ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 72 (2)
Volume: 72  Issue: 2 - 2015
RESEARCH ARTICLE
1.Diagnosis of acute brucellosis by polymerase chain reaction technique
Sabahat Çeken, Sedat Kaygusuz, Dilek Kılıç, Canan Ağalar
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.60437  Pages 91 - 98
GİRİŞ ve AMAÇ: Bruselloz, pek çok ülkede olduğu gibi ülkemiz
için de önemli bir halk sağlığı sorunu olan zoonozdur.
Özgül olmayan şikayetler ve bulgularla seyreden
hastalığın tanısında altın standart olan kültürde
bakteriyi üretmek oldukça zor ve zaman alıcıdır.
Rutinde daha sık kullanılan serolojik yöntemlerin çapraz
reaksiyonlardan dolayı özgüllüğü düşüktür. Polimeraz
zincir reaksiyonu (PZR) gibi moleküler yöntemler pek
çok enfeksiyon hastalığı gibi brusellozun erken ve hızlı
tanısında iyi bir alternatif yöntemdir. Bu çalışmada,
bruselloz tanısında PZR yönteminin konvansiyonel
yöntemlerle karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma grubu bruselloz ön tanılı 35
hasta ve 20 sağlıklı gönüllüden oluşturuldu. Hasta ve
kontrol grubundan serolojik çalışma için serum, PZR için
tam kan alınırken, hastalardan ateşli oldukları dönemde
kan kültürleri alındı. Tam kan örneklerinden elde edilen
lökosit pelletlerinden DNA izolasyonu yapıldı ve brusella
DNA’ sı in house PZR yöntemiyle tespit edildi.
BULGULAR: Hastaların Standart tüp aglütinasyon
(SAT) değeri 1 olguda 1/80 iken, diğerlerinde ≥1/160
idi. Bunların 16’sında kan kültürü pozitif bulundu.
Kontrollerin SAT değerleri negatif idi. PZR yöntemiyle
yapılan çalışmada hastaların %97’sinde pozitiflik
saptanırken kontrollerin hepsi negatif bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kullanılan PZR yönteminin erken ve hızlı
tanıda yüksek duyarlılıkta olduğu, bu nedenle bruselloz
hızlı ve doğru tanısı için kullanılmasının uygun olacağı
sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: Brucellosis is a zoonotic disease which is
a public health problem in our country like many parts
of the world. The illness has nonspecific symptoms
and physical signs. Bacterial culture is gold standard
in the diagnosis of brucellosis but it is difficult and
time consuming, so serologic techniques are used
routinely. But serologic techniques have low specificity
because of cross reactions. Molecular methods like
polymerase chain reaction (PCR) are good alternatives
in the early and rapid diagnosis of brucellosis, as it is in
other infectious diseases. The aim of this study was to
compare PCR method with conventional methods in the
diagnosis of brucellosis.
METHODS: The study included 35 patients and 20
healthy volunteers. Sera for serology and whole blood
samples for PCR were collected from each subject
in both groups. DNA was extracted from peripheral
mononuclear cells obtained from the blood samples and
an in house PCR assay was used to detect brucella DNA.
RESULTS: Standart tube agglutination (STA) titers of
most patients were ≥1/160, except one patient which
was 1/80. Blood cultures were positive for 16 patients.
The STA titers of all controls were negative. PCR was
positive for 97% of the patients and all of the volunteers
were negative.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is concluded that the tested PCR
assay has high sensitivity in the diagnosis of brucellosis
and it may be used in rapid and accurate diagnosis of
brucellosis.

FULL JOURNAL
2.TBHEB 2015-2 Vol 72 Full Printed Journal
Murat DUMAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.71224  Pages 91 - 174
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
3.Investigation of optimum temperature for coagulase test in Stahylococcus aureus strains
Birgül Kaçmaz, Serdar Gül, Doğan Barış Öztürk, Emine Ecemiş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.22438  Pages 99 - 102
GİRİŞ ve AMAÇ: Mikrobiyoloji laboratuvarında etüvün ısısı
önemlidir. Bakterilerin üretilmesinde ve antimikrobiyal
duyarlılığının saptanmasında genellikle önerilen etüv
ısısı 35±2 OC’dir. Bununla birlikte Staphylococcus
aureus suşlarında doğru bir şekilde metisilin
direncinin saptanmasında 35 OC’nin üzerinde etüv
ısısının uygun olmadığı, 35 OC’de metisilin direncinin
doğru saptanamayacağı bilinmektedir. S. aureus’un
tanımlanmasında kullanılan tüp koagulaz testinin
yapılmasında önerilen etüv ısısı farklı kaynaklarda
35 OC, 37 OC ve 35 OC - 37 OC olarak belirtilmiştir.
Bu çalışmada S. aureus suşlarında tüp koagulaz testi
için en uygun etüv ısısı araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma hastanemiz Enfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarında
yapılmıştır. Bakterilerin tanımlanmasında VITEK 2
otomatize sistem kullanılmıştır. Çeşitli klinik örneklerden
izole edilen 110 S. aureus suşu çalışmaya dahil edilmiştir.
Tüp koagülaz testi için tavşan plazması kullanılmış, test
üretici firma önerileri doğrultusunda yapılmıştır. Her
bakteri için iki ayrı koagulaz tüpü hazırlanmış, tüpler ayrı
ayrı 35 OC ve 37 OC’ye ayarlanmış iki farklı etüvde inkübe
edilmiştir. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve 24. saatin
sonunda tüpler pıhtı oluşumu için değerlendirilmiştir.
Sonuçlar üç grupta değerlendirilmiştir.
Grup 1: Pıhtı oluşumu gözlenmeyen
Grup 2: Zayıf pıhtı oluşumu gözlenen
Grup 3: Güçlü pıhtı oluşumu gözlenen
Verilerin analizi için SPSS 15.0 programı ve
grupların karşılaştırılması için de McNemar Bowker testi
kullanılmıştır.
BULGULAR: Suşların hepsi her iki etüv derecesinde de
test süresince pıhtı oluşturmuştur. Bakterilerin zamana
göre 35 OC ve 37 OC’de pıhtı oluşturma durumları
değerlendirilmiştir. Sonuçların karşılaştırılması
amacıyla yapılan istatistiksel değerlendirmede
inkubasyon sıcaklıkları ve gruplar arasında anlamlı fark
saptanmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın sonuçlarına dayanarak hem
35 OC ve hem de 37 OC’nin S. aureus suşlarında koagulaz
saptanmasında uygun olduğu bulunmuştur.
INTRODUCTION: Temperature of the incubator is important
in microbiology laboratories. The recommended
temperature is generally 35±2 OC for the detection of
growing and antimicrobial susceptibility of bacteria.
Nevertheless it is known that temperature over 35 OC
is inappropriate for detecting methicillin resistance in
Staphylococcus aureus. In different references, the
optimum temperature for tube coagulase test used for
differentiating S. aureus from other staphylococci is
recommended as 35 OC, 37 OC, and 35 OC - 37 OC. In this
study it was aimed to investigate the most appropriate
incubator temperature for tube coagulase test in
S. aureus strains.
METHODS: The study was conducted in Infectious
Diseases Laboratory of our hospital. VITEK 2 automated
system was used for identification of bacteria. Totally 110
S. aureus strains isolated from various clinical samples
were included in the study. Rabbit plasma was used for
tube coagulase test and the test was performed according
to the manufacturer’s instructions. Two identical sets of
tubes were prepared for each strain and each tube was
incubated at 35 OC and 37 OC in different incubators. All the
tubes were read at the end of first, second, third, fourth
and 24th hour for clot formation. Results were evaluated
in three groups.
Group 1: No clot formation
Group 2: Weak clot formation
Group 3: Strong clot formation
SPSS 15.0 program was used for data analysis
and McNemar Bowker test was used for comparing
groups.
RESULTS: All of the strains had clot formation at
both of the incubator temperatures during test period.
The clot formation degree of strains were examined
at 35 OC and 37 OC according to time. The statistical
analysis showed no significant differences between
incubation temperatures and groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the results obtained in
this study, both 35 OC and 37 OC was found appropriate
for determining coagulase positivity in S. aureus.

4.Comparison of three ELISA methods with CLIF test for detection of Anti-dsDNA antibody
Feyza Çetin, Alparslan Toyran, Özlem Aytaç, Feride Alaca Coşkun, İpek Mumcuoğlu, Feyza Alp, Altan Aksoy
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.88393  Pages 103 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Sistemik lupus eritematozus (SLE)
hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı antikorların
oluşturduğu otoimmün bir hastalıktır. Amerikan
Romatoloji Derneği (ACR) kriterlerine göre SLE
tanısında kullanılan immünolojik parametreler anti
nükleer antikor (ANA) ve anti-dsDNA otoantikorlarıdır.
Bu çalışmada anti-dsDNA antikorların saptanmasında,
CLIF yöntemi referans yöntem kabul edilerek, üç farklı
ELISA kitinin özgüllüğünün araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 1 Mayıs – 31 Temmuz
2013 tarihleri arasında hastanemiz mikrobiyoloji
laboratuvarına gönderilen klinik olarak SLE tanısı almış
olan 81 hastanın serum örnekleri dahil edilmiştir. Bu
serumlarda ANA varlığı öncelikle immünfloresan antikor
(IFA) yöntemiyle araştırılmıştır. Pozitif serum örnekleri
-80 OC’de prospektif analiz için saklanmış ve aynı gün
dört farklı anti-dsDNA testi ile çalışılmıştır. Bu testler;
üç adet anti-dsDNA ELISA kiti; CHORUS dsDNA-G
(DIESSE Diagnostica Senese, İtalya), Anti-dsDNA-Ncx
ELISA IgG (EUROİMMUN, Almanya), QUANTA Lite dsDNA
SC ELISA (INOVA Diagnostics, Kaliforniya) ve CLIF testi
(Crithidia luciliae anti-dsDNA, EUROIMMUN, Almanya)
idi.
BULGULAR: Hastaların IFA yöntemi ile ANA paternleri;
%35,8 homojen patern, %22,2 homojen+diğer patern,
%24,7 granüler patern, %8,7 granüler + diğer paternler,
%7,4 nükleolar patern ve %1,2 sentromer patern olarak
belirlenmiştir. Bu sonuçlara göre SLE hastalarında en sık rastlanan ANA paterni homojen patern olmuştur.
Çalışılan 81 serum örneğinin anti-dsDNA pozitiflikleri;
CLIF yöntemi ile 22 (%27), INOVA ile 46 (%56), EUROIMMUN
ile 34 (%41), CHORUS ile 50 (%61) saptanmıştır.
CLIF referans yöntem kabul edildiğinde ELISA kitlerinin
özgüllükleri ve pozitif prediktif değerleri (PPD) sırasıyla;
CHORUS ile %50, %42; INOVA ile %54, %41; EUROIMMUN
ile %71, %50’dir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ANA pozitif olgularda incelenen yöntemler
içinde Anti-dsDNA-Ncx ELISA IgG yöntemi diğer
yöntemlere göre daha yüksek özgüllük ve PPD’e sahiptir.
Bu çalışmanın CLIF yöntemi kullanılmadığında seçilecek
ELISA yöntemi açısından laboratuvarlara yol gösterici
olacağı düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Systemic lupus erythematosus (SLE) is an
autoimmune disease caused by antibodies which produced
against antigens commonly on cell nuclei. According
to the criteria of American College of Rheumatology
(ACR), the immunological parameters which are used for
diagnosis of SLE, are anti- nuclear antibodies (ANA) and
anti- dsDNA autoantibodies. In this study it is aimed to
investigate the specifity of three different ELISA tests by
comparing with CLIF test, as a reference method, for the
determination of anti-dsDNA antibodies.
METHODS: Sera of 81 patients who were diagnosed
as SLE and sent to the Microbiology Department of our
hospital between 1 May - 31 July 2013, were included
in the study. In these sera, ANA positivity was firstly
investigated by immunofluorescence antibody test
(IFA). Positive sera were stored at -80 OC for prospective
analysis and processed with four different anti-dsDNA
assays at the same day. These assays were three antidsDNA
ELISA kits including; CHORUS dsDNA-G (DIESSE
Diagnostica Senese, Italy), anti-dsDNA-Ncx ELISA IgG
(EUROIMMUN, Germany, California), QUANTA Lite dsDNA
SC ELISA (INOVA Diagnostics) and CLIF test (Crithidia
luciliae anti-dsDNA, EUROIMMUN, Germany).
RESULTS: ANA patterns of patients defined by IFA
were determined as; 35.8% homogeneous pattern,
22.2% homogeneous and other patterns, 24.7%
granular pattern, 8.7% granular and other patterns,
7.4% nucleolar pattern and 1.2% centromere pattern. According to these results, most common ANA pattern
in SLE patients was found as homogeneous pattern. AntidsDNA
positiveness of 81 sera samples were 22 (27%) with
CLIF test, 46 (56%) with INOVA, 34 (41%) with EUROIMMUN
and 50 (61%) with CHORUS. When CLIF test was
considered as reference method, specificity, and positive
predictive value (PPV) of ELISA kits were respectively;
50%, 42% for CHORUS; 54%, 41%for INOVA and 71%, 50%
for EUROIMMUN.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Anti-ds DNA-NcX IgG ELISA method had
higher specifity and PPV than other tested methods in
ANA positive cases. It is thought that this study may guide
the laboratories to choose ELISA method in lack of CLIF
method.

5.Tick bite in Pediatric Emergency Department: is laboratory necessary in asymptomatic patients
Sinan Oğuz, Veli Korkmaz, Funda Kurt, Deniz Tekin, Emine Suskan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.09471  Pages 109 - 114
GİRİŞ ve AMAÇ: Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) keneler
ile bulaşan potansiyel olarak ölümcül bir hastalıktır.
İnkübasyon, prehemorajik, hemorajik ve konvalesan
olmak üzere dört dönemden oluşan klinik bir seyre
sahiptir. Ancak her kene tutunmasında hastalık
oluşmayacağı için bu şikayetle başvuran olguların
ayaktan izlenebileceği ve laboratuvar tetkiklerine gerek
olmadığı belirtilmektedir. Bu çalışmada hastanemiz
çocuk acil servisine kene tutunması ile gelen ve ek
yakınması olmayan olguların klinik ve laboratuvar
özellikleri incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Acil Servisine Ocak 2012–Aralık 2013 tarihleri arasında
kene tutunması yakınması ile başvuran asemptomatik
olguların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir.
Olguların yaş, cinsiyet, başvuru zamanı, kenenin vücuda
tutunma bölgesi (baş boyun, gövde ve ekstremite
olarak), kenenin kimin tarafından uzaklaştırıldığı, kene
tutunma zamanı ile başvuru arasında geçen süre, fizik
inceleme ve laboratuvar tetkikleri geriye dönük olarak
incelenmiştir. Acil başvurusunda kene tutunmasına ek
olarak ateş, halsizlik, karın ağrısı, baş ağrısı, kas ağrısı,
kanama ya da herhangi bir ek yakınması olan olgular
çalışmaya dâhil edilmemiştir.
BULGULAR: Kene tutunması yakınması ile başvuran
54 (%64,3)’ü erkek, 30 (%35,7)’u kız toplam 84 olgu
değerlendirmeye alınmıştır. Olguların yaş ortalaması 6,49 ± 3,77 (4 ay – 15,5 yıl) olarak bulunmuştur. En sık
başvuru 20 (%23,8) olgu ile Ağustos ayında olmuştur.
Kenenin en sık (%50) baş boyun bölgesine tutunduğu
görülmüştür. Olguların %79,2’sinde keneyi doktor
çıkarmıştır. 75 (%89,3) olguda tam kan sayımı, 45 (%53,6)
olguda karaciğer fonksiyon testleri ve 64 (%76,2) olguda
kanama profili tetkiklerinin yapıldığı görülmüştür. Tüm
laboratuvar sonuçları normal sınırlarda saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Olgu sayılarının yıllar içinde artması
ve ölümle sonuçlanabilen bir hastalığa yol açması
nedeni ile kene ile bulaşan hastalıklar güncelliğini
korumaktadır. Sonuç olarak kene tutunması yakınması
ile başvuran olgularda dikkatli fizik inceleme sonrası
hastalığa ait bulgular anlatılarak, on gün içerisinde ani
ateş yükselmesi, baş ve kas ağrısı, halsizlik yakınmaları
olursa tekrar başvurmaları gerektiği belirtilerek ayaktan
izlenmesi uygun gözükmektedir. Yakınması olmayan
olgularda erken dönemde laboratuvar tetkiklerinin
yapılmasıda fayda görülmemiştir.
INTRODUCTION: Crimean-Congo Hemorrhagic Fever
(CCHF) is a potentially fatal disease which transmitted
by ticks. There are four clinical course of disease
including incubation, prehemorrhagic, hemorrhagic and
convalescent period. The disease is not likely to occur
for each tick bite, so tick bite cases could be follow
outpatient and laboratory tests are not indicated. In this
study, the clinical and laboratory properties of patients
who presented with tick bite to our pediatric emergency
department were evaluated.
METHODS: Asymptomatic tick bite cases, were who
admitted to the Ankara University Pediatric Emergency
Department, between January 2012 and December 2013,
were investigated retrospectively. Gender, age, region
cling to the body of the tick, physical examination and
laboratory tests of cases and the person who removed
out tick, were analyzed. Cases having symptoms like
fever, weakness, abdominal pain, headache, muscle
pain etc. in addition to tick bite, were not included in
the study.
RESULTS: Total of 84 cases composed of 54 (64.3%)
male and 30 (35.7%) female, who presented symptoms
of tick bite were evaluated. The average age of the
cases was found to be 6.49 ± 3.77 (4 months-15. 5 years).
The most common application has been in August with
a number of 20 (23.8%) cases. The head and neck was
found to be most frequently (50%) attached region by ticks. In 79.2% of cases, the tick were removed out by
a doctor. It was determined that in 75 (89.3%) cases
complete blood count tests, in 45 (53.6%) cases liver
function tests and in 64 (76.2%) cases haemostasis panel
tests were performed. All laboratory results were found
to be within normal reference ranges.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Tick-transmitted diseases remain up
to date because of leading to a fatal disease and the
increased number of cases over the years. As a result,
in cases with complaints of tick bite, the findings of
the disease should be explained after careful physical
examination. If sudden fever, head and muscle aches,
fatigue symptoms occur within ten days, it should
be noted that they must apply again. In these cases
ambulatory monitoring seems appropriate. The
laboratory tests were seen to be ineffective in the early
stages of asymptomatic cases.

6.Evaluation of microorganisms isolated from blood cultures and antibiotic sensitivity obtained at Kahramanmaraş Necip Fazıl City Hospital in the last two years
Esra Özkaya, Seray Tümer, Özlem Kirişci, Ahmet Çalışkan, Pınar Erdoğmuş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.49260  Pages 115 - 122
GİRİŞ ve AMAÇ: Kan akımı enfeksiyonları (KAİ) mortaliteyi ve
morbiditeyi arttıran önemli hastane enfeksiyonlarından
biridir. KAİ’nin erken tanısı, infeksiyona neden olan
organizmanın tespit edilmesi ve antimikrobiyal duyarlılık
testlerinin yapılması hastanın prognozu açısından
oldukça önemlidir. Bu çalışma da kan kültürlerinden
izole edilen mikroorganizmalar ve antimikrobiyal
duyarlılıkları incelenerek, hastanemizdeki KAİ
etkenlerinin dağılımı ve antimikrobiyal ilaç duyarlılığının
ortaya konması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda Eylül 2012 - Mayıs 2014
tarihleri arasında Kahramanmaraş Necip Fazıl Şehir
Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına tüm birimlerden
gönderilen kan kültürü örnekleri incelendi. Örnekler
BACTEC/9050 (Becton Dickinson, Maryland, ABD)
otomatize sisteminde inkübe edildi. Mikroorganizmaların
tanımlanmasında konvansiyonel yöntemlere ek olarak
gerektiğinde Vitek 2.0 Compact (Biomerieux, Fransa)
otomatize sistemi kullanıldı. İzolatların antibiyotiklere
duyarlılık testleri, Kirby Bauer disk difüzyon yöntemiyle
Klinik ve Laboratuvar Standartları Enstitüsü (CLSI)
standartlarına uygun olarak çalışıldı.
BULGULAR: Çalışma süresince laboratuvarımıza
toplam 2.923 kan kültürü örneği gönderildi. Gönderilen kan kültürü örneklerinin 697 (% 23,9)’sinde üreme oldu,
89 (%3,04)’u kontaminasyon olarak değerlendirilirken,
2137 (%73,1)’sinde üreme tespit edilmedi. Üreyen
izolatlardan 113 (%16,2) tanesi mükerrer izolat kabul
edilip değerlendirme dışı bırakılarak 584 (%20,0) izolat
değerlendirmeye alındı. Değerlendirmemiz sonucunda;
patojenler arasında ilk sırayı %58,2 ile koogüloz negatif
stafilokok (KNS) ve bunu %8 ile Escherichia coli, %7,9 ile
Acinetobacter spp. aldığı izlendi. Bakterilerin antibiyotik
duyarlılıklarına bakıldığında, KNS’lerde metisiline
direncin %54,9, Staphylococcus aureus’da %34,4 olduğu
tespit edildi. Buna karşılık vankomisin ve linezolide karşı
iki bakteri türünde de direnç saptanmadı. Enterokoklarda
ise %55,6 penisilin direnci belirlendi. Bir (%4,5) hastada
vankomisin direnci saptanırken, linezolid ve teikoplanin
direnci görülmedi. Enterobacteriaceae ailesinin
tigesikline duyarlı olduğu görüldü. Klebsiella spp.’de
%5,9 oranında imipenem direnci saptandı. Acinetobacter
spp’nin en çok tigesikline (%2,4) duyarlı olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Klinisyenlere yol göstermesi açısından
ampirik tedavi protokollerinin güncellenmesi, doğru
antibiyotik kullanımı için belirli zaman aralıklarında
kan kültürlerinden izole edilen mikroorganizmaların
dağılımını ve duyarlılık paternini gösteren çalışmaların
yapılması gerekmektedir.
INTRODUCTION: Blood stream infections (BSI) is one
of the significant hospital-acquired infections that
increase mortality and morbidity. Early diagnosis of BSI,
identification of microrganisms that cause infection and
analyzing antimicrobial sensitivity tests are important in
terms of patient’s prognosis. In this study microorganisms
isolated from blood cultures and their antimicrobial
sensitivity were investigated. Besides, to reveal the
distribution of our hospital’s BSI pathogens and to present
their antimicrobial sensitivity paterns, were aimed.
METHODS: In this study blood culture samples
collected at Kahramanmaraş Necip Fazıl City Hospital
between September 2012 - May 2014, were examined.
Samples were incubated with BACTEC/90050 (Becton
Dickinson, Maryland, the USA) automatization system.
For the identification of microorganisms, Vitek version
2.0 (Biomerieux, France) automatization system
was used in addition to conventional methods when
necessary. Antibiotic sensitivity tests were studied in
compliance with Clinical and Laboratory Standards
Institute (CLSI) standards with Kirby-Bauer disc diffusion
susceptibility test.
RESULTS: During our study period 2.923 blood
cultures were analysed. Six hundred ninety seven (23,7%) samples gave reproductive signal as positive. We
observed contamination in 89 (12.8%) of samples. In 2137
(73.1%) samples reproductive signal was not received.
While repeating isolates were excluded from study, 584
(20.0%) isolates were included in the study. The mostcommon
organisms causing BSIs were coagulase negative
staphylococci (CNS) (58.2%), Escherichia coli (8%)
and Acinetobacter spp. (7.9%). Methicillin resistance
was detected in 54.9% of CNS isolates and in 34.4%
Staphylococus aureus isolates. However vancomycin and
linezolid resistance were not detected in both of the
bacteria. For Enterococci, 55.6% penicilline resistance
was determined. For one patient (4.5%) vancomycine
resistance was detected, linezolid and teichoplamin
resistance were not stated. Isolates belonging to
Enterobacteriaceae family were sensitive to tigecycline.
Among Klebsiella spp., 5.9% of the isolates were resistant
to imipenem. 2.4% of Acinetobacter spp. isolates were
resistant to tigecycline.
DISCUSSION AND CONCLUSION: To refer clinicians, there is need to
make studies about distribution of microorganisms and
their antibiotic sensitivity patterns which are isolated
from blood cultures in certain time intervals for
updating empirical treatment protocols and right usage
of antibiotics.

7.Seropositivity rates of HBsAg, anti-HCV, HIV and VDRL in blood donors in Corum Turkey
Ayşe Semra Güreser, Semra Özçelik, Zehra İlkay Boyacıoğlu, Leyla Özünel, Ünver Yıldız, Ayşegül Taylan Özkan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.30974  Pages 123 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, bir orta Anadolu şehri
olan Çorum’da; kan bağışçılarında bakılması zorunlu
enfeksiyon göstergeleri olan hepatit B yüzey antijeni
(HBsAg), hepatit C virüsü antikoru (anti-HCV), insan
immün yetmezlik virüsü (HIV1 /2) antijen/antikoru
ve Venereal Hastalık Araştırma Laboratuvarı (VDRL)
testlerinin pozitif olma sıklığını ve yıllara göre dağılımını
saptamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2008-Eylül 2013 tarihleri arasında
Hitit Üniversitesi Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Transfüzyon Merkezine başvuran 13.780 kan bağışçısı
örneği retrospektif olarak HBsAg, anti-HCV, HIV 1/2
antijen/antikoru ve VDRL bulguları, yıllara ve cinsiyete
göre dağılımı açısından sorgulandı. HBsAg, anti-HCV,
HIV 1/2 testleri kemilüminesan mikropartikül enzim
immünassay yöntemi (Architect, Abbott Diagnostics
cihazı-ABD; Abbott Diagnostics kitleri HBsAg İrlanda,
anti-HCV-Almanya, HIV Ag/Ab Combo-Almanya) ile
çalışıldı. HIV pozitifliği saptanan bağışçı örnekleri
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Mikrobiyoloji Referans
Laboratuvarları Daire Başkanlığı’nda, western blot (WB)
yöntemi ile doğrulandı. Sifiliz tarama testleri ise VDRL
(Plasmatec Laboratory Products- İngiltere) yöntemi ile
değerlendirildi.
BULGULAR: 13.780 kan bağışçısının 856 (%6,2)’sı
kadın, 12.924 (%93,8)’ü erkek olup, yaşları 18-60
arasında değişmekteydi. Bağışçıların 136 (%0,99)’sında
HBsAg, 47 (%0,34)’sinde anti-HCV, 11 (%0,08)’inde HIV 1/2 ag/ab ve 12 (%0,09)’sinde VDRL pozitif olarak
bulunmuştur. HIV 1/2 ag/ab pozitifliği belirlenen
örnekler WB ile negatif olarak saptanmıştır. HBsAg
kadın bağışçıların altı (%0,7)’sında, erkek bağışçıların
130 (%1,01)’unda, VDRL kadın bağışçıların üç
(%0,35)’ünde, erkek bağışçıların dokuz (%0,07)’unda
pozitif olarak belirlenmiştir. Anti-HCV ve HIV 1/2 ag/
ab testleri tüm kadın bağışçılarda negatifken erkek
bağışçılarda sırasıyla 47 (%0,36) ve 11 (%0,09) kişide
pozitif bulunmuştur. HBsAg’nin kadın ve erkeklerde
saptanma oranları arasında fark olmadığı görülürken
(p=0,47), pozitif kadın bağışçı sayısının az olması
nedeniyle diğer parametreler için istatistiksel analiz
yapılamamıştır. HBsAg pozitiflik oranlarında 2012 ve
2013 yıllarında, sifiliz pozitiflik oranlarında ise 2010
yılı sonrasında azalma olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Transfüzyon Merkezimizde alınan; donör
sorgulama formunun etkin bir şekilde doldurulması
ve donör seçim kriterlerine titizlikle uyulması
gibi önlemler nedeniyle Transfüzyon Merkezimize
başvuran kan bağışçılarında saptanan HBsAg, anti-
HCV, HIV ve VDRL seropozitiflik oranları ülkemizden
bildirilen diğer oranlardan düşük olarak bulunmuştur.
Bölgesel karşılaştırmaların yapılabilmesi için,
ilimiz genelinde Hepatit B, Hepatit C, HIV ve sifiliz
seroprevalansı konusunda çalışmalar yapılması yararlı
olacaktır.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to
determine the frequency and distribution of the
hepatitis B surface antigen (HBsAg), hepatitis C virus
antibody (anti-HCV), human immunodeficiency virus
(HIV-1/2antigen/antibody) and Venereal Disease
Research Laboratory (VDRL) seropositivity, some of
the mandatory tests in blood donors, among years, in
Corum - a Turkish mid-Anatolian city.
METHODS: 13.780 blood donor samples admitted
to the Transfusion Center of Hitit University, Çorum
Training and Research Hospital, between January 2008
and September 2013, were included in the study. Donor
samples were analyzed using HBsAg, anti-HCV and
HIV 1/2 ag/ab, VDRL tests and findings were analyzed
retrospectively among years and by gender. For
HBsAg, anti-HCV and HIV 1/2 tests, chemiluminescent
microparticle enzyme immunoassay (Architect, Abbott
Diagnostics, USA) method is applied by using Abbott
Diagnostics kits (HBsAg- Ireland, anti-HCV-Germany,
HIV Ag / Ab Combo-Germany). Anti-HIV positive samples
were sent to the Department of Microbiology Reference
Laboratory in Public Health Institution of Turkey, in
order to confirm the samples by using Western Blot
Method (WB). Syphilis screening tests were performed
by using VDRL tests (Plasma Tec Laboratory Products-
United Kingdom).
RESULTS: Among total of 13.780 blood donors; 856
(6.2%) were female, 12.924 (93.8%) were male and ages ranged between 18 and 60. Seropositivity rates
for HBsAg, anti-HCV, HIV and VDRL were determined
as 0.99% (136), 0.34% (47), 0.08% (11) and 0,09% (12),
respectively. All HIV-1/2 positive detected samples were
retested using WB method and without exception they
were negative. HBsAg were determined as positive in
0.7% (6) of female, 1,01% (130) of male donors and VDRL
results in 0.35% (3) of female, 0.07% (9) of male donors.
Female donors’ samples were detected as negative for
anti-HCV and HIV-1/2 ag/ab tests, but male donors has
positivity of 0.36% (47) and 0.09% (11), respectively.
There was no significant correlation between HBsAg
positivity and gender (p=0.47). Since the number of
women donors is quite low, statistical analyses could
not be performed for other parametres. It was found
that HBsAg positivity rate decreased in 2012 and 2013,
and the syphilis positivity rate decreased after 2010.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Consequently, HBsAg, anti-HCV, HIV
and syphilis seropositivity rates were significantly
lower than in many other publications reported in our
country, due to the preventions taken in our Transfusion
Center like effective questionnaire to be filled out by
donors and follow donor selection criteria scrupulously.
As a further study recommendation, it would be useful
to investigate hepatitis B, hepatitis C, HIV and syphilis
seroprevalence in Çorum region, for comparing results
among different regions.

8.Investigation of three different methods for detection of ESBL production and antibiotic resistance percentage of ESBL producing Gram negative bacteria
Mustafa Güzel, Yasemin Genç, Altan Aksoy, Penka Moncheva, Petya Hristova
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.33239  Pages 131 - 138
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada genişlemiş spektrumlu betalaktamaz
(GSBL) üreten bakterilerin doğru ve hızlı
tanımlanması için kromojenik agarın etkinliğini test
etmek ve GSBL ürettiği tespit edilen 105 bakteride
antibiyotik direnç oranlarının tespit edilmesi
amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kombine disk yöntemi, E test yöntemi
ve kromojenik agar ile GSBL üretimi tespit edilmiştir.
Ayrıca bu şuşların 21 antibiyotiğe karşı duyarlılıkları CLSI
(Clinical Laboratory Standards Institute) kriterlerine
göre çalışılmıştır. Duyarlı kabul edilen zon çapları
değerlendirilmiş, orta duyarlı suşlar dirençli kabul
edilmiştir. İstatistiksel değerlendirme Fisher’s ki-kare
testiyle yapılmıştır.
BULGULAR: Kombine disk yöntemi ile 105 (81 tanesi
Escherichia coli ve 24 tanesi Klebsiella spp.), E test ile
96 ve kromojenik agar ile 99 suşun GSBL ürettiği tespit
edilmiştir. Kromojenik agar yöntemi ile GSBL tespitinin
duyarlılığı %94,8. GSBL üreten suşların dirençli kabul
edildiği sefuroksim, sefazolin ve sefotaksim’e tüm
suşların dirençli olduğu görülmüştür. Beta-laktam/
beta-laktamaz inhibitörü kombinasyonları içerisinde
ampisilin-sulbaktam direncinin (%75,2) yüksek olduğu
bu grupta en az dirençli antibiyotiklerin piperasilintazobaktam
(%31,4) ve sefoperazon -sulbaktam (%32,4)
olduğu tespit edilmiştir. Karbapenemlere (imipenem, meropenem ve ertapenem) dirençli toplam 8 (%7,6) suş
tespit edilmiş olup en düşük direnç oranı karbapenem
grubu antibiyotiklerde saptanmıştır. Beta-laktam/betalaktamaz
inhibitörü kombinasyonları, aminoglikozidler,
trimetoprim – sülfametoksazol ve kloramfenikole
Klebsiella spp. suşlarının E. coli’den daha dirençli
olduğu fakat kinolonlara E. coli suşlarının daha dirençli
olduğu tespit edilmiştir (p< 0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: GSBL tespitinde kromojenik agar kullanımının
bir avantaj sağlamadığı, GSBL üreten suşlarda en düşük
direnç oranına sahip antibiyotiklerin karbapenemler
olduğu, GSBL üreten bakterilerin türlerinin direnç
oranlarını belirlemede ve tedavide kullanılacak
antibiyotiğin seçiminde önemli olduğu görülmüştür.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to evaluate
the efficacy of chromogenic agar for rapid and accurate
identification of bacteria producing extended spectrum
beta-lactamase (ESBL) and to investigate the antibiotic
resistance rates of 105 bacteria that were determined
to produce ESBL.
METHODS: ESBL production was investigated using
combined disc method, E-test and chromogenic agar.
Additionally, susceptibility patterns of these strains to
21 antibiotics were studied according to the criteria of
CLSI (Clinical and Laboratory Standards Institute). Zone
diameters categorized as susceptible were evaluated,
and strains showing intermediate susceptibility were
considered as resistant. Fisher’s chi-square test was
used in statistical analysis.
RESULTS: A hundred and five strains (81 Escherichia
coli, 24 Klebsiella spp.) were found to produce ESBL by
combined disc method, while 96 strains were found to
produce ESBL by E-test and 99 strains by chromogenic
agar. The sensitivity and positive predictive value
of chromogenic agar for ESBL production was 94.8%
and 91.9%, respectively. All strains were found to be
resistant to cefuroxime, cefazolin and cefotaxime, the
antibiotics that ESBL producing strains are considered
to be resistant to. Among beta-lactam/beta-lactamase
inhibitor combinations, the highest resistance was against ampicillin-sulbactam (75.2%), and the lowest
resistance was against piperacillin-tazobactam
(31.4%) and cefoperazone-sulbactam (32.4%). A total
of 8 strains (7.6%) were found to be resistant to
carbapenems (imipenem, meropenem, and ertapenem)
and the lowest resistance rate was observed to this
group of antibiotics. Klebsiella spp. strains were
found to be more resistant to beta-lactam-betalactamase
inhibitors, aminoglycosides, trimethoprimsulfamethoxazole
and chloramphenicol than that of E.
coli, but E. coli strains were found to be more resistant
to quinolones (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was observed that the use of
chromogenic agar has no advantage in detecting ESBL
enzymes, the lowest resistance rate in ESBL producing
strains was to carbapenems, and the species of ESBL
producing bacteria was important in determining
the resistance rates and selection of the appropriate
antibiotic for treatment.

CASE REPORT
9.Endoscopic extraction of Fasciola hepatica: a case report
Nevzat Ünal, Yeliz Tanrıverdi Çaycı, Özgür Ecemiş, Ahmet Bektaş, Murat Hökelek
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.38259  Pages 139 - 142
Fasciola hepatica koyun yetiştiriciliği yapılan
ülkelerde sıklıkla görülen bir zoonozdur. F. hepatica
enfeksiyonu erken dönemde ateş, karın ağrısı ve
eozinofili ile karakterizedir. F. hepatica nadiren
bilier tıkanıklık ve iktere neden olur. Vakamız,
Türkiye’nin kuzey kıyı şeridinde bir şehir olan
Giresun’dan karın ağrısı ve ikter nedeniyle gelen
22 yaşında bayan hastadır. Nedeni araştırmak için
yapılan batın ultrasonu ve laboratuvar testlerinde;
proksimal koledokta genişleme ve tubuler ekojenite
ile karaciğer enzimlerinde yükselme görülmüştür.
Endoskopik retrograd kolanjiopankreatografi’de
intrahepatik safra kanallarında minimal genişleme
ve hilusta heterojenöz dolma defekti görülmüştür.
Biliar sfinkterotomi uygulanmış ve F. hepatica
balon kateter ile çıkarılmıştır. Bu vakada endoskopik
retrograd kolanjiopankreatografi (ERCP)’nin fasiyoliyaz
tanı ve tedavisinde önemli bir role sahip olduğu
görülmüştür.
Fasciola hepatica infection is a zoonosis mostly
encountered in the sheep-raising countries. The
early phase F. hepatica infection is characterised
by fever, abdominal pain and eosinophilia. The
biliary obstruction and icterus are rarely caused by
F. hepatica. Our case was a 22-years old female,
from Giresun, a north coast city of Turkey, who
applied because of icterus and abdominal pain. To
analyse the problem abdominal US and laboratory
tests was performed which showed dilation in the
proximal of choledochal and tubuler echogenites and
elevated hepatic enzymes. Endoscopic retrograde
cholangiopancreatography showed minimal dilatation
of intrahepatic bile ducts and heterogenous filling
defect in the hilus. Biliary sphincterotomy had been
applied and F. hepatica had been removed by balloon
catheter. This case report showed that endoscopic
retrograde cholangiopancreatography (ERCP) has an
important role in the diagnosis and the treatment of
biliary fascioliasis.

REVIEW
10.Does vitamin D affects components of the metabolic syndrome?
Sevil Karahan Yılmaz, Aylin Ayaz
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.46693  Pages 143 - 154
Metabolik sendrom tüm dünyada giderek
yaygınlaşan kardiyometabolik komplikasyonları ile
yüksek morbidite ve mortaliteye sahip önemli bir halk
sağlığı sorunudur. Kalıtımla gelen bazı özellikler dışında
hareketsiz yaşam tarzı, yanlış beslenme alışkanlıkları
gibi çevresel etmenler metabolik sendrom için risk
faktörü oluşturmaktadır. Metabolik sendromun önemli
komponentleri; dislipidemi (HDL düzeyi düşüklüğü,
artmış trigiserid düzeyi), hiperglisemi, yüksek kan
basıncı ve abdominal obezitedir. Metabolik sendromu
oluşturan beş ana komponent dışında temelinde
insülin direncinin rol oynadığı düşünülen birçok klinik
tabloda bu sendromun klinik yansımaları olarak
kabul edilmektedir. Metabolik sendromun klinik
yansımaları; diyabet, esansiyel hipertansiyon, visseral
obezite, kardiyovasküler rahatsızlıklar, insülin direnci,
osteoporoz, polikistik over sendromu, dislipidemi,
hiperkoagulabilite, hiperürisemi, kemik mineral
yoğunluğu, yağlı karaciğer ve uyku apnesidir. Son yıllarda
D vitamininin, şişmanlık ve insülin direncinin neden
olduğu hastalıkların oluşumunu önlediği, eksikliğinin
ise bu hastalıkların ortaya çıkmasını kolaylaştırdığı
ileri sürülmektedir. D vitamini yetersizliği gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerde prevalansı giderek artan
bir halk sağlığı sorunudur. D vitamini yağda eriyebilen
bir vitamin olmasına karşın, vücutta sentez edilen
ve sentezlendiği yerin dışında farklı bölgelerde etki
göstermesi nedeniyle günümüzde bir hormon olarak
ta tanımlanmaktadır. Kalsiyum dengesi üzerine bilinen
olumlu etkilerinin yanı sıra, endokrin sistemle ilgili
fizyolojik işlevlere de sahiptir. Vitamin D düzeyini gösteren en iyi gösterge serum 25(OH)D düzeyidir.
D vitamini alımı ve 25(OH)D düzeyinin obezite, metabolik
sendrom ve diyabetle ilişkili olduğu bildirilmektedir.
Vitamin D ile ilişkisi en çok araştırılan hastalıklar;
kardiyovasküler hastalıklar, böbrek hastalıkları,
diyabet, obezite, metabolik sendromdur. Bu derlemede
D vitaminin metabolik sendrom bileşenlerinden insülin
direnci, diyabet, obezite, hipertansiyon, dislipidemi,
kardiyovasküler hastalıklar, yağlı karaciğer hastalığı,
polikistik over sendromu ve kemik mineral yoğunluğu
üzerine etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Metabolic syndrome is a major public health
problem which has become increasingly common
worlwide with cardiometabolic complications and
have high morbidity and mortality. In addition to
some genetical features, environmental factors
such sedentary lifestyle, improper eating habits
constitutes a risk factor for metabolic syndrome.
Important components of the metabolic syndrome
are dyslipidemia (low HDL levels, high triglycerides
level), hyperglycemia, elevated blood pressure and
abdominal obesity. Forming metabolic syndrome
of other than the five main components, insulin
resistance on the basis thought to play a role in
several clinical implications of this syndrome is
considered. Clinical implications of the metabolic
syndrome are; diabetes, essential hypertension,
visceral obesity, cardiovascular disorders, insulin
resistance, osteoporosis, polycystic ovary syndrome,
dyslipidemia, hypercoagulability, hyperuricemia,
bone mineral density, fatty liver disease and sleep
apnea. In recent years, it is suggested that vitamin
D prevents the occurrence of diseases caused by
obesity and insulin resistance and the lack of it
facilitates occurence of these diseases. Vitamin
D deficiency is a public health problem with a
growing prevalence in developed and developing
countries. Vitamin D is a fat-soluble vitamin, but
it is synthesized in the body and affect also other
regions it is expressed in the body. Because of this
it is described as a hormone in the present day.
As well as its known positive effects on calcium
balance, it has also physiological functions related
the endocrine system. The best indicator showing the level of vitamin D is serum 25 (OH) D level. Vitamin
D intake and 25 (OH) D levels are reported to be
associated with obesity, metabolic syndrome and
diabetes. Diseases which are mostly researched
about relation between Vitamin D are cardiovascular
disease, kidney disease, diabetes, obesity, metabolic
syndrome. In this review, evaluation of the effects
of Vitamin D on the metabolic syndrome components
of insulin resistance, diabetes, obesity, hypertension,
dyslipidemia, cardiovascular disease, fatty liver
disease, polycystic ovary syndrome and bone mineral
density, was aimed.

11.Combination of breast cancer microarray data by using bioinformatic methods - Meta-analysis approaches
Yasemin Öztemur, Alp Aydos, Bala Gür Dedeoğlu
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.54254  Pages 155 - 162
Meme kanseri kadınlarda en yaygın görülen kanser
türüdür ve akciğer kanserinden sonra kadınlarda kanser
ölümlerinde ikinci sıradadır. Çok sebepli, kompleks bir
genetik hastalık olan meme kanseri moleküler düzeyde
detaylı bir şekilde çalışılmış ve yüksek işlem hacimli
mikrodizin çalışmaları sayesinde moleküler alt tiplere
sınıflandırılmıştır. Meme kanserine sebep olan ve
gelişiminde rol oynayan pek çok gen tespit edilmiş olsa da
meme kanserinin regülasyonunda rol oynayan moleküler
mekanizmalar hala tam olarak açıklanamamıştır. Bu
eksiklik, meme kanseri oluşumunu öngörücü yeni
biyobelirteçlerin aranmasını zorunlu kılmıştır. Yüksek
işlem hacimli bir yöntem olan mikrodizin aynı anda
binlerce genin ifadesinin belirlenmesine olanak
sağlamaktadır. Mikrodizin yöntemi ile elde edilmiş
ham ve işlenmiş verilerin, hatta deneylerde kullanılan
örneklerin klinik ve/ veya patolojik özelliklerinin
bulunduğu halka açık veritabanları bulunmaktadır.
Mikrodizin veritabanlarına yüklenmiş olan bağımsız
mikrodizin verilerinden daha fazla bilgi sağlamak
meta-analiz yöntemiyle mümkün olmakta ve var olan
veriyi değerli kılmaktadır. Meta-analiz yöntemleri farklı
kanser tiplerinde ve çeşitli hastalıklarda her geçen gün
daha fazla kullanılmaktadır. Meme kanserinde de metaanaliz
çalışmaları çok fazla olmamakla birlikte sayısı
gün geçtikçe artmaktadır. Bu yöntem hastalığın tanısını
ve gidişatını öngörebilecek ayrıca tedavisine katkı
sağlayabilecek yeni biyobelirteçlerin belirlenmesini
mümkün kılmaktadır. Ciddi bütçelerle yapılan mikrodizin çalışmalarının çeşitli meta-analiz yöntemleriyle bir
araya getirilmesi her bir çalışmanın kendi başına ortaya
çıkaramayacağı sonuçların alınmasında önemlidir.
Meta-analiz çalışması pek çok veriyi bir araya getirme
şansı tanıdığı için, elde edilen sonuçlar yalnızca bir
vakaya özel değil; daha genel bilgiyi yansıtmaktadır.
Bu nedenle meme kanserinin de içerisinde bulunduğu
birçok hastalıktaki mekanizmaların meta-analiz
yöntemlerinin yardımıyla detaylı ve kapsamlı bir şekilde
araştırılmasının tanı ve tedavi için alternatif ve etkin
hedeflerin belirlenmesine olanak sağlaması mümkündür.
Today breast cancer is one of the major cancer
types among women in the world. After lung
cancer, it is the second leading cause of cancer
death in women. Breast cancer is a multi-factorial
and complex genetic disease, which was studied
in detail at the molecular level. With the use of
microarray technology breast cancer was classified
into molecular subtypes. Although some genes were
found to be responsible for the development and the
progression of the disease, many of the molecular
mechanisms underlying breast cancer progression
remain poorly understood. This deficit has led to
significant interest in the quest for novel predictive
markers for breast cancer. Microarray is a high
throughput technique, which provides to detection
of thousands of genes’ expression. There are many
publicly accessible databases, which have raw and
processed data of microarray analysis and clinical
and /or pathological information of samples. Metaanalysis
approaches are provided more information
from independent microarray datasets, which
were uploaded on publicly accessible databases.
Meta-analysis approaches are used for different
cancer types and various diseases including breast
cancer increasingly in recent years. These methods
allow the finding of predictive biomarkers for the
development and progression of the disease while
they can also be used for new or alternative targets
for the treatment of the disease. Meta-analysis might increase the knowledge by gathering and processing
individual microarray datasets. Accordingly it is
predicted that new or alternative targets might
be identified by researching on numerous disease
mechanisms including breast cancer.

12.Important bacterial infections transmitted to humans from pet animals
Gökçen Dinç, Mehmet Doğanay, Müjgan İzgür
doi: 10.5505/TurkHijyen.2015.81557  Pages 163 - 174
Son yıllarda ülkemizde ve tüm dünyada ev hayvanları
aile yaşamı içerisinde daha çok yer almaya başlamıştır.
Daha önceleri kedi, köpek, kuş gibi hayvanlar daha
sıklıkla sahiplenilirken, günümüzde pet hayvan yelpazesi
oldukça genişlemiş olup bu hayvanların yanı sıra hamster,
fare, sıçan, yılan, kertenkele, timsah gibi hayvanlar da
tercih edilmeye başlanmıştır. Pet hayvanlar, bireylerin
kendilerini psikolojik ve fizyolojik olarak daha iyi
hissetmelerini sağlamaktadır. Evcil hayvan sahibi olanların
olmayanlara göre daha düşük kan basıncına ve kolesterol
düzeyine sahip oldukları, daha az ilaç kullandıkları, kalp
hastalıklarına daha az yakalandıkları da belirtilmektedir.
Ancak evde hayvan besleme alışkanlığı arttıkça insanların
zoonotik hastalıklar ile karşı karşıya kalma riskleri de
artmaktadır. Pet hayvanlardan insanlara bulaşabilen çok
sayıda bakteriyel, viral, paraziter ve fungal enfeksiyon
söz konusudur. Bu enfeksiyonlar çoğunlukla ısırık, çizik,
solunum ya da sindirim yoluyla bulaşır. İnsanlarda
ısırılmak ya da tırmalanmak suretiyle gelişen pastörelloz,
bartonelloz ve çeşitli aerobik ya da anerobik bakteriyel
enfeksiyonlar daha yaygın görülürken, kampilobakteriyoz,
salmonelloz gibi gastrointestinal sistem enfeksiyonları;
dermatofitozlar, uyuz gibi deri hastalıkları; psittakoz gibi
solunum yolu hastalıkları ve toksoplazmoz, leyişmanyoz
gibi multisistemik hastalıklar daha az görülmektedir.
Küçük çocuklar, hamileler ve bağışıklığı baskılanmış
bireyler bu enfeksiyonlara karşı daha fazla risk
altındadırlar. Bu enfeksiyonlardan korunmada hayvan sahiplerinin hijyen kurallarına dikkat etmesi ve evde
bakılacak hayvanların genel sağlık durumlarının kontrol
edilmesi, gerekiyorsa aşılanmalarının sağlanması son
derece önemlidir. Pet hayvanlar ve sahipleri için oldukça
önemli olan fakat, çoğunlukla ihmal edilen zoonotik
enfeksiyonlar konusunda farkındalık yaratmak amacıyla
hazırlanan bu derlemede kedi, köpek, kuş, balık gibi
sıklıkla evlerde bakılan pet hayvanların yanı sıra tavşan,
rodent, reptil, maymun gibi daha nadir olarak tercih
edilen hayvanlardan da insanlara bulaşabilen bakteriyel
enfeksiyonlar özetlenmiştir.
In recent years, pets have started to be more
commonly in family life, in our country and also all
over the world. Previously, animals such as cats, dogs,
birds have been ownered more frequently, but today
pet range increased remarkably and the animals like
hamsters, mice, rats, snakes, lizards, alligators have
started to been preferred. Pet animals provide people
feel better as psychological and physiological. It is
mentioned that pet owners have lower blood pressure
and cholesterol levels with a less level of drug
usage and less incidence of heart disease than nonowners.
However caring animals at home increases
the risk of people being confronted with zoonotic
diseases. It is concerned that a high number of
bacterial, viral, parasitic and fungal infections can be
transmitted from animals to humans. These infections
often transmitted through by the way of bite,
scratch, respiratory or digestive sistem. In humans,
pasteurellosis, bartonellosis and various aerobic or
anaerobic bacterial infections developed by biting
or scratching are more common. Gastrointestinal
tract infections (campylobacteriosis, salmonellosis),
skin diseases (dermatophytosis, scabies), respiratory
diseases (psittacosis) and multisystem diseases
(toxoplasmosis, leishmaniasis) are less common. Young
children, pregnant women and immunocompromised
people have higher risk of these infections. For the
prevention of these infections, pet owners have to pay attention to hygiene rules and general health
status of the animals which will be cared at home,
should be checked. If necessary, ensuring vaccination
is extremely important. In this study, it was aimed
to review zoonotic diseases most neglected but
can be very important for pets and their owners.
Also, bacterial infections that can be transmitted
from rarely preferred animals like rabbits, rodents,
reptiles, monkeys as well as cats, dogs, birds, fishes
are summarized.

LookUs & Online Makale