ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 75 (4)
Volume: 75  Issue: 4 - 2018
1.The efficacy of nanotechnological disinfectants on heterotrophic biofilms
Gökçe Yavuz, İrfan Türetgen
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.57778  Pages 323 - 332
GİRİŞ ve AMAÇ: Gümüş sülfadiazin ve benzalkonyum klorür mikroorganizmalara karşı etkin olduğu bilinen biyosidal ajanlardır. Planktonik hücreler bu ajanlardan kolay etkilenmelerine rağmen biyofilm içindeki bakteriler aynı kimyasallara karşı daha dayanıklı olmaktadırlar. Öte yandan, nano tanecikler üzerine fikse edilmiş ajanların ise biyofilm bakterilerine karşı antimikrobiyal etkinliğinin yüksek olduğu bildirilmektedir. Fakat nanoteknolojik dezenfektanların doz ve süresinin biyofilm bakterilerine etkileri değişiklik göstermektedir. Bu dezenfektanların püskürtüldüğü yüzeylerin tipi de etkinliklerini değiştirmektedir. Çalışma kapsamında piyasaya sürülecek olan, nano partiküllere immobilize edilmiş gümüş sülfadiazin ve benzalkonyum’un yüzeylere tutunma yeteneklerini ve biyofilm tabakası üzerine etkilerini incelemek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Paslanmaz çelik kuponlar üzerine üretici firmadan temin edilen nano benzalkonyum klorür ve nano gümüş sülfadiazin püskürtülüp 24 saat kürleşmesi beklenmiş, ardından kuponlar biyofilm reaktörüne konmuşlardır. Birer aylık aralıklarla bu yüzeylerde oluşan biyofilm tabakasındaki bakteri sayıları, dezenfektan ile kaplanmamış kontrol kuponlarıyla kıyaslanarak incelenmiştir. Doğal şekilde oluşumuna imkân verilen biyofilm içinde çoğalan bakteriler mikrobiyolojik kültür yöntemleri ile sayılmış, ayrıca ölü ve canlı mikroorganizmaların DAPI – CTC boyama ile epifloresan mikroskopta sayıları tespit edilmiştir.
BULGULAR: Deney şartları altında mikrobiyal kültür ve DAPI – CTC (ölü-canlı) boyama sonuçlarına göre deney kuponlarında anlamlı ölçüde düşük oranda biyofilm tabakası oluştuğu tespit edilmiştir. Ayrıca nano benzalkonyum klorür, nano gümüş sülfadiazine kıyasla biyofilm bakterilerine karşı anlamlı düzeyde daha etkili bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Nano benzalkonyum klorür ve nano gümüş sülfadiazin bileşiklerinin tutunduğu yüzeylerde biyofilm oluşumunu gözlemek ve bu sayede dezenfektanların antimikrobiyal yüzey oluşturmak amacıyla endüstride ve klinik alanlarda yer alması için sonuçlar değerlendirilmiştir. Bu dezenfektanlar endüstriyel veya klinik ortamlarda sıkça kullanılmaktadır. Çalışma sonuçları üretici firmaya odaklanması gereken ürün hakkında önemli katkı sağlamıştır.
INTRODUCTION: Silver sulfadiazine and benzalkonium chloride are biocidal agents known to be effective against microorganisms. Although planktonic cells are easily affected by these agents, bacteria in the biofilm are more resistant to the same chemicals. Agents fixed on nanoparticles are reported to have higher antimicrobial activity against biofilm bacteria. The effects of nanotechnological disinfectants on biofilm bacteria vary with dose and time. The type of surface on which these disinfectants are sprayed also changes their activity. The aim of this study was to investigate the ability of silver sulfadiazine and benzalkonium immobilized on nanoparticles to adhere to surfaces and their effect on biofilm.
METHODS: Stainless steel coupons were sprayed with nano benzalkonium chloride and nano silver sulfadiazine were air-dried to cure for 24 hours, then the coupons were placed into the biofilm reactor. Bacterial counts in the biofilm layer formed on these surfaces were compared at monthly intervals with control coupons. Bacterial biofilms allowed to form naturally were analyzed by microbiological culture methods and number of live and dead microorganisms were determined by DAPI - CTC staining on epifluorescence microscope.
RESULTS: After the test periods, microbial culture and DAPI - CTC (live / dead) results were found significantly lower on disinfectant covered coupons. Furthermore, nano benzalkonium chloride was found to be significantly more effective against biofilm bacteria than nano silver sulfadiazine.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results were examined in order to observe biofilm formation on the surfaces covered with nano benzalkonium chloride and nano silver sulfadiazine compounds, to evaluate their use in industrial and clinical fields as effective disinfectants. Because these disinfectants are frequently used in industrial or clinical environments, results have made an important contribution to the manufacturer to focus on final version of the product.

2.TBHEB 2018-4 Vol 75 Full Printed Journal
Utku Ercömart
Pages 323 - 458
Abstract |Full Text PDF

3.The First Results of National Antimicrobial Resistance Surveillance System in Turkey
Nilay Çöplü, Hüsniye Şimşek, Deniz Gür, Ayşegül Gözalan, Ufuk Hasdemir, Zeynep Gülay, Gülçin Bayramoğlu, Şöhret Aydemir, Nezahat Gürler, Mete Eyigör, Duygu Perçin, Dilber Aktaş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.68878  Pages 333 - 344
GİRİŞ ve AMAÇ: Antimikrobiyal direnç ile savaşmak için bazı önlemler alınmalıdır ve mevcut durumun saptanması da bunlardan biridir. Türkiye’de ulusal antimikrobiyal direnç surveyans sistemi bu amaçla kurulmuştur. Ampirik tedaviyi desteklemek, antimikrobiyal kullanım politikaları oluşturmak, rehber kitaplara veri sağlamak, alınmış olan önlemlerin etkinliğini değerlendirmek için başlangıç bilgilerini sağlamak amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Elli beş hastaneden, kan ve beyin omurilik sıvısından izole edilen S. aureus, E. faecalis and E. faecium, S. pneumoniae, E. coli, K. pneumoniae and P. aeruginosa izolatlarının direnç verileri toplanmıştır. Antimikrobiyaller ve test yöntemleri uluslararası surveyans sitemleri ile uyumlu olacak şekilde seçilmiştir. Toplanan veriler WHONET programı ile analiz edilmiştir.

BULGULAR: S. aureus (n=1437); metisilin direnci % 31,5, rifampin, linezolid ve vankomisin direnci sırası ile % 65,3; % 2,3 ve % 0,0, bulunmuştur. E. faecalis (n=760) ampisilin direnci % 9,7, linezolid, vankomisin, teikoplanin direnci % 1’in altında, yüksek düzey (YD) aminoglikozid %30 civarında bulunmuştur. E. faecium (n=756) ampisilin direnci % 88,1; linezolid ve teicoplanin % 1’den az, vankomisin %17, YD aminoglikozid % 50 civarında bulunmuştur. S. pneumoniae (n=128) non-meninjit sınır değerler için eritromisin (%32) dışında tüm antimikrobiyaller için direnç % 5,2’den düşüktür, menejit sınır değerler için direnç % 14,3-44,8’a yükselmiştir. E. coli (2280) ve K. pneumoniae (1307) için genişlemiş spektrum beta-laktamaz (GSBL) sırası ile % 51,6 ve % 54,0 bulunmuştur. P. aeruginosa (825) direnç % 8,4 (amikacin) ve % 36,4 (piperacillin) arasında değişmektedir.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Direnç yakın coğrafi bölgedeki ülkelerden yüksek bulunmuşve zaman içinde artış göstermiş olup bununla mücadele için politikalar geliştirmek gerektiğine işaret etmektedir. Ayrıca, alınan önlemlerin yararlılığını izlemek için de sonuçlar değerli olacaktır.


INTRODUCTION: In order to combat with antimicrobial resistance, some measures should be taken and determination of the current status is one of them. National antimicrobial resistance surveillance system (NAMRSS) was established for this purpose in Turkey. It was targeted to be useful for guidence of ampirical therapy, create antimicrobial usage policies, provide data to the guidebooks, and supply initial information to evaluate the efficasy of the measures taken.
METHODS: Data of resistance was collected from 55 hospital, from blood and cerebrospinal fluid isolates, which were S. aureus, E. faecalis and E. faecium, S. pneumoniae, E. coli, K. pneumoniae and P. aeruginosa. The antimicrobials and test methods were chosen in accordance with international surveillance systems. The collected data was analysed by WHONET software.
RESULTS: S. aureus (1437); meticillin resistance was 31,5%, rifampin, linezolid and vancomycin resistance were 65,3%, 2,3%, and 0,0%, respectively. E. faecalis (n=760) resistance of ampicillin was 9,7%, linezolid, vancomycin, teicoplanin were lower than 1%, high level (HL) aminoglycoside was around 30%. E. faecium (n=756) resistance of ampicillin was 88,1%, linezolid, teicoplanin were lower than 1%, vancomycin 17%, HL aminoglycoside was around 50%. S. pneumoniae (n=128) with non-meningitis breakpoints; resistance were lower than 5,2% for all antimicrobials other than erythromycin (32%), with meningitis breakpoints: resistance increased to 14,3-44,8%. E. coli (2280) and K. pneumoniae (1307), extended spectrum beta-lactamase (ESBL) was 51,6% and 54,0%, respectively. P. aeruginosa (825) resistance were changed in between 8,4% (amikacin) and 36,4% (piperacillin).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The resistance was higher among the countries in close geographical region and increased in time, indicating the need for developing policies to combat with it. Besides, the results will also be valuable to monitor the usefulness of the measures taken.

RESEARCH ARTICLE
4.Evaluation of antibiotic susceptibilities of enterococcus strains isolated from clinical samples of hospitalized patients
İlker Ödemiş, Şükran Köse, Gürsel Ersan, Didem Çelik, İlkay Akbulut
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.70456  Pages 345 - 352
GİRİŞ ve AMAÇ: Enterokoklar idrar yolu enfeksiyonuna, yara yeri enfeksiyonuna ve bakteriyemiye neden olabilmektedir. Hastane kökenli enfeksiyonlarda en sık saptanan etkenlerden birisidir. Enterokoklarda son yıllarda antibiyotiklere karşı artan oranda direnç gözlenmektedir. Kültürlerden izole edilen enterokokların dağılımı ve antibiyotik direnci sağlık bakım merkezleri arasında değişebildiği, bu nedenle de merkezinin kendi sonuçlarını belli aralıklarla değerlendirmesinin faydalı olacağı düşünülmüştür. Bu çalışmanın amacı hastanemizde yatan hastaların idrar, kan, yara, balgam ve beyin omurilik sıvısı (BOS) örneklerinden izole edilen Enterococcus faecalis ve Enterococcus faecium suşlarının ampisilin, gentamisin, streptomisin, siprofloksasin, vankomisin, teikoplanin ve linezolid gibi antibiyotiklere direnç oranlarını belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2010- Ocak 2015 arasında İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesinde yatan hastaların çeşitli klinik örneklerinden izole edilen 390 Enterokok suşu retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Suşların identifikasyonu ve antibiyotik duyarlılıkları; tam otomatize bakteri tanımlama sistemi VITEK-2 (bioMerieux, Fransa) ile çalışılmıştır. Vankomisin, teikoplanin ve linezolid duyarlılıkları E-test (bioMerieux, Fransa) ile de test edilmiştir. Duyarlılık sonuçları ise; Clinical and Laboratory Standarts Institute (CLSI) kriterleri esas alınarak belirlenmiştir.
BULGULAR: İdentifiye edilen toplam 390 suşun 154’ü (%40) E.faecalis, 236’sı (%60) E.faecium olarak tanımlandı. E.faecium suşlarının izole edildikleri klinik örnekler sırasıyla; 126’sı (%53) idrar, 65’i (%27) kan, 39’u (%17) yara yeri, 4’ü (%2) balgam ve 2’si (%1) BOS’dur. E.faecalis suşlarının izole edildikleri klinik örnekler ise; 77’si (%50) idrar, 50’si (%33) kan, 22’si (%14) yara yeri, 3’ü (%2) balgam ve 2'si (%1) ise BOS’dur. E.faecalis ve E.faecium suşlarının her ikisi için en duyarlı bulunan antibiyotik linezolid'dir. Hem E.faecalis hem de E.faecium için en dirençli antibiyotik ampisilin saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda hem E.faecalis hemde E.faecium suşlarında ampisilin, vankomisin ve teikoplanin direncinin yüksek saptanması, bu suşlara yönelik ampirik antibiyotik seçiminde dikkate alınması gereken bir veri olduğu düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Enterococci can cause urinary tract infection, wound infection and bacteremia. It is one of the most commonly detected agents in hospital-acquired infections. Increasing resistance to antibiotics has been observed in enterococci in recent years. The distribution of enterococci isolated from cultures and antibiotic resistance may vary between health care centers, so it would be beneficial for each center to evaluate its own results at certain intervals. The aim of this study is to determine the antibiotic resistance rates of Enterococcus faecalis and Enterococcus faecium strains isolated from urine, blood, wound, sputum and cerebrospinal fluid (CSF) specimens of patients hospitalized in our hospital, such as ampicillin, gentamicin, streptomycin, ciprofloxacin, vancomycin, teicoplanin and linezolid.
METHODS: Between January 2010 and January 2015, 390 Enterococcus strains isolated from various clinical specimens of patients in İzmir Tepecik Training and Research Hospital were evaluated retrospectively. Identification and antibiotic susceptibility testing of the enterococci strains were performed by fully automated bacterial identification system VITEK-2 (bioMerieux, France). Vancomycin, teicoplanin and linezolid resistance was also tested by the E-test method (bioMerieux, Fransa). Susceptibility results were evaluated according to the guidelines of Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI).
RESULTS: A total of 390 strains were identified as follows; 154 (%40) were E. Faecalis, 236 (%60) were E. Faecium. Clinical specimens from which E. faecium strains were isolated were; 126 (53%) urine, 65 (27%) blood, 39 (17%) wound, 4 (2%) sputum and 2 (1%) CSF. Clinical specimens from which E. faecalis strains were isolated were; 77 (50%) urine, 50 (33%) blood, 22 (14%) wound, 3 (2%) sputum and 2 (1%) CSF. Linezolid was the most sensitive antibiotic against both E.faecalis and E.faecium strains,
Ampicillin was the most resistant antibiotic for both E.faecalis and E.faecium strains.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study; the detection of high ampicillin, vancomycin and teicoplanin resistance in both E.faecalis and E. faecium strains is considered to be a data that should be taken into consideration in the selection of empirical antibiotics for these strains.

5.Morphological, biochemical and molecular characterization of Bacillus isolates as a producer of industrial enzymes
Yonca Yüzügüllü Karakuş, Arzu Sertel, Yonca Duman, Fikriye Polat
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.87004  Pages 353 - 364
GİRİŞ ve AMAÇ: Bacillus cinsine ait türlerin tanımlanmasında türler arasındaki moleküler benzerliklerin fazla olması nedeniyle ayrım zorlaşmaktadır. Bu çalışma kapsamında, özellikle birbiriyle yakın akraba olan gruplar arasında karşılaştırma yaparak türlerin karakterize edilmesi amaçlanmıştır. Moleküler tanımlanması yapılan ve fenotipik özellikleri belirlenen izolatların endüstriyel kullanımları da ayrıca irdelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kocaeli ilinin farklı bölgelerinden (Kocaeli Üniversitesi Kampüsü, Yuvacık Baraj Yolu üzerindeki tarlalar ve dere kenarı, Kent Ormanı) alınan toprak örnekleri; pastörizasyon işleminden sonra seri seyreltmeler hazırlanarak, nutrient agar plaklara yayma ekim yapılmıştır. Bacillus benzeri koloniler morfolojik karakterlerine göre tek tek seçilip, tekrar yayma ekimle saflaştırılmış ve numaralandırılmıştır. Bacillus cinsine ait olanlarda önce korunmuş bir gen bölgesi olan ve sınıflandırmada yaygın olarak kullanılan 16S rRNA (16S rDNA) gen dizi analizi gerçekleştirilmiştir. Yakın akraba olanları birbirinden ayırmak için ilave moleküler (gyrB gen bölgesinin Sau3AI enzimi ile muamele edilmesi) ve biyokimyasal (seçici besiyerlerinde gelişme) analizler yapılmıştır. Filogenetik analizler NJ (neighbour joining) metodu ile gerçekleştirilmiştir. İzolatlar ayrıca fizyolojik özellikleri açısından karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: İzolatlara ait 7 farklı Bacillus tür (Y1: B. cereus, Y7: B. pumilus, Y12: B. megaterium, Y13: B. methylotrophicus, Y15: B. subtilis, Y35: B. licheniformis ve Y38: B. sonorensis) tanımlanmış ve her bir izolatın fizyolojik özellikleri kaydedilmiştir. Buna göre tüm izolatlar 30 ila 45°C sıcaklık aralığında ve pH’sı 9 olan besiortamında gelişme göstermiştir. Diğer yandan Y7, Y15, Y35 ve Y38 numaralı izolatlar 50°C’ye kadar olan sıcaklıklarda büyüme yeteneklerini korumuşlardır. Aralarında tuza en fazla tolerans gösterenin B. licheniformis olarak tanımlanmış olan Y35 numaralı izolat olduğu gözlenmiştir. Bu izolat yaklaşık %12 (w/v) oranında tuz içeren ortamda gelişebilmektedir. Tuza karşı duyarlılığı en fazla olan izolatlar ise B. cereus ve B. megaterium olarak tanımlanan Y1 ve Y12 numaralı izolatlar olup büyümelerinin %5’lik (w/v) NaCl’da durduğu kaydedilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yapılan bu çalışmada izolatların tür tanımlanması için seçilen 16S rRNA ve gyrB gen bölgelerinin, Bacillus’ların moleküler düzeyde ayırımında kullanılabileceği gösterilmiştir. Gerçekleştirilen biyokimyasal testler, moleküler analiz bulgularını desteklemiştir. İzolatların sıcaklık, pH ve tuz toleransları endüstride hali hazırda kullanılan Bacillus’larla karşılaştırılmış ve birçoğunun benzer fizyolojik koşullarda gelişme gösterdiği gözlenmiştir. Diğer yandan, izolatlardan Y1’in literatürde rapor edilen benzer suşlardan daha geniş bir pH aralığında gelişme gösterdiği bulunmuştur. Y35’de gözlenen yüksek tuz konsantrasyonu (%12, w/v) içeren ortamlarda gelişebilme yeteneği ise toprak Bacillus’larında ilk defa bu çalışmada sunulmuştur. Sonuç olarak, Y1 ve Y35 başta olmak üzere tür tanımlaması yapılan tüm izolatların endüstriyel biyoteknoloji alanında özgün enzim ya da toksin üretimi, ilaç ham madde sentezi gibi veya benzeri çalışmaların yapılmasına olanak sağlayabilecekleri düşünülmektedir.
INTRODUCTION: The identification of Bacillus strains which are genetically related have become difficult. The aim of this study was to characterize the closely related groups of species by making comparisons. The industrial use of isolates that have been identified by molecular methods and their phenotypic properties documented have also been examined.
METHODS: Soil samples were collected from different locations in Kocaeli town (Kocaeli University Campus, fields and creeks on Yuvacık Dam Road, Kent Forest), spread onto nutrient agar plates after pasteurization process followed by serial dilutions. Bacilli-like colonies were isolated according to their morphological characters. Individual colonies from each site were picked up, purified by re-streaking and numbered. The biochemical characteristics of the isolates were compared with the reference strains. In this study, we used the gene sequences, 16S rRNA and gyrB, to differentiate bacterial strains at molecular level and to discriminate the members of closely relaxed taxa, respectively. Phylogenetic trees were constructed using the neighbor-joining method.
RESULTS: 7 different isolates (Y1; B. cereus, Y7; B. pumilus, Y12; B. megaterium; Y13; B. methylotrophicus, Y15; B. subtilis, Y35; B. licheniformis, Y38; B. sonorensis) have been identified to species level and physiological characteristics of each have been documented. Accordingly, all isolates were able to grow at temperatures from 30 to 45°C and pH 9. The isolates numbered as Y7, Y15, Y35 and Y38 were observed to tolerate temperatures up to 50°C. Among all, B. licheniformis numbered as Y35 presented the highest tolerance to salt concentration of 12% (w/v). The most sensitive ones to salt were B. cereus and B. megaterium numbered as Y1 and Y12, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The 16S rRNA and gyrB genes, selected to identify the isolates, have been proven to be used for classification of Bacilli at molecular level. Biochemical tests confirmed the molecular analysis outcomes. Temperature, pH and salt tolerance of the isolates were compared with the Bacillus species already used in industry. Many of them presented similar growth potential against to the physiological conditions tested. On the other hand, the isolate Y1 was found to show ability to grow broad pH range than those reported for B. cereus. The capability of a soil B. licheniformis, isolate Y35, to grow in medium with high salt (12%, w/v) was presented for the first time. In summary, the isolated and identified Bacillus species here are believed to promote many studies including novel enzyme, toxin and pharmaceutically important compound production in industrial biotechnology field.

6.Asymptomatic bacteriuria, urinary tract infection and risk factors in women with type 2 diabetes mellitus and impaired glucose tolerance
Özlem Genç, Evrim Aksu, Türkan Paşalı Kilit, Fatma Emel Koçak, Yasemin Korkut, Kevser Onbaşı
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.59013  Pages 365 - 374
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda; tip 2 diabetes mellitusu (DM) olan ve bozulmuş glikoz toleransı (BGT) olan iki kadın hasta grubunun üriner sistem infeksiyonu (ÜSİ) ve asemptomatik bakteriüri (ASB) varlığı ve ilişkili risk faktörleri açısından karşılaştırılması amaçlandı. Risk faktörleri olarak; yaş, vücut kitle indeksi (VKİ), serum HbA1c ve kreatinin seviyeleri, glomerüler filtrasyon oranı (GFR), idrardaki lökosit sayısı, glikoz miktarı ve mikroalbumin düzeyi seçildi.lökosit sayısı, glikoz miktarı ve mikroalbumin düzeyi seçildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Diyabetli 208 kadın hasta ve BGT olan 208 kadın hasta çalışmaya dahil edildi. Serum HbA1c ve kreatinin seviyeleri ve idrardaki lökosit sayısı, glikoz miktarı ve mikroalbumin düzeyi biyokimya laboratuvarında ölçüldü. GFR, Cockcroft-Gault formula kullanılarak hesaplandı. Hastalardan alınan orta akım idrarı mikrobiyoloji laboratuvarında kanlı agar ve EMB agara ekildi.
BULGULAR: Diyabetli hasta grubunda 5 hastada (%2), BGT hasta grubunda 15 (%7) hastada ASB saptandı. ÜSİ; diyabetik grupta 9 hastada (%4), BGT hasta grubunda 7 hastada (%3) belirlendi (p>0.05). Piyüri; her iki hasta grubunda ASB ile ilişkili risk faktörü idi (p<0.05). Diyabetli grupta; VKİ (p=0.041), kreatinin (p=0.045) ve GFR (p=0.035) ÜSİ ilişkili risk faktörü olarak saptandı. BGT hasta grubunda ise sadece piyüri; ÜSİ ile ilişkili (p=0.019) risk faktörü olarak belirlendi. Hem ASB’si olan hem de ÜSİ olan hastalarda en fazla Escherichia coli izole edildi (%89).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yüksek VKİ ve serum kreatinin seviyesi ve düşük GFR’nin tip 2 diyabetes mellitusu olan hastalarda ÜSİ gelişimi açısından risk faktörü olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca bu çalışma; BGT olan hastalarda da hem ASB hem de ÜSİ gelişme riskinin diyabetli hastalar ile aynı olduğunu gösteren ilk çalışmadır. Her iki hasta grubunda ASB ve ÜSİ oranının benzer olduğu düşünülürse, özellikle pyüri saptanan BGT’si olan hastalarda da idrar kültürü yapılmasını önermekteyiz.
INTRODUCTION: We aimed to compare a type 2 diabetic women groups with a women group with impaired glucose tolerance (IGT) for the presence of urinary tract infection (UTI) and/or asymptomatic bacteriuria (ASB) and related risk factors [age, body mass index (BMI), serum HbA1c and creatinine levels, glomerular filtration rate (GFR), and urine microalbumin, urine leukocyte and glucose levels] associated therewith.
METHODS: The study population consisted of 416female patients and divided into two groups as the type 2 diabetes mellitus (DM, n=208) and the IGT (n=208) group. Serum HbA1c and creatinine levels and leukocyte counts, glucose level and microalbumin level in the urine, were measured in the biochemistry laboratory. GFR was calculated using the Cockcroft-Gault formula. Urine samples were inoculated on blood agar and Eosin-Methylene Blue agar medium and incubated for 24-48 hour at 37°C.
RESULTS: ASB was determined in 5 patients (2%) in the DM group and in 15 patients (7%) in the IGT group. UTI was detected in 9 patients (4%) in the diabetic group and in 7 patients (3%) in the IGT group (p>0.05). Pyuria was found as an ASB-related risk factor in both groups (p<0.05). BMI (p=0.041), creatinine (p=0.045) and GFR (p=0.035) were determined as UTI-related risk factors in the diabetic group. In addition, pyuria was found as UTI-related risk factors in IGT group (p=0.019). Escherichia coli was the most prevalent pathogen (89%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We suggest that high BMI and creatinine levels and low GFR are risk factors for UTI in patients with type 2 DM. Additionally this is a first study to detect that UTI and ASB may develop in patients with IGT, just as in diabetic patients. Considering a similar frequency of UTI and ASB in patients with IGT and with type 2 DM, urine culture may be performed in IGT patients with pyuria.

7.Detection of "Genital Mycoplasma" Incidence by Multiplex Real-Time Polymerase Chain Reaction: Could it be clinically important?
Cemile Sönmez
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.79926  Pages 375 - 382
GİRİŞ ve AMAÇ: Genital mikoplazma etkenleri, erişkin ve infantlarda birçok enfeksiyon ile ilişkilidir. Bu nedenle etkenlerin doğru ve hızlı tanısı önemlidir. Kültür yöntemlerinde karşılaşılan sorunlar ve mikoplazmaların fastidiyöz özellik taşıması nedeniyle, günümüzde enfeksiyöz ajanların tanısında yaygın olarak kullanılan moleküler yöntemler genital mikoplazma enfeksiyonlarının tanısında da kullanılabilmektedir. Bu çalışmada merkezimize rutin tanı amacıyla gönderilen semptomatik hastalarda Multipleks Gerçek Zamanlı Polimeraz Zincir Reaksiyonu ile genital mikoplazma sıklığının araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2016-Aralık 2017 tarihleri arasında Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü, Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar Referans Laboratuvarı’na tanı amacıyla gönderilen, 0-72 yaş olguları içeren 359 semptomatik hastaya (179 kadın, 180 erkek) ait ürogenital örnek çalışmaya dahil edilmiştir. Toplam 359 hastaya ait akıntı veya idrar örneğinden Mycoplasma hominis, Mycoplasma genitalium, Ureaplasma urealyticum, Ureaplasma parvum ticari Gerçek Zamanlı PZR testi ile çalışılmıştır.
BULGULAR: Toplam 359 hastanın %25,62’sinin (92/359) tek ve çoklu etken ile kolonize olduğu tespit edilmiştir. Çoklu etken pozitifliği 18 hastada (%5) saptanmıştır. Ureaplazma pozitif örneklerin %52,70’i (39/74) U. parvum, %47,3’i (35/74) U. urealyticum; Mikoplazma pozitif hastaların ise %81,08’i (30/37) M. hominis ve %18,92’si (7/37) M. genitalium olarak tespit edilmiştir. Kadınlarda U. parvum ve erkeklerde U. urealyticum sıklığının diğer etkenlere göre daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. M. hominis, M. genitalium ve U. parvum en fazla 30-34 yaş grubunda görülürken, U. urealyticum 18-24 yaş grubunda görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak genital mikoplazma etkenlerinin patojenik rolü gittikçe artan bir şekilde kabul edildiğinden, semptomatik olgularda enfeksiyon etkenleri araştırılırken genital mikoplazma etkenlerinin akılda tutulması gerektiği düşünülmüştür. Ayrıca erken tedavi ve komplikasyonların zamanında önlenebilmesi için duyarlılık ve özgüllüğü yüksek olan tanı metodlarının kullanılarak etkenlerin ayırımının yapılması gerektiği düşüncesine varılmıştır.
INTRODUCTION: Genital mycoplasma agents are associated with many infections in adults and infants. Therefore rapid and accurate diagnosis of the agents is important. Molecular methods commonly used in the diagnosis of infectious agents can also be used to diagnose genital mycoplasma infections because of the problems encountered in culture methods and the fastidious characteristic of mycoplasmas. In this study, it was aimed to investigate the frequency of genital mycoplasma with multiplex Real Time Polymerase Chain Reaction in symptomatic patients sent to our center for routine diagnosis.
METHODS: Urogenital samples of 359 symptomatic patients (179 women, 180 men) aged 0-72 years, sent to the Public Health General Directorate, Sexually Transmitted Diseases Reference Laboratories for diagnosis between January 2016 and December 2017 were included in the study. Mycoplasma hominis, Mycoplasma genitalium, Ureaplasma urealyticum, Ureaplasma parvum were investigated by commercially available Real-Time PCR test from urine or discharge samples of 359 patients.
RESULTS: It was determined that 25.62% (92/359) of 359 patients were colonized with single and multiple agents. Multiple agents positivity was present in 18 patients (5%). Among Ureaplasma positive patients 52.70% (39/74) of them were detected as U. Parvum and % 47, 3 (35/74) of them as U. urealyticum. Among mycoplasma positive patients 81.08% (30/37) of them were detected as M. hominis and 18.92% (7/37) of them were detected as M. genitalium. U. parvum and U. urealyticum were found to be the most frequent agents in females and males respectively. M. hominis, M. genitalium and U. parvum were most commonly present in the 30-34 ages group, while U. urealyticum was mostly detected in the 18-24 ages group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, since the pathogenic role of genital mycoplasma agents is increasingly accepted, it is considered that genital mycoplasmas should be kept in mind while investigating the infection agents during symptomatic cases. In addition, it has been thought that for early treatment and for the prevention of complications in a timely manner, it is necessary to differentiate the agents by using highly sensitive and specific methods.

8.The Prevalence of Pediculus humanus capitis among Primary School Pupils in Ordu Province
Ülkü Karaman, Özgür Enginyurt, Ömer Karaman, Cemil Çolak, Gamze Kaçmaz
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.72324  Pages 383 - 390
GİRİŞ ve AMAÇ: Anoplura takımında yer alan ve kozmopolit yayılım gösteren Pediculus capitis tüm hayat evrelerini insanların saç derisinde geçiren bir ektoparazittir. Peduculosise neden olabildiği gibi vektörlükleri de bulunmaktadır. Bu çalışmada Ordu ili ilköğretim okulu öğrencilerinde parazitin epidemiyolojisinin belirlenmesi, tedavisi ve koruma yolları ile ilgili halk sağlığı eğitimi, amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, P. capitis açısından Ordu ilinde bulunan 11 anaokulu, 8 ilkokul ve 7 ortaokul taranmıştır. Baş muayenesine alınarak özellikle başın ense ve kulak arkası bölgeleri P. capitis’in yumurta, nimf ya da erişkin formları açısından incelenmiştir. Tarama uygulaması ile ilgili koruyucu ruh sağlığı açısından bir strateji belirlenmiştir. Bu doğrultuda okul müdürlüğü tarafından tahsis edilen odaya öğrenciler tek tek alınmış ve muayene sonucu öğrenciye herhangi bir bilgi verilmemiştir. Sonuçlar toplu halde okul müdürlüğüne teslim edilmiş ve gerekli tedavilerinin yapılması sağlanmıştır. Tarama sürecinde öğrencilerin duygu durumlarını bozucu davranışlardan kaçınılmaya yönelik gerekli önlemler alınmıştır. Veriler, ortalama ve standart sapma ya da ortanca ve çeyrek sapma veya sayı/yüzde olarak verilmiştir. Verilerin normal dağılıma uygunluğu Shapiro Wilk testi ile incelenmiştir. İstatistiksel analizlerde verilerin dağılımına göre parametrik ya da parametrik olmayan anlamlılık testleri kullanılmış ve p<0,05 anlamlı olarak kabul edilmiştir.
BULGULAR: Çalışmada 6616 erkek, 6264 kız olmak üzere 12880 öğrenci P. capitis açısından incelenmiştir. Öğrencilerin 238 (%3,5) erkek, 1368 (%21,8) olmak üzere toplamda 1606 (%12,4) öğrencide pozitiflik saptanmıştır. Baş biti görülme yüzdesi açısından kızlar ile erkekler arasında anlamlı fark tespit edilmiştir (p<0,001). Kızlarda parazit görülme oranı anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada parazitin epidemiyolojisinin görülme yüzdesinin yüksek olması beklenen ilköğretim çocuklarında yapılmıştır. Ayrıca diğer çalışmalarla benzer olarak kızlarda görülme yüzdesi daha yüksek tespit edilmiştir. Çalışma da parazitin Ordu ili ilköğretim okullarında yaygınlığı belirlenmiş, tedavileri ve tedavi sonrası kontrolleri yapılmıştır. Ayrıca parazit ile savaşta kontrol programı oluşturularak etkili bir korunma stratejisi oluşturulmuştur.
INTRODUCTION: Within the anoplura suborder with cosmopolitan distribution, Pediculus capitis is an ectoparasite living all its life stages on the scalp of humans. Just as they may cause pediculosis, they may involve other vectors. In this study the aim was to determine the epidemiology of this parasite in primary school students in Ordu province, along with treatment, preventive routes and related public health education.
METHODS: The study screened 11 preschools, 8 primary schools and 7 middle schools in Ordu province for P. capitis. Head examination included investigation for eggs, nymph and adult forms of P. capitis especially in the nape of the neck and behind the ears. A strategy was determined for screening to be protective of mental health. In line with this, students were taken singly to a room provided by the school management and no information was given to students about the examination results. Results were given in full to the school management and necessary treatment was ensured. During screening, necessary precautions were taken to avoid behavior that may disrupt the student’s mood. Data are given as mean and standard deviation or median and quartile deviation or number/percentage. Normal distribution of data was investigated with the Shapiro Wilk test. Depending on the distribution of data, parametric or non-parametric significance tests were used for statistical analysis and p<0.05 was accepted as significant.
RESULTS: The study investigated 6616 males and 6264 females for a total 12880 students in terms of P. capitis. Of students, positivity was identified in 238 males (3.5%) and 1368 females (21.8%) for a total of 1606 (12.4%) of students. In terms of head lice incidence percentage, there was a significant difference identified between girls and boys (p<0.001). The incidence of parasite in girls was found to be significantly high.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The study of parasite epidemiology was completed in primary school children, with expected high percentage of incidence. Additionally, similar to other studies, our study identified a higher incidence percentage in girls. The study determined the prevalence of the parasite in primary schools in Ordu province, with treatment and post-treatment check-ups performed. Additionally, a fighting against parasites control program was created to form an effective prevention strategy.

9.Evaluation of organochlorine and organophosphate pesticides of waters in Ankara and Konya
Figen Demli, Günnur Orhan, Zahide Esra Durak, Hüseyin İlter
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.05025  Pages 391 - 398
GİRİŞ ve AMAÇ: Pestisitler; tarımsal üretimi olumsuz yönde etkileyen böcekler, kemiriciler, funguslar ve yabani otlar gibi zararlılara karşı kullanılan kimyevi maddelerdir. Suya taşınımı ise püskürtülmeleri esnasında etrafa yayılmaları, uygulandıkları topraktan suya sızma/süzülme, kaza ile yere dökülen kimyasalın topraktan, yağan yağmurun etkisi ile yüzey sularına karışması ile mümkün olduğundan ölçülmesi ve izlenmesi önem taşımaktadır. Son yıllarda, dünya kamuoyunda pestisitlerin çevreye etkileri üzerine yoğun bir ilgi artışı olmuştur. Bunun başlıca sebebi dünyanın birçok ülkesinde kullanımı yasak olan organoklorlu pestisitlerin çevredeki kalıntılarının artması ve bu maddelerin insan ve hayvan sağlığına önemli ölçüde zararlı olduklarının anlaşılmasıdır. Bu nedenle pek çok ülkede pestisitlerin üretim ve kullanımına ilişkin katı yasal denetimler getirilmiştir. Bu çalışmada; Ocak 2012-Aralık 2013 tarihleri arasında Ankara ve Konya illerine ait içme-kullanma, kaynak ve doğal mineralli sulardaki organoklorlu ve organofosforlu pestisitlerin miktarını sıvı-sıvı ekstraksiyon ve gaz kromatografisi (GC) yöntemi ile belirlenmesi ve belirlenen sonuçların İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik ve Doğal Mineralli Sular Hakkında Yönetmelik’te belirtilen mevzuat limitlere uygunluğu yönünden incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara (625 adet) ve Konya (441 adet) illerine ait toplam 1066 adet su numunesi sıvı-sıvı ekstraksiyonu ile organoklorlu ve organofosforlu pestisitlerin miktarları gaz kromatografisi (GC) yöntemi ile belirlenmiştir. GC cihazında elektron yakalayıcı (ECD), azot fosfor (NPD) ve fosforlu ve kükürtlü (PFPD) detektörlerinden yararlanılmıştır. Ayrıca kolon kapiler kolon (VF-5ms, 30 m 0,25 mm 0,25µm; optima 5,30 m 0,32 mm 0,25µm) ve taşıyıcı faz olarak helyum kullanılmıştır. Değerlendirmede kullanılan mevzuat ve pestisit limiti ise “İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik” ile “Doğal Mineralli Sular Hakkında Yönetmelik” kapsamında her bir pestisit için olması gereken azami mevzuat sınır değeri 0,1 µg/L olarak ifade edilirken; pestisit parametrelerinin toplamı azami mevzuat sınır değeri için belirlenen değer; 0.5 µg/L’dir.

BULGULAR: Yapılan çalışmada; analizi yapılan su numunelerinde bulunan pestisit konsantrasyon değerleri belirtilen mevzuat sınırının altında tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada analizi yapılan su numunelerinde bulunan pestisit konsantrasyon değerleri 0,1 µg/L olan mevzuat limit değerinin altında tespit edilmiştir. Sonuç olarak, çalışılan su numunelerinde halk sağlığını tehdit eden miktarlarda pestisit bulunmadığı saptanmıştır. Analiz edilen numunelerde mevzuat değerlerinin altında sonuçların elde edilmesi, belirtilen illerde pestisit kaynaklı kirleticilerin içme-kullanma, kaynak ve doğal mineralli sularına herhangi bir şekilde karışmadığını ve aynı zamanda pestisit uygulamalarının bahsi geçen suları kirletecek seviyede olmadığı anlamını da gösterebilmektedir. Bundan sonraki çalışmalarda değişik illerden alınan numune çeşitliliği artırılarak hem iller bazında hem de bölgesel olarak içme-kullanma, kaynak ve doğal mineralli sularda pestisit kirliliği veya bulaşması hakkında daha fazla bilgi sahibi olunması sağlanabilir.

INTRODUCTION: Pesticides are chemicals which used against harmful insects such as insects, rodents, fungi and weeds that affect agricultural production in a negative way. It is important to measure and monitor because of chemicals are transferred to water by spread around during spraying, infiltration / infiltration from the soil from which they are applied, accidentally spilled chemicals into the soil mixed with falling rain. In recent years, there has been a heightened interest in the environmental impact of pesticides in the world public opinion. The main reason for this is the increased residues of organochlorine insecticides, which are prohibited for use in many countries of the world, and that these substances are considerably harmful to human and animal health. For this reason, in many countries strict legal controls on the production and use of pesticides have been introduced. In this study aimed that determination of the amount of organochlorine and organophosphorus pesticides in drinking-use, spring and natural mineral waters of Ankara and Konya provinces between January 2012 and December 2013 by liquid-liquid extraction and gas chromatography (GC) method, and the results are determined according to Implementing regulation on waters for human consumption and natural mineral waters to investigate compliance with the legislative limits specified.
METHODS: Amounts of organochlorine and organophosphorus pesticides were determined by gas chromatography (GC) method with liquid-liquid extraction in total of 1066 water sample belonging to Ankara (625) and Konya (441). Detectors of GC were electron capture (ECD), nitrogen phosphorous (NPD) and phosphorous and sulfur detector (PFPD). Also, capillary column was analysed (VF-5ms, 30m 0,25 mm 0,25μm; optima 5,30 m 0,32 mm 0,25µm). It was used helium as transporter phase. In this legislation and pesticide limit used of assessment; “Regulation on Waters for Human Consumption” and “Regulation on Natural Mineral Waters”.
The maximum regulatory limit for each pesticide is 0.1 μg / L; the sum of the pesticide parameters is the value determined for the maximum legislative limit value; 0.5 μg / L.

RESULTS: In the study; the pesticide concentration values in the water samples analyzed were determined to be below the specified regulatory limit.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The pesticide concentration values in the water samples analyzed in the study were below the legislative limit value of 0.1 μg / L. As a result, it has been determined that there are no pesticides in the amounts that threaten public health in the studied water samples. Obtaining results below the legislated values in the analyzed samples can also indicate that the pesticide induced pollutants do not interfere with the drinking-use, spring and natural mineral waters at the same time and that pesticide applications are not at the level to pollute the water. In future studies can be used to increase the diversity of samples taken from different species and to have more knowledge about pesticide pollution or contamination both on a literal basis and locally as drinking and using, spring and natural mineral waters.

10.Food-borne Outbreak Associated with Staphylococcal Enterotoxin and Bacillus cereus In Districts Schools—Aksaray, Nevsehir, Nigde Provinces, 2015
Fatma Özarslan, Pınar Duman, Serap Çetin Çoban, Gülşen Barlas, Fehminaz Temel
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.89847  Pages 399 - 408
GİRİŞ ve AMAÇ: Aynı yemek firmasında 25 Mayıs 2015’te hazırlanan öğle yemeğinden yiyen 7 ilçeden 872 öğrenci hastanelere bavurmuştur. Hastaneye başvuranların 406’sında bulantı, kusma, baş dönmesi ve titreme şikayetleri olduğu belirlenmiştir. Bu inceleme kaynağının ve bulaş yolunun tespit edilmesi ve kontrol önlemlerinin alınması amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif kohort çalışmasında Olası vaka tanımı; etkilenen okullarda; 25 Mayıs 2015 tarihinde; "Karın ağrısı ve bulantı ve kusma şikâyetleri olan kişiler" olarak belirlenmiştir. 2713 öğrenci, 137 öğretmen, 22 okul çalışanı ile yüz yüze görüşülmüştür. Etkeni tespit etmek için okullardan ve yemek firmasından su ve gıda örnekleri, hastalardan ve yemek firması çalışanlarından 37 tane gaita numunesi alınmıştır. Aynı zamanda gıda firması çalışanlarından burun ve boğaz sürüntü örnekleri alınmıştır.
BULGULAR: Öğle yemeği yiyen kişiler arasında atak hızı %52’dir (457/872). Vaka sayısı 25 Mayıs 2015 tarihinde pik yapmıştır ve salgın eğrisi salgının tek kaynaklı bir salgın olduğunu düşündürmektedir. İnkübasyon süresi ortalama 3,3±1,5 saattir. Vakalarda başlıca görülen semptomlar karın ağrısı (%84), bulantı (%83), kusma (%59), ateş (%30) ve ishaldir (%29). Salçalı makarna yiyen olası vakaların yemeyenlere göre hastalanma riski yaklaşık 6 kattır (RR: 5,6 %95 GA: 3,2-9,8). Okullardan alınan salçalı makarna örneklerinde Staphylococcus aureus enterotoksini ve Bacillus cereus, yemek firmasından alınan salçalı makarnada Staphylococcus aureus enterotoksini üremiştir. Gıda işleyicilerinden alınan burun, boğaz ve gaita numunelerinde ve hastalardan alınan gaita numunelerinde Staphylococcus aureus tespit edilmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu salgın kontamine salçalı makarnadan kaynaklanmaktadır. İncelemede kontaminasyon kaynağı bulunamamıştır. Gıda firmasına kontrol ve önleme tedbirleri ve iyi hijyen uygulamalarının yerine getirilmesi önerilmiştir.
INTRODUCTION: On 25th May 2015, in three provinces, 872 students of seven districts who had lunch prepared in the same food factory, applied to hospitals. Of those 406 suffered from nausea, vomiting, dizziness and chills. This investigation was conducted to identify the cause and mode of transmission, and to implement control measures.
METHODS: We defined a probable case in this retrospective cohort study as “a person with nausea, vomiting and abdominal pain in schools affected by outbreak onset on 25th May 2015’’. We conducted face-to-face interviews of 2713 students, 137 teachers and 22 school workers. We took water and food samples from schools and food factory, 37 stool samples from patients and food handlers to identify the agent. We also took nasal and throat swabs of food-handlers at the food factory.
RESULTS: The attack rate among people who ate lunch was 52% (457/872). Number of cases peaked on 25th May 2015 and epidemic curve revealed a single-source outbreak. The mean incubation period was 3.3±1.5 hours. Main symptoms of cases were abdominal pain (84%), nausea (83%), vomiting (59%), fever (30%) and diarrhea (29%). Probable cases who ate pasta with sauce developed illness 6 times more than non-exposed. Staphylococcus aureus enterotoxin and Bacillus cereus was identified at pasta with sauce samples taken from schools and Staphylococcus aureus enterotoxin was identified at pasta with sauce samples taken from food factory. Staphylococcus aureus wasn’t identified from the nose, throat and stool samples of food-handlers and stool samples of patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This outbreak was likely due to contaminated pasta with sauce. Investigations couldn’t reveal the contamination source. We recommended the food factory to implement control and prevention measures and good hygiene practices.

11.A Shigella sonnei gastroenteritis outbreak in Bayburt Province, Turkey, October 2014
Burcu Özüdoğru, Yavuz Kazık, Mecit Kızılaslan, Fehminaz Temel
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.37084  Pages 409 - 420
GİRİŞ ve AMAÇ: Bayburt Halk Sağlık Müdürlüğü 03-11 Ekim 2014 tarihleri arasında 23 kişinin hastaneye yatırıldığı, 794 kişinin etkilendiği gastroenterit vakalarında hızlı bir artış bildirmiştir. Bu inceleme kaynağının ve bulaş yolunun tespit edilmesi ve kontrol önlemlerinin alınması amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu vaka-kontrol çalışmasında hastane kayıtları incelenmiştir. Şüpheli vakalar 3-11 Ekim tarihinde gastroenterit ilişkili ICD-10 kodu ile (K-52) tanı almış Bayburt ilinde yaşayan kişilerdir. Olası vakalar günde üçten fazla ishali olan şüpheli vakalardır. Maruziyetleri rastgele seçilmiş olası vakalar ve bunların komşusu olan kontroller arasında karşılaştırma yapılmıştır (247: 247). Düzenlenmiş tahmini rölatif risk (TRRadj) su tüketimi ve hijyen alışkanlıklarını içeren lojistik regresyon modeli kullanılarak elde edilmiştir. Etkeni tespit etmek için 32 su numunesi ve 10 gaita numunesi kültürü yapılmıştır. Su depoları ve mahalle çeşmeleri incelenmiştir.
BULGULAR: Atak hızı ‰13,0’tür (794/60980). En sık görülen semptomlar ishal (%100,0), karın ağrısı (%93,9), ateş (%81,0) ve bulantı’dır (%74,5). Sadece mahalle çeşme suyu içme referans alındığında ve hijyen alışkanlıkları kontrol edildiğinde sadece musluk suyu içme (73/247), vakalarda kontrollere göre 2,3 kattır (TRRadj 2,3,%95 GA 1,4-3,6). Üç gaita örneğinde S. sonnei tespit edilmiştir. Su deposundan alınan 6 su örneği Coliform (4-13 CFU / 100ml), Escherichia coli (E. coli) ( (1-2 CFU / 100ml), Enterococcus (2-5 CFU / 100 ml) açısından pozitif tespit edilmiştir. Tüm örneklerde serbest klor seviyesi 0 (sıfır) ppm tespit edilmiştir. Çevresel incelemeler su depolarının fiziksel şartlarının (klorlama cihazı bulunmaması, paslanmış boru mevcudiyeti gibi) uygunsuz olduğunu göstermiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu S. sonnei salgınının kontamine şebeke suyu kaynaklı olduğu düşünülmektedir. Su depolarının onarımı ve tüm depolarda klorlama cihazı bulundurulması önerilmiştir. Halk Sağlığı eylemi olarak hijyen uygulamaları ve kaynatılmış su tüketimi konusunda halk bilgilendirmiştir.
INTRODUCTION: During 03-11 October 2014, Bayburt Provincial Health Directorate reported a sharp increase in gastroenteritis cases affecting 794 people, 23 hospitalized. We investigated to identify cause and mode of transmission and to implement control measures.
METHODS: In this case-control investigation; we reviewed hospital records. A suspected case was a Bayburt resident diagnosed with a gastroenteritis-related ICD-10 code (K52) during 3-11 October. A probable case was a suspected case with diarrhea (≥3/day). We compared exposures of randomly selected probable case-patients with neighborhood control-persons (247: 247). Odds ratios (ORadj) were obtained through logistic regression model including hygiene habits and water consumption. We used culture methods to identify pathogens in ten clinical specimens and 32 water samples. We examined water storage tanks and neighborhood fountains.
RESULTS: Attack rate was ‰13 (794/60980). Main symptoms were diarrhea (%100), abdominal pain (%93,9), fever (%81,0) and nausea (%74,5).When drinking only fountain-water was taken as reference, and after controlling for hygiene habits, drinking only tap water (73/247) was two times higher in case-patients (ORadj=2,3, 95%CI: 1,4-3,6) compared with the control-persons (55/247). S. sonnei was detected in three stool specimens. Six water samples taken from water storage tanks were tested positive for total Coliform (4-13 CFU/100ml), E. coli (1-2 CFU/100ml), Enterococcus (2-5 CFU/100 ml). Free chlorine levels were 0 (zero) ppm in all samples. Environmental investigation showed that water storage tanks were in a bad condition (none water chlorination device, rusted infrastructure). S.sonnei was identified in three of ten clinical specimens.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This S. sonnei outbreak was likely due to drinking contaminated tap water. We recommended rehabilitation of the water storage tanks and providing chlorination devices for all tanks. As public health action, public were educated on hygiene practices and consumption of boiled water.

REVIEW
12.Tumor Suppressor Effects of Probiotics
Münevver Kahraman, Aynur Gül Karahan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.15428  Pages 421 - 442
Hipokrat’ın “Tüm hastalıklar bağırsakta başlar.” yaklaşımından sonra günümüzde de bağırsaklar “ikinci beyin” olarak adlandırılmakta ve bağırsaktaki mikrobiyal denge-sağlık ilişkisi yoğun araştırmaların konusu olmaktadır. Bağırsaklarda çeşitli nedenlerle bozulan mikrobiyel dengenin yeniden oluşturulmasında ise probiyotiklerden yararlanılmaktadır. Özellikle son 20 yılda probiyotiklerin sağlık üzerine etkilerine yönelik pek çok bilimsel bulgu elde edilmiştir. Bunlar arasında modern çağın vebası olarak da kabul edilen kanser üzerine probiyotiklerin etkisini incelemeye yönelik çalışmalar son derece ilginçtir ve bu konu aydınlatılması gereken pek çok bilinmeyeni içermektedir. Probiyotiklerin kanseri önleme ve tedavi etme etkilerinde çeşitli mekanizmalar geçerlidir. Örneğin kanser öncül maddelerini üreten patojenleri inhibe ederek, bağırsak mikroflorasının düzenlenmesinde ve böylece bu zararlı bileşiklerin oluşumunun önlenmesinde etkili olmaktadır. Probiyotiklerin, antimikrobiyal ürünlerin üretimi yoluyla patojen bakterileri engelleyici ve immunomodülatör hücreleri uyarıcı özellikleri gibi kanser oluşumunu önleyici olumlu etkilerine ait de birçok bulgu elde edilmiştir. Kanseri tetikleyen etkenler oldukça karmaşık olmakla birlikte, beslenme yoluyla alındığında probiyotiklerin mutasyona ve tümör oluşumuna yol açan bileşiklerin neden olduğu DNA hasarını önlediği gözlenmiştir. Ayrıca probiyotikler kısa zincirli yağ asitleri gibi kanserden korunmada yararlı olan metabolitleri üretmektedir. Probiyotiklerin kanseri önleyici etkilerini, tümör oluşumunu engelleme, tekrar etme olasılığını azaltma ve oluşmuş kanser hücrelerini ve dokularını yıkıma uğratma şeklinde gerçekleştirebildiklerini gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Probiyotiklerin yerleşim alanı olan kalın bağırsak dışında, mesane, meme ve karaciğer gibi yerleşim alanı olmayan organ ve dokularda da tümör oluşumu ve gelişimini engelleyici etkisi olduğu gösterilmiştir.
Probiyotiklerin sağlık üzerine etkilerinin toplum tarafından anlaşılması ticari preparatların kullanımını dünyada ve ülkemizde yaygınlaştırmıştır. Ancak probiyotiklerin kanserin önlenmesi ve tedavisinde kullanılabilmesi için etki mekanizmalarını somut şekilde açıklayan ve olumlu sonuçları klinik denemelerle ispatlanmış birçok çalışmanın yapılması gerekmektedir.
Bu derlemede, probiyotiklerin farklı kanser tiplerine etkilerini ispatlamak amacıyla in vitro ve in vivo koşullarda yapılmış öncü niteliğinde çeşitli çalışmalar bu alana ilgi duyan araştırıcılar için irdelenmiş ve tartışılmıştır.
After the approach of Hippocrates, "All diseases start in the intestine", now the intestines are called "second brain" and microbial balance-health relation in intestines is the subject of intensive researches. Probiotics are used for the reconstitution of microbial balance which is destroyed by various reasons in the intestines. Especially in the last 20 years, many scientific findings have been obtained about the health effects of probiotics. It is interesting to study the effects of probiotics on cancer, which is also accepted as a modern age plague, and this subject contains many unknowns that need to be elucidated. There are various mechanisms in the effects of probiotics in cancer prevention and treatment. For example, they inhibit pathogens that produce cancer precursors, thereby regulating intestinal microflora and thus inhibiting the formation of these deleterious compounds. There are also many findings of the positive effects of inhibiting cancer formation, such as the ability of pathogens to inhibit pathogenic bacteria and stimulate immunomodulatory cells through the production of antimicrobial products. While the cancer-causing agents are quite complex, it has been observed that probiotics prevent DNA damage caused by compounds that reason mutation and tumor formation when taken via nutrition. In addition, probiotics produce metabolites, such as short-chain fatty acids, that are useful for cancer protection. There are studies showing that probiotics can inhibit cancer, effects by inhibiting tumor formation, reducing the chance of recurrence, and destroying cancer cells and tissues. It has been shown to inhibit tumor growth and development in organs and tissues other than the colon where the probiotics are located such as bladder, breast, and liver.
The public understanding of the health effects of probiotics has made the use of commercial preparations widespread in the world and in our country. However, in order to use probiotics in prevention and treatment of cancer, clinical studies which will demonstrate the mechanisms of action probiotics, must be conducted.
In this review, several pioneering studies on in vitro and in vivo to elucidate the effects of probiotics on different cancer types have been emphasized and discussed for researchers interested in this field.

13.Polymeric Vesicles and Biological Applications
Umut Can Öz, Asuman Bozkır
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.87369  Pages 443 - 458
Bilimin gelişmesindeki temel yaklaşım olan olan doğayı taklit etme çabasının günümüzdeki en son örneklerinden birisi polimerik veziküler sistemlerdir. Hücresel bölümlendirmenin yapıtaşı olan fosfolipitlerin kendiliğinden oluşum süreci ile veziküler yapıları oluşturması sürecinin, sentetik amfifilik kopolimerler üzerinde uygulanması ile üretilen polimerik veziküllerin biyolojik uygulamaları, özellikle eczacılık ve tıp alanında büyük ilgi görmüştür. Polimerik veziküller, kopolimerin hidrofobik bloğunun su ile temasını en aza indirgemek için yan yana gelerek çifte tabakalı bir membranı oluşturması ve bu membranın sulu ortamı çevrelemesiyle meydana gelen mikroskopik/nanoskopik partiküllerdir. Yapılarındaki sulu lümen içerisinde hidrofilik molekülleri barındırabilen bu sistemler aynı zamanda hidrofobik molekülleri kopolimerik vezikül membranı içerisinde taşıyabilmektedirler. Dolayısıyla, yapısında her türlü molekülü taşıyabilme kapasitesi olan ve üretilen çeşitli kopolimer ile kendisine farklı uygulama alanları bulmuş polimerik veziküller, araştırmacılar tarafından çoğunlukla ilaç taşıyıcı sistemler, medikal görüntüleme ajanları, nanoreaktörler ve son yıllarda da kendiliğinden çalışan nanomotorlar olarak kullanılmaktadır.
Bu derleme ile, polimerik veziküller üzerinde çalışma yapacak bilim insanları/araştırmacılara genel bir perspektifin sunulması ve güncel bilgilerin bir arada verilmesi amaçlanmıştır.
One of the most recent example of the effort to imitate nature which is the basic approach for the development of science, is the polymeric vesicular systems. The biological applications of the polymeric vesicles produced by the application of self-assembly process of vesicle forming phospholipids which are the building blocks of cellular compartmentalization, on synthetic amphiphilic copolymers, have attracted considerable interest, especially in the field of pharmaceutics and medicine. Polymeric vesicles are microscopic / nanoscopic particles which are formed by the confinemet of an aqueous environment by the copolymeric bilayer membrane which is shaped by the aim of minimizing the contact angle between the hydrophobic block of the copolymer and water. These systems, which can contain hydrophilic molecules in their aqueous lumen, can also carry hydrophobic molecules in the copolymeric vesicle membrane. Therefore, polymeric vesicles, which have the capacity to carry all kinds of molecules in the structure and can be produced from various copolymers, have been utilized in different application areas such as drug delivery systems, medical imaging agents, nanoreactors and self-propelling nanomotors in recent years.
With this review, it is aimed to present a general perspective to scientists / researchers who will work on polymeric vesicles and along with outlining the current information in the field.

LookUs & Online Makale