhan Afşar, Müjde Şerifhan İlgün, Mustafa Demirci
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.68916  Pages 1 - 8
AMAÇ: Pseudomonas aeruginosa ve Acinetobacter baumannii enfeksiyonları özellikle yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) yatan hastalar için en önemli sorunlardan birisidir. Bu çalışmanın amacı, YBÜ hastalarında kan dolaşımı enfeksiyonlarına sebep olan P. aeruginosa ve A. baumanni etkenlerinin antimikrobiyal direnç paternlerini belirlemek ve ampirik tedavi protokollerinin uygunluğunu değerlendirmektir.
YÖNTEMLER: Ocak-Aralık 2010 ve Ocak-Aralık 2011 tarihlerinde YBÜ’de yatan hastalara ait hemokültür örneklerinde üreyen suşların direnç oranları ayrı ayrı incelenerek karşılaştırıldı. Bu iki zaman aralığı arasında direnç oranlarındaki farklılıklar karşılaştırılarak istatistiksel olarak analiz edildi.
BULGULAR: P. aeruginosa suşlarının piperasilintazobaktam, sefaperazon - sulbaktam, seftazidim, siprofloksasin, gentamisin, amikasin ve netilmisine direnç oranlarında 2011 yılında 2010 yılına oranla azalma olduğu saptandı (p değerleri sırasıyla, 0,0059, 0,0000, 0,0048, 0,0350, 0,0000, 0,0000, 0,0003). Buna karşılık, aztreonam direnç oranında artış saptandı (p değeri, 0,0155). İmipenem direncinin benzer oranlarda olduğu görüldü. A. baumannii suşlarının sefepim ve
amikasin direnç oranlarında ikinci periyotta ilkine oranla istatistiksel olarak anlamlı azalma saptandı (p değerleri, 0,0003 ve 0,0000). Ampisilin-sulbaktam, piperasilintazobaktam ve imipeneme karşı direnç oranlarında artış saptandı (p değerleri sırasıyla, 0,0003, 0,0210, 0,0033). Her iki bakteri türünde de kolistine direnç saptanmadı. A. baumannii izolatlarında tigesiklin direnci saptanmadı.
SONUÇ: Her hastanenin özellikle yoğun bakım birimlerinden izole edilen suşların antibiyotik direnç paternlerinin aktif sürveyansla takibi, ampirik tedavi yaklaşımlarını belirlemeye hizmet eder. Bu çalışmada antibiyotik kullanım politikasının hastane enfeksiyonları ile mücadelede önemli bir adım olduğu vurgulanmıştır. Sonuç olarak, direnç oranlarını azaltmak için, enfeksiyon kontrol önlemleri alınmalı, ampirik tedavi rejimleri sürekli gözden geçirilmeli ve aktif surveyans verilerine göre belirlenmelidir.
OBJECTIVE: Infections of Pseudomonas aeruginosa and Acinetobacter baumannii are one of the greatest concerns for hospitalized patients, particularly those in intensive care units (ICUs). The aim of this study was to determine the antimicrobial resistance percentages and to assess empirical treatment options for bloodstream infections due to P. aeruginosa and A. baumannii strains in ICU patients.
METHODS: Resistance percentages of strains isolated in January- December 2010 and January- December 2011 were separately analyzed and compared. The differences in resistance percentages between two intervals was statistically analyzed.
RESULTS: A statistically significant decrease was found in the resistance percentage of piperacillin-tazobactam, cefoperazone-sulbactam, ceftazidime, ciprofloxacin, gentamicin, amikacin and netilmicin in the second period compared with the first (p values were 0.0059, 0.0000, 0.0048, 0.00350, 0.0000, 0.0000, 0.0003, respectively) for P. aeruginosa strains. Whereas resistance percentage of aztreonam was increased (p value was 0.0155). Resistance percentage of imipenem was found similar. In A.baumannii strains, a statistically significant decrease
was found in resistance percentage of cefepime and amikacin in the second period compared with the first (p values were 0.0003, 0.0000). Resistance percentage of ampicillin-sulbactam, piperacillin-tazobactam and imipenem was increased (p values were 0.0003, 0.0210, 0.0033). There was no colistin resistance determined in both species. Tigecycline resistance was not found in A. baumannii isolates.
CONCLUSION: Active surveillance of antibiotic resistance percentages of isolated strains especially in ICUs serves to determine empirical treatment regimens in every institution. The present study emphasized that antibiotic usage policy is an important step to combat hospital infections. Consequently, infection control measures should be taken, empirical treatment regimens should be constantly reviewed, and should be determined according to active surveillance data in order to decrease resistance percentages.

3.Evaluation of the nutritional values of dietary foods for special medical purposes
Pınar Kaynar, Ayşe Kavaklı, Yıldırım Cesaretli, Hasan Irmak
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.93899  Pages 9 - 18
AMAÇ: Hastaların diyetlerini düzenlemek amacıyla kullanılan özel tıbbi amaçlı diyet gıdaların fiziksel ve organoleptik muayeneleri ile etiketlerinde yer alan bazı besin öğelerinin miktarlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Toplam 13 adet özel tıbbi amaçlı diyet gıda numunesi renk, görünüş ve koku yönünden fiziksel ve organoleptik incelenmiştir. İnceleme sonrasında numunelerin bazı besin öğeleri yönünden protein (kjeldahl), invert şeker (titrimetrik), yağ (asidobütirometrik), vitamin (A, E, B2, B6, C – HPLC/yüksek basınçlı sıvı kromatografisi) ve elementlerin (kalsiyum - Ca; krom - Cr; bakır - Cu, demir - Fe, sodyum - Na, potasyum - K, fosfor - P, manganez - Mn, molibden - Mo, magnezyum - Mg, çinko - Zn; ICP - OES/indüktif eşleşmiş plazma-optik emisyon spektrometresi) miktarlarının belirlenmesi için farklı yöntemler kullanılmıştır.
BULGULAR: Özel tıbbi amaçlı diyet gıda numunelerinin 100 g veya 100 mL’ sinde protein, 2,31 - 43,7 g; invert şeker, 0,5 - 15,3 g ve yağ 0 - 121,69 g arasında bulunmuştur. Bu numunelerin 100 g veya 100 mL’ sinde vitamin C, 7,54 - 1195,8 mg; vitamin B2, 0,16 - 0,99 mg; vitamin B6, 0,12 - 0,78 mg; vitamin E, 1,22 - 397,37 mg ve vitamin A, 41,56 - 450,69 μg RE (retinol eşdeğeri) arasında belirlenmiştir. Ayrıca numunelerin 100 g veya 100 mL’sinde element değerleri ise sırasıyla Na, 12,2 - 600 mg; K, 18,8 - 926 mg; P, 12,1 - 464 mg; Ca, 4,81 - 455 mg; Mg, 0,15 - 128 mg; Mn, 0,14 - 312 mg; Fe, 0,92 - 7,80 mg; Cu, 0,09 - 0,64 mg; Cr, 0,003 - 0,020 mg; Mo, 0,003 - 0,036 mg ve Zn, 1,03 - 17,20 mg arasında tespit edilmiştir.
SONUÇ: Özel tıbbi amaçlı diyet gıda numunelerinde analiz edilen besin öğesi içeriklerinin etiketlerinde beyan edilen değerlere uygun olduğu belirlenmiştir.
OBJECTIVE: The aim of this study is to determine the physical/organoleptic properties and quantitative of nutritional values in the dietary foods for special medical purposes used with the aim of satisfying the dietary management of patients.
METHODS: A total of 13 samples were examined physical and organoleptic properties as colour, appearance, odour. After the examination, the many methods were used for quantitative determinations of protein (kjeldahl), invert sugar (titrimetric), fat (acidobutirometric), vitamins (A, E, B2, B6, C – HPLC/high pressure liquid chromatographic) and elements (calcium – Ca, chromium - Cr, copper - Cu, iron - Fe, sodium - Na, potassium - K, phosphorus - P, manganese - Mn, molybdenum - Mo, magnesium - Mg, zinc - Zn - ICP - OES/inductively coupled plasma optical emission spectroscopy) in these products.
RESULTS: It was found that the values of protein in
100 g or 100 mL of these samples was 2.31 - 43.7 g. It
was determined that invert sugar and fat were ranged
from 0.5 - 15.3 g and 0 - 121.69 g, respectively. The values of vitamins (C, 7.54 - 1195.8 mg; B2, 0.16 - 0.99 mg; B6, 0.12 - 0.78 mg; E, 1.22 - 397.37 mg; A, 41.56 - 450.69 μg RE - retinol equivalent) were established. Also, the values of minerals (Na, 12.2 - 600 mg; K, 18.8 - 926 mg; P, 12.1 - 464 mg; Ca, 4.81 - 455 mg; Mg, 0.15 - 128 mg; Mn, 0.14 - 312 mg; Fe, 0.92 - 7.80 mg; Cu, 0.09 - 0.64 mg; Cr, 0.003 - 0.020 mg; Mo, 0.003 - 0.036 mg ve Zn, 1.03 - 17.20 mg) were obtained.
CONCLUSION: It was observed that the values determined for dietary foods for special medical purposes were similar to the values declared on the labels of the products.

4.Rational prescription of antibiotics among family physicians and specialists: attitudes and demands
Nilay Çöplü, Mustafa Necmi İlhan, Emine Fusun Ciliv, Zeynep Belma Şenlik, Mustafa Ertek
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.27879  Pages 19 - 26
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, klinisyen reçetelerinde antimikrobiyal ilaçların yazılma durumlarını ve bunu etkileyen faktörleri irdelemektir. Bu yolla antimikrobiyal direnç gelişimi ile savaşta geliştirilecek politikaların bazıları saptanırken, önlemlerin verimliliğiinin de ölçülmesi mümkün olacaktır.
YÖNTEMLER: Çalışma kapsamına Türkiye İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması’na göre saptanmış olan 12 bölgeden sekizi il (Edirne, Manisa, Sakarya, Ankara, Mersin, Nevşehir, Trabzon ve Elazığ) dahil edilmiştir. Her ilden 10 aile hekimi, 10 uzman doktor olmak üzere toplam 160 klinisyene, 33 soruluk bir anket yüz yüze görüşme tekniği ile uygulanmış ve veriler SPSS 15.0 ile analiz edilmiştir.
BULGULAR: Hekimlerin %82,9’u kentsel bölgede görev yapan %69,2’si 36-50 yaş grubunda ve %66.3’ü erkek hekimlerdir. Haftada muayene edilen hasta sayısının ortalaması 238,2 ± 123,0’dir. Haftada 69,5 ± 55,7 kişiye, 67,0 ± 56,9 kutu ve 6,5 ± 1,5 gün antimikrobiyal reçete yazıldığı belirtilmiştir. Muayene edilen her hastaya reçete/antibiyotik yazmama sırasıyla %78,0 ve %97,5 şeklindedir. En sık yazılan antimikrobiyaller penisilinler (%67,8), sefalosporinler (%36,3) ve makrolidler (%13,8) dir. Hasta tanı ve tedavisine ilişkin herhangi bir rehber kullanmama oranı %69,2’dir. Antibiyotik yazma kararında, önceki deneyim ve bilgi %61,7 etkili olup, amaç %91,56 sıklıkla tedavi olarak belirtilmiştir. Ankete yanıt veren hekimler antibiyotikleri, hastanın yazılmasını istemesi durumunda hastalığı ile ilgiliyse %86,7, evde bulundurma amaçlı ise %93,1 sıklıkla yazmayacaklarını belirtmişlerdir. Antibiyotik yazmadan önce %84,8 tetkik istendiği, antibiyotiği seçmede %98,11 hastanın kliniğinin, antibiyotiğin dozunu ayarlamada %90,62 hastanın yaşının etkili olduğu söylenmiştir. Antibiyotik yazılan hastaların şikâyetlerinde ilk üç sırayı ateş (%83,64), idrar yolu şikâyetleri (%73,58) ve boğaz ağrısı (%47,79) almaktadır. Klinisyenlerin %52,5’i mezuniyet öncesi ilaç/antimikrobiyal kullanma konusunda eğitim aldıklarını, %67,9’u bu eğitimi mezuniyet sonrasında aldıklarını, %63,1’i bu eğitimi üniversiteden aldığını ve %60’ı da eğitim almak istediğini söylemiştir. Eğitim almak istediğini söyleyen klinisyenlerin %36,4’ü enfeksiyon hastalıkları uzmanından, %30,9’u tıp fakültesinden ve %22,3’ü Sağlık Bakanlığından eğitim almak istediğini belirtmiştir. Hekimlerin hastalarına antibiyotik yazma sıklıkları düşük olarak beyan edilmiştir. Buna karşılık rehber kullanımı oranları da düşük bulunmuş ve arttırmak için önlemler alınması ve eğitim planlanması gerektiği düşünülmüştür. Hekimler hastalarına laboratuvar testi yaptırdıklarını söyleseler de, laboratuvar sonuçlarının antiyotik seçimini etkilemediği belirtilmiştir.
SONUÇ: Direnç gelişmesi ile savaşta antimikrobiyal seçimi önemli bir husustur. Ampirik tedavide o bölgedeki direnç oranları da göz önünde tutularak birinci seçenek ilaçlara öncelik verilmeli, hastaya özgü antimikrobiyal duyarlılık testleri (ADT) sonucuna göre de tedavi gözden geçirilmelidir. Bölgeye özgü direnç oranlarının saptanması için ülkemizde kurulan Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Sistemi (UAMDSS) verilerinden yararlanılabilir ayrıca hazırlanacak ulusal/uluslararası rehberler ve Avrupa Antibiyotik Farkındalık Günü gibi etkinliklerden faydalanılmalıdır. Hekimlerin mezuniyet öncesi ve sonrası akılcı ilaç/antibiyotik kullanımı ile ilgili eğitimi ve kanıta dayalı tıp uygulamaları arttırılmalıdır.
OBJECTIVE: This study aims to investigate the conditions and the factors affecting clinicians in prescription of antibiotic medicines. In this way, some of the policies to combat with the development of antibiotic resistance will be appointed and the measurement of the efficiency of the measures would be possible.
METHODS: For the study, 8 provinces have been selected from 12 region of Nomenclature of Territorial Units for Statistics according to Turkish Statistical Institute, which were Edirne, Manisa, Sakarya, Ankara, Mersin, Nevşehir, Trabzon and Elazığ. From each province 10 specialist and 10 family physician were included with a total of 160 clinicians. A questionnaire containing 33 questions had applied to them, and the data was analyzed with SPSS 15.0.
RESULTS: Of the physicians’s, 82.9% were from urban area, 69.2% from 36 to 50 years age group and 66.3% were males. The average number of patients who were examined was 238.2 ± 123.0 persons per week. It was indicated that antibiotic prescriptions were written 69.5 ± 55.7 people, 67.0 ± 56.9 box and 6.5 ± 1.5 days per week. Not writing any prescription/antibiotics for each patient examined were 78.0% and 97,5%, respectively. The most frequently written antibiotics were penicillins (67.8%), cephalosporins (36.3%) and macrolids (13.8%). Not using guidelines about diagnosis and therapy was 69.2%. The previous experience and knowledge
influenced the decision of prescribing antibiotics by 61.7%, and the goal was stated as treatment by 91.56%. The clinicians who replied to the questionnaire told that when it was requested to prescribe antibiotic by the patient, if it was related with his disease 86.7%, if it was for keeping at home, 93.1% were not to be prescribed. Before prescription of antibiotic, 84.8% laboratory test are requested, selection of antibiotic was depended on clinical findings of the patient by 98.11%, and to adjust the dose of antibiotic age of the patient is said to be
effective by 90.62%. The top three complaints of patients prescribed antibiotic were fever (83.64%), urinary tract complaints (73.58%), and sore throat (47.79%). Clinicians declared that they had received drug/antibiotic usage training during undergraduation by 52.5%; postgraduation by 67.9%; they received training from a university by 63.1%; and 60.0% of them said they want to receive training. The ones who want to receive training wanted to receive it from infectious disease specialist by 36.4%; from a university by 30.9%; from Ministry of Health by 22.3%. The frequency of antibiotic prescription is declared to be low by the clinicians. On the other hand, ratio of usage of guidelines is low and there is need to take measures and planning of training to increase it. Clinicians declare that they request laboratory tests, but the laboratory results doesn’t influence their antibiotic drug selection.
CONCLUSION: The choice of the antibiotic is a major concern for the struggle of resistance development. For empirical treatment resistance rates in that region should be kept in mind and priority should be given to the first choice drugs, and the treatment should be revised according to the result of patient-specific antibiotic susceptibility testing. For the detection of region-specific resistance rates in our country, the data of the National Antibiotic Resistance Surveillance System that has been established can be used. In order to explain the situation to medical doctors, guidelines and activities such as the European Antibiotic Awareness Day campaigns should be utilized. Undergraduate and postgraduate rational drug/antibiotic usage trainings and evidencebased medical practices of physicians should be increased.

5.Seroprevalance of leishmaniosis and toxoplasmosis in healthy appearanced street dogs in Eskisehir
Nihal Doğan, Ayşegül Taylan Özkan, Cahit Babür, Cem Köse
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.56833  Pages 27 - 34
AMAÇ: Zoonotik bir etken olan leishmaniosis ve toxoplasmosis, insan ve hayvanlarda çeşitli semptomlara yol açmakta ve halk sağlığı yönünden büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada, Eskişehir İl Merkezi’nde sağlıklı görünümlü barınak köpeklerinde leishmaniosis (KanL) ve toksoplasmosis seroprevalansının cinsiyet, yaş, ırk gibi değişkenlere göre belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Temmuz 2011-Kasım 2012 tarihleri arasında Eskişehir İl Merkezinden toplanan 185 sağlıklı görünümlü sahipsiz köpek, kuduz aşılaması ve kısırlaştırma nedeniyle Tepebaşı Belediyesi Veteriner İşleri Müdürlüğü Doğal Yaşam Merkezi yetkililerince toplanmıştır. Köpeklerin veteriner hekimler tarafından genel sağlık muayeneleri yapıldıktan sonra, kısırlaştırma operasyonu sırasında uygun koşullarda 5 ml kan örneği alınmış, serumları ayrılarak İndirekt Floresan Antikor Testi (IFAT) ile Leishmania infantum; Sabin Feldman Dye Testi (SFDT) ile de Toxoplasma gondii seropozitifliği araştırılmıştır. Sonuçlar SPSS versiyon 17,0 programı ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: SFDT ile 185 köpeğin 107 (%54,1)’sinde 1/16 ve üzeri titrede T. gondii seropozitifliği saptanmış; cinsiyet, yaş grupları ve köpek ırkları arasında istatistiksel açıdan önemli bir fark bulunmamıştır (Herbiri için p>0,05). IFAT ile örneklerin hiç birinde KanL açısından anlamlı olan 1/64 ve üzeri seropozitiflik saptanmamıştır. Ancak 1/16 titrede 34, 1/64 titrede bir olmak üzere toplam 35 köpekte düşük titrede seropozitiflik (%19) belirlenmiştir. Bu olgularda herhangi bir klinik bulguya rastlanmamıştır.
SONUÇ: Eskişehir İl Merkezi’nde sağlıklı görünümlü sokak köpeklerinde T. gondii seropozitifliği yanı sıra düşük titrelerde de olsa KanL seropozitifliği belirlenmiştir. Halk sağlığı açısından önemli riskler taşıyabilen sahipli ve sahipsiz köpeklerde düzenli olarak zoonotik enfeksiyon kontrolleri ve korunma önlemleri alınması önerilir.
OBJECTIVE: Leishmaniosis and toxoplasmosis, zoonotic agent, can cause several symptoms in human and animal and have quite importance for public health. In this study, it is aimed to determine the seroprevalence of canin leishmaniosis (CanL) and toxoplasmosis with comparing sex, age and strain in healthy looking street dogs in Eskisehir Province.
METHODS: Between July 2011-November 2012, 185 healthy lookig street dogs were caught in Eskişehir city center by officers of Tepebasi Municipality, Veterinary Directorate, Natural Life Center, Eskisehir because of rabies immunization and sterilization. After general health examination by veterinarian, during operation 5 ml blood samples were taken in appropriate conditions and sera were separated for Indirect Fluorescein Antibody Test (IFAT) for searching seropositivity against Leishmania infantum and Sabin Feldman Dye Test (SFDT) for Toxoplasma gondii. The results were evaluated by SPSS version 17.0 program.
RESULTS: Out of 107 of 185 dogs were found as seropositive (1/16 and over) by SFDT for T. gondii; no important differences were obtained statistically according to sex, age groups and dog strains (Each p>0.05). None of the samples determined as seropositive (1/64 or over) by IFAT. Total 35 dogs (19%) were found as weak positive (34 dogs in 1/16 and only one in weak positive 1/64 titer) and there were no clinical symptoms of leishmaniosis on these dogs.
CONCLUSION: In healthy looking street dogs in Eskisehir Province, seropositivity of T. gondii and weak seropositivity of CanL were determined. It is recommended to take some measures for regular control and prevention of zoonotic infections in owned or street dogs, which could carry important risk for public health.

CASE REPORT
6.Addison’s Disease occurring in late stage of antituberculosis treatment
Ayşegül Şentürk, Hatice Kılıç, Funda Karaduman Yalçın, Hatice Canan Hasanoğlu
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.82787  Pages 35 - 40
Addison hastalığı, sürrenal bezin otoimmün nedenli veya enfeksiyon hastalıklarına bağlı olarak gelişebilen hipofonksiyonudur. Tüberküloz tedavisi sırasında Rifampisinin mikrozomal enzim indüksiyonu aktivitesine bağlı olarak gelişebildiği bildirilmiştir. Tüberküloz tanısı konulan olgularda antitüberküloz tedavi başlandıktan sonra Addison olguları bildirilmiştir. Ancak tedavinin geç döneminde Addison hastalığı gelişen olguya rastlanmamıştır. Dokuz ay önce halsizlik, 20 kg kaybı, yutma güçlüğü yakınmaları ile polikliniğimize başvuran kırksekiz yaşında bayan hastanın; gastroenteroloji polikliniğindeki klinik değerlendrimesi ve endoskopisinde patolojik bulgu saptanmayan hastanın özgeçmişinde tüberküloz temas öyküsü yoktu. Bilinen ek hastalığı yoktu. Sistem sorgulamasında öksürük, balgam, hemoptizi, nefes darlığı, göğüs ağrısı, ateş ve gece terlemesi tanımlamıyordu. Sistemik değerlendirmesinde göğüs muayenesi doğaldı. Hepatosplenomegali, periferik lenf adenopati yoktu. Laboratuvar değerlerinde hemogram, sedimentasyon ve C-reaktif protein düzeyleri normaldi. PPD: 20 mm, serum anjiokonverting enzim düzeyi: 30 mg/dl (8-52 mg/dl) idi. PA akciğer grafisinde patolojik bulgu saptanmadı. Toraks bilgisayarlı tomografisinde subkarinal lenf nodu dışında patolojik bulgu yoktu. Hastaya yapılan bronkoskopide endobronşial lezyon yoktu. Bronş lavajı asidorezistanbasil (ARB), mikobakteri polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) negatifti. Endobronşial ultrasonografide (EBUS) 35 mm’lik, hipoekojen, içinde kalsifikayon bulunan lenf nodundan 5 kez EBUS-Transbronşial iğne aspirasyonu (TBİA) yapıldı. Transbronşial iğne aspirasyon yapıldı. Sonucunun kazeifikasyon içeren granülom şeklinde gelmesi üzerine, hasta mediastinal tüberküloz lenfadenit tanısı almıştır. Takiplerinde antitüberküloz tedavi alırken, radyolojik düzelme izlendi. Ancak hastanın tedavinin 8. Ayında aynı semptomlarla başvurması üzerine yapılan fizik muayenede hiperpigmentasyon varlığının gözlenmesi üzerine, endokrinolojik olarak değerlendirilmiş ve Addison hastalığı tanısı konmuştur. Hastaya kortikosteroid replasman tedavisi başlanmış ve klinik düzelme izlenmiştir. Olgumuz, mediastinal tüberküloz tanısı ile antitüberküloz tedavisi alırken tedavisinin 8. ayında sürrenal yetmezlik tablosu gelişmesi nedeni ile sunulmuştur.
Addison’s Disease that evolved due to infection or caused by autoimmune disease is a hypofunction of the adrenal gland. Addisson’s Disease might develop due to microsomal enzyme induction associated with treatment with Rifampisin. It is noted that the case reports of those who were diagnosed with Addison’s Disease after the antituberculosis treatment had been started. However, there are no cases where Addison’s Disease developed in the late period of antituberculosis treatment in the literature. A fourty eight year old female patient applied to our policlinic with complaints of weakness, twenty kg weight loss and difficulty in swallowing nine months ago. There was no history of tuberculosis in the patients background. It wasn’t determined from pathological sign on her examination and endoscopy in the policlinic of Gastroenterology. She didn’n have comorbid disease. Cough, sputum, hemoptysy, dyspnoe, chest pain, fever and night sweating were not in her complaints. Chest examination were normal. There was no hepatosplenomegaly. Serum hemogram, sedimentation and C-reactive protein were normal. PPD: 20 mm, Serum angioconverting enzym value: 30 mg/dl (8-52 mg/dl). Posteroanterior chest CAT scan was normal. There were not any other signs except subcarinal lymph nodes which are seen on thorax computarised tomograpy. Endobronchial lesion was not on her bronchoscopy. Asidoresistanbasil (ARB), Mycobcteria Polymerase Chain Reaction (PCR) was negative in her bronchial lavage. Transbronchial needle aspiration (TBNA) awas taken from a subcranial, hypoechoic, calcified lymph node of 35 mm using Endobronchial Ultrasound (EBUS). Patient was diagnosed with mediastinal tuberculosis due to granuloma containing calcification by pathologist on her biopsy. While she was taking antituberculosis treatment, her radiological signs were improved in follow up. However, she with the same complaints on the eighth month of treatment. Because of hyperpigmentatiton seen on her examination, she was evaulated by endocrinologist and diagnosed with Addisson’s Disease. Corticosteroid treatment was to the patient and clinical improvement was achieved. This case was reported because while she was taking antituberculosis treatment on the eighth month, Addison’s Disease had developed in the patient.

7.A rare wound infection agent: Achromobacter xylosoxidans (a case report)
Mürşide Tunçel Başoğlu, Şule Öztan, H. Eray Çöpçü
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.02360  Pages 41 - 44
Achromobacter xylosoxidans, fırsatçı enfeksiyonlara neden olabilen aerobik, non-fermentatif ve gram negatif bir bakteridir. Bu raporda, ayağına sert cisim çarpması sonucu yara enfeksiyonu gelişen ve travma sonrası kronikleşen olguda nadir tespit edilen A. xylosoxidans tartışılmıştır. 63 yaşında erkek hastada bir yıl önce ayak travması sonrası yara enfeksiyonu gelişmiştir. İki kez debridman ve ampirik antibiyotik tedavisi başlanan hastada enfeksiyon tekrarlanmıştır. Kliniğimize başvuran olgunun kültür antibiyogram sonuçlarına göre başlanan tedavisi sonucu klinik iyileşme sağlanmıştır.
Achromobacter xylosoxidans is an aerobic, non-fermenting and gram-negative bacteria causing opportunistic infections. In this report, a patient who’s foot was injured by impact with a hard object and infected by A. xylosoxidans which is rare is discussed. One year after the trauma in the 63 year old male, infection developed in the foot. Twice debridman and aupiric antibiotic treatment started but infection returned. The patient attended the clinic, then based on the culture antibiogram results, a new treatment regime was started and the patient improved.

REVIEW
8.Genome projects 5W1H: what, where, when, why, how and in which population?
Pelin Fidanoğlu, Nevin Belder, Beyza Erdoğan, Farid Rajebli, Özlem İlk, Hilal Özdag
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.14890  Pages 45 - 60
Genom projeleri yaşamın şifresi olarak tanımlanabilecek olan ve bir organizmanın genomunu oluşturan DNA dizisinin deşifre edilmesini hedeflemektedir. İnsan Genom Projesinin (İGP) fikri temelleri 1980’li yılların başlarında atılmıştır. 1990-2003 yılları arasında gerçekleştirilen ve 3,8 milyar dolara mal olan İGP ile sayısı ve kimliği gizli tutulan gönüllülerden alınan örneklerden insan genom dizisi açığa çıkarılmıştır. Genom verisinin anlamlandırılabilmesi için öncelikle “genom topoğrafyasının” ortaya konması, “gen anatomisinin” belirlenmesi gerekmiştir. Bu amaca ulaşabilmek için insan genom projesinin paralelinde birçok model organizmanın genom projesi gerçekleştirilerek bir genomun yapısına ait temel yapısal bileşenleri tanımlanmış ve genomun organizasyonel yapısı ile evrimsel gelişimine dair önemli bilgiler edinilmiştir. 2000’li yılların başlarından itibaren rezolüsyonu artarak gelişen mikrodizin teknolojisi ile genom topoğrafyasının en önemli bileşenleri olan Tekli Nükleotit Polimorfizm (TNP) ve Kopya Sayısı Varyasyonlarının (KSV) geniş ölçekle taranması mümkün hale gelmiştir. Diğer yandan İGP’nin temelinin 13 yılın sonunda tamamlanmasının ardından, 2004 yılında piyasaya çıkan yeni nesil dizileme teknolojisi ile James D. Watson’ın genomu yalnızca iki aylık bir süre içinde 1 milyon dolarlık bir bütçe ile dizilenmiştir. 2004 yılından bugüne yeni nesil dizileme teknolojisindeki gelişmeler ile insan genomunun dizilenme süresi bir güne ve maliyeti ise 6.600 dolara inmiştir. Bu derlemede özellikle tıp alanında büyük beklentiler yaratmış olan İGP’nin başlangıcından günümüze olan seyri anlatıldıktan sonra genom bilgisinin anlamlandırılabilmesi için modellenebilmesi ve hesaplanabilir hale gelmesinin gereğinin altı çizilecek, kişisel genetik tanı ve tedaviye giden yolda yapılan çalışmalar özetlenecektir.
Genome projects aim to decode an organism’s complete set of deoxyribonucleic acid (DNA), which can be described as the living code of organism. The idea of the Human Genome Project (HGP) was conceived in the early 1980s. The project was started at 1990 and finished at 2003. The sequencing of the whole human genome derived from the DNA of several anonymous volunteers, costed 3.8 billion dollars. In order to annotate the genome data, the “topography of the genome” and the anatomy of the genes should have been revealed. For this purpose, genome projects of several model organisms was carried out in parallel with HGP with the aim to identify basic structural components, organizational structure and evolutionarily development of the genome. With the advent of microarray technology in the early 2000s, high-throughput screening of Single Nucleotide Polymorphisms (SNPs) and Copy Number Variations (CNVs) became feasible. After the completion of HGP in 13 years, James D. Watson’s genome was sequenced with 1 million dollar budget in just 2 months using next generation sequencing technology. Today a human genome can be sequenced in just one day with the cost of 6.600 USD. In this reviev the HGP which created big expectations especially in medicine will be explained from its start to the present. Then we will summarize the studies paving the road to personalized medicine emphasizing the fact that to reveal the meaning of genomic information, it should become computable.

LookUs & Online Makale