ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 62 (1)
Cilt: 62  Sayı: 1 - 2005
ARAŞTIRMA
1.
Ankara Piyasasında Tüketime Sunulan Beyaz Peynirlerin Hijyenik Kalitelerinin Belirlenmesi Üzerine Bir Araştırma
A Research On Hygienic Qualıty Of Pıckled White Cheeses In Ankara Market
Zeynal Kaynar, Pınar Kaynar, Celalettin Koçak
Sayfalar 1 - 10
AMAÇ: Bu çalışmada, Ankara İli Ulus Semti’ndeki marketlerden temin edilen 30 adet beyaz peynir örneği mikrobiyolojik yönden incelenmiştir.
YÖNTEMLER: Yapılan inceleme sonucunda peynir örneklerinin hiçbirinde Staphylococcus aureus, Clostridium perfringens, Salmonella spp., Listeria monocytogenes ve küfe rastlanılmazken; 21 peynir örneğinde koliform grup bakteri bulunduğu tespit edilmiştir.
BULGULAR: Ayrıca koliform grup bakteri içeren peynir örneklerinden 18’inde, sayıları 7.3x101-
24x102 kob/gram arasında değişen fekal koliform ve Escherichia coli’ye rastlanmıştır. Peynir örneklerinin tamamında 1.0x102-2.7x103 kob/gram arasında değişen sayılarda maya bulunmuştur.
SONUÇ: Bu çalışmanın sonucunda; beyaz peynir örneklerinin üretimi sırasında hijyenik koşullara yeterince uyulmaması nedeniyle mikrobiyolojik kalitelerinin genel olarak yetersiz olduğu belirlenmiştir.
OBJECTIVE: In this study, 30 samples of pickled white cheeses purchased from different markets in Ulus-Ankara were examined for hygienic quality.
METHODS: In result of the examination, while Staphylococcus aureus, Clostridium perfringens,
Salmonella spp., Listeria monocytogenes and moulds were not isolated from the pickled white cheeses, coliform group bacteria were isolated from 21 samples of pickled white cheeses.
RESULTS: 18 of these samples were found that fecal coliforms and Escherichia coli were ranged between 7.3x101-24x102 cfu/grams.
CONCLUSION: All of cheese samples were found containing yeasts ranged between 1.0x102- 2.7x103 cfu/grams. The microbiological analysis showed that microbiological quality of the pickled white cheese samples were generally poor because of inadequate hygienic conditions during production.

2.
Staphylococcus Epidermidis Ve Escherichia Coli ’nin Çeşitli Cerrahi İpliklere Yapışma Davranışları
Adhesion Behaviours Of Staphylococcus Epidermidis And Escherıchia Coli On Different Surgery Sutures
Abbas Yousefı Rad
Sayfalar 11 - 16
AMAÇ: Cerrahi iplikler, ameliyat tipine, yerine ve derecesine bağlı olarak farklı özellik taşıyan biyomalzemelerdir.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda kollojen (Kromo katgüt®), poliglikolat (Dexon®), poliglikolat’laktat (Vicryl®), polidioksanon (PDS®) ve poliprofilen (Prolen®) bazlı beş farklı cerrahi ipliğe Escherichia coli ve Stopylococcus epidermidis’in dinamik şartlarda yapışma davranışları araştırılmış, çalkalama sıvılarındaki bakteri sayısı ‘‘Plak Sayım Yöntemi’’ ile saptanmıştır.
BULGULAR: Her iki suş beş farklı cerrahi ipliğe farklı zamanlarda farklı adsorbsiyon ve desorbsiyon göstermişlerdir. S. epidermidis suşu en fazla Vicryl®’e yapışırken, diğer iplikler Dekson, K.Katgüt, Prolen, PDS şeklinde sıralanmıştır. E.coli suşu en çok Dekson’a yapışırken diğer iplikler sırasıyla; Vicryl®; K.Katgüt®, Prolen®, PDS® ş eklinde belirlenmiştir.
SONUÇ: Her iki suşun beş cerrahi ipliğe olan yapışma davranışları karşılaştırıldığında, S. epidermidis’in, Vicryl® hariç diğer ipliklere E.coli ’den daha az yapışma gösterdiği belirlenmiştir.
OBJECTIVE: Surgical sutures are biodevices that vary especially according to type, location, and level of operation.
METHODS: In our study, cromic catgut, polyglycolate (Dexon®), (polyglycolate/lactate) (Vicryl®), polydioxanone (PDS®) ve polypropylene (Prolen®) were investigated according to adhesive behavior of E.coli and S.epidermidis under dynamic conditions.Number of bacteria in washing solution was determined by plate count method.
RESULTS: Both strains, showed different absorption and desorption to five different surgical catguts in different times. While S.epidermidis strain behaved as the most adhesive to Vicryl®, the others were Dexon®, cromic catgut®, Prolen®, and PDS respectively. While E.coli strain behaved as the most adhesive to Dexon®, the others were Vicryl®, Cromic catgut®, Prolen®, PDS® respectively.
CONCLUSION: When both strains were compared with each other in terms of their total adhesion to five surgical catguts, S.epidermidis adhered less to the other catguts, except Vicryl® than E.coli.

3.
Fascioliasis Tanısında Erişkin Antijeni İle Pbs Ve Rpmı 1640’da Elde Edilen Ekskresyon/Sekresyon Antijenlerinin Elisa Yöntemiyle Karşılaştırılması
Comparison Of Somatic And Excretion/Secretion Antigens Obtained in Pbs And Rpmi 1640 By Elisa Method For The Serodiagnosis Of Fascioliasis
Ayşegül Taylan Özkan, Metin Korkmaz, Aydınten Kuman, Hasan Ayçiçek, Mehmet Tanyüksel
Sayfalar 17 - 26
AMAÇ: İnsanda fascioliasis hepaticanın akut döneminde spesifik tanı koydurucu, kronik anjiokolit döneminde ise tanıyı destekleyici ve doğrulayıcı olarak serolojik tanı yöntemlerinden yararlanılmaktadır.
YÖNTEMLER: Çalışmada Fasciola enfeksiyonunun tanısında parazitin erişkin antijeni ile PBS ve RPMI-1640’da elde edilen ekskresyon/ sekresyon (ES) antijenleri karşılaştırılmış kesin ve şüpheli Fasciola olgularının yanısıra toxocariasis, schistosomiasis, ascariasis, echinoccosis ve sağlıklı yetişkinlerden elde edilen serumlar çapraz reaksiyonlar açısından incelenmiştir. Kesin fascioliasis olduğu bilinen olgularda testin duyarlılığı her üç antijenle de %100 olarak bulunmuştur.
BULGULAR: Testin özgüllüğü ise erişkin antijeni ile %90.6, PBS-ES ve RPMI-ES ile %95.3 olarak saptanmıştır. Varyans analizi ile antijenler arasında anlamlı bir fark saptanamamıştır (p>0.05).
SONUÇ: Her üç antijenle de hazırlanan Enzyme-Linked Immunosorbent Assay (ELISA) yönteminden insan fascioliasis olgularının tanısında yararlanılabileceği sonucuna varılmıştır.
OBJECTIVE: Serodiagnosis of fascioliasis hepatica in humans is used for the diagnosis during the acute phase of the disease and a supporting and confirming method for the diagnosis during the chronic phase.
METHODS: Somatic antigens of Fasciola spp. and antigens obtained from the excretions/secretions (ES) of the parasite, extracted in RPMI 1640 medium and PBS were compared by ELISA for the diagnosis of this infection. Sera from patients with confirmed or suspected infection with Fasciola as well as sera from patients infested with toxocariasis, schistosomiasis, ascariasis, echinoccosis and from healthy individuals were compared for evaluation of cross-reactivity. The sensitivity of the tests in patients with confirmed fascioliasis was 100% for all three antigens and extraction modalities used.
RESULTS: The specificity of the somatic antigens was 90.6%, while those of PBS-ES and RPMI-ES were 95.3%. Using variance analysis, no significant difference was found among the three antigens (p>0.05).
CONCLUSION: It appears that all three antigens could be used in the serodiagnosis of human fascioliasis.

4.
Dezenfektanların Mikroorganizmalara Karşı Etkinliğinin Temiz Ve Kirli Yüzeylerde Değerlendirilmesi
The Evaluation Of The Activity Of Disinfectants Against Mıcroorganisms On Clean And Dirty Surfaces
Birgül Kaçmaz, Nedim Sultan, Laser Şanal
Sayfalar 27 - 33
AMAÇ: Bu çalışmada değişik dezenfektanların (%70’lik alkol, %10’luk iyot, %2’lik klorheksidin ve %5’lik NaOHCl) organik madde varlığında (kirli ortam) ve yokluğunda (temiz ortam) yapay olarak kontamine edilen çeşitli yüzeylerdeki (cam, tahta, PVC, boyalı metal ve laminat) mikroorganizmalara (metisilin dirençli Staphylococcus aureus (MRSA), Enterococcus feacalis, Escherichia coli, Pseudomonas aeruginosa ve Candida albicans) karşı etkinliği araştırılmıştır.
YÖNTEMLER: Seçilen dezenfektanların aktivitesinin değerlendirilmesinde "taşıyıcı testi" kullanılmıştır. Tahta yüzey dışındaki tüm temiz yüzeylerde bütün dezenfektanların deneyde kullanılan mikroorganizmalara karşı etkin olduğu saptanmıştır.
BULGULAR: Bununla beraber temiz yüzeylerde etkin olduğu saptanan dezenfektanların kirli yüzeylerde etkin olmadığı ve/veya etkinliğinde azalma olduğu bulunmuştur.
SONUÇ: Düzgün yüzeylerin pürüzlü yüzeylere göre daha kolay ve uygun şekilde dezenfekte edilebilmesi nedeniyle hastane ortamında bu tip yüzeylerin tercih edilmesi ve bazı dezenfektanların organik maddelerden etkilenmesi nedeniyle kirli yüzeylerin önce su ve sabun/deterjan ile temizlendikten sonra dezenfektan madde uygulanmasının daha uygun olacağı sonucuna varılmıştır.
OBJECTIVE: In this study, we have evaluated the activity of various disinfectants (alcohol 70%, iodine 10%, chlorhexidine 2% and NaOHCl 5%) against microorganisms in the presence (dirty setting) or absence (clean setting) of organic materials on different surfaces (glass, wood, PVC, painted metal and laminate) which were contaminated artificially by microorganisms (methicillin resistant Staphylococcus aureus, Enterococcus feacalis, Escherichia coli, Pseudomonas aeruginosa and Candida albicans).
METHODS: Carrier test method has been used to determine the activity of selected disinfectants. All disinfectans were effective against all microorganisms studied in this study on clean
surfaces, except wood. However, we have found that disinfectants which were found to be effective on clean surfaces, were not effective on dirty surfaces or have reduced effects.
RESULTS: In conclusion, it should be prefered to use smooth surfaces in hospital enviroment because it seems to be more easy and appropriate to apply disinfectants on these surfaces.
CONCLUSION: Dirty surfaces should be cleaned with water and soap/detergant before applying disinfectants, because some disinfectants could interact with organic materials and have reduced activity against microorganisms.

5.
Soğuk Stresi Uygulamasının Ve Hipotansif Bir İlaç Olan Enalapril Maleat ’ın Bazı Sıçan Dokularında Total Rna Seviyelerine Etkileri
The Effects Of Cold Stress Treatment And Enalapril Maleat Which Is A Hypotensive Drug On Total Rna Levels In Different Rat Tissues
Zeliha Selamoğlu Talas, Muhittin Yürekli
Sayfalar 35 - 40
AMAÇ: Bu çalışmada kontrol grubu, soğuk stres, enalapril maleat ve soğuk stres ile beraber enalapril maleat uygulamalarının Fischer-344 sıçanlarının adrenal medulla, hipotalamus ve kalpte total RNA düzeyleri üzerine etkileri araştırılmıştır.
YÖNTEMLER: Stres hormonlarının kontrolünde ve salınmasında etkili enzimlerin düzeyleri hakkında ön bilgi sağlayacağı düşüncesi ile total RNA düzeylerinin saptanması amaçlanmıştır. Soğuk stresi uygulamasında sıçanlar 48 saat süreyle +8°C’de soğuğa maruz bırakılmıştır. Enalapril maleat, 10 mg/kg olacak şekilde sıçanlara intraperitonal olarak yapılmıştır. Soğuk stresi ile beraber enalapril maleat uygulamasında, sıçanlara 10 mg/kg olacak şekilde intraperitonal olarak enalapril uygulandıktan sonra bu sıçanlar 48 saat +8°C’de soğuğa maruz bırakılmıştır. Uygulamalardan sonra sıçanlardan adrenal medulla, hipotalamus ve kalp doku örnekleri alınmıştır. Her üç organın doku örneğinde soğuk stresi uygulaması sonucu, total RNA seviyesinde istatistiksel olarak anlamlı artış
olduğu gözlenmiştir (p<0.05).
BULGULAR: Enalapril maleate uygulamasında, adrenal medulla ve hipotalamusta total RNA
seviyesindeki azalmalar istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p>0.05). Kalpte ise total RNA seviyesinde istatistiksel olarak anlamlı artışlar gözlenmiştir (p<0.05). Üç organın doku örneğinde soğuk stres ile beraber enalapril maleate uygulanan grupta total RNA düzeyinde azalmalar saptanmıştır.
SONUÇ: Çalışma sonucu elde edilen bulgulara göre, hipotansif bir ilaç olan enalapril maleate’ın, soğuk uygulamasının indüklediği total RNA’da meydana gelen artışım düşürerek, soğuk etkisi ile ortaya çıkabilecek strese bağlı olumsuz etkileri giderebileceği fikrini akla getirmektedir.
OBJECTIVE: In this study, the effects of cold stress, enalapril maleat and enalapril maleate accompanied to cold stress treatments on total RNA levels of adrenal medulla, hypotalamus and heart tissues of Fischer -344 rats have been observed.
METHODS: Determination of total RNA levels was aimed for being able to get introductory information about the enzyme levels which play a central role in the control and secretion of stress hormons. In cold stress treatment, rats were exposed to +8°C temperature during 48 hours. Enalapril maleate was injected intraperitoneally (10 mg/kg body weight). In cold stress accompanied to enalapril maleat treatment, enalapril
maleat was injected in doses of 10 mg/kg per rat, after injection, rats were exposed to +8°C during 48 hours. After the treatments, tissue samples of adrenal medulla, hypotalamus and heart were taken. In all three these tissues, elevations in total RNA levels were found to be statistically significant because of cold stress treatment (p<0.05).
RESULTS: After enalapril maleat treatment, the decrease in total RNA levels of adrenal medulla and
hypotalamus, were not found to be statistically significant (p>0.05). On the other hand, increase in total RNA levels of heart tissue had been found statistically significant (p<0.05). In the total RNA level of group which was exposed to enalapril maleat accompanied to cold stress a statistically significant decrease was found.
CONCLUSION: As a result of this study, it was found that enalapril maleat which is a hypotansive drug was able to been eliminate negative effects of cold stress by lowering the increase of total RNA induced with cold stress treat.

6.
Kayseri İl Merkezi’nde 0 – 36 Aylık Çocuklarda Malnütrisyon Durumu Ve Etkileyen Bazı Faktörler
Malnutrition Status Of 0-36 Months Old Chıldren In Kayseri Province And Some Effecting Factors
Neriman İnanç, Mualla Aykut, Betül Çiçek, Habibe Şahin, Müge Yılmaz, Dilek Katrancı, Rukiye Tuna
Sayfalar 41 - 48
AMAÇ: Bu çalışma Kayseri İl Merkezi’nde 0–36 aylık çocuklarda malnütrisyon sıklığı ve etkileyen faktörleri ortaya koymak amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEMLER: Araştırma kapsamına alınan çocukların %22.9’unda yaşa göre boy, %12.5’inde yaşa
göre ağırlık açısından malnütrisyon saptanmıştır. Yaşa göre ağırlık açısından malnütrisyon sosyo-ekonomik yönden kötü olan sağlık ocağı bölgesinde diğer sağlık ocaklarına göre yüksek bulunmuştur (p<0.01). Ayrıca ekonomik durumu kötü olan ailelerde (%24.6), orta (%12.1) ve iyi (%8.8) olanlara; düşük doğum ağırlıklı doğanlarda (%24.4), normal ağırlıklı (%12.1) ve fazla kilolu (%8.3) olanlara; önceki çocuk ile arasındaki ay farkı 24 aydan az olanlarda (%22.2), 24 aydan fazla (%11.5) olanlara; hiç anne sütü almayanlarda (%31.3), alanlara (%12.0) göre yüksek bulunmuştur (p<0.01).
BULGULAR: Yaşa göre boy durumu ise sosyo-ekonomik durumu kötü olan sağlık ocağı bölgesinde
(%33.8) diğerlerine göre, 3. ve daha sonraki çocuklarda (%30.7); önceki çocuklara (%19.1) göre yüksek bulunmuştur (p<0.01).
SONUÇ: Çalışma sonucunda 0-36 aylık çocuklarda yaşa göre boy ve ağırlık yönünden malnütrisyon sıklığının 2003 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması sonuçlarına göre yüksek olduğu; ekonomik durum, doğum kilosu, doğum aralığı, doğum sırasının malnütrisyon oluşumunda etkili faktörler olduğu düşünülmüştür.
OBJECTIVE: This study was performed to determine malnutrition status and effecting factors in children between the ages of 0 to 36 months in Kayseri province.
METHODS: 22.9% of the children was malnourished due to height for age criteria and 12.5% due to weight for age values. Weight for age malnutrition was higher in health clinics representing low socio-economical status than the others (p<0.01). Weight for age malnutrition was higher in families representing low socio-economical levels (24.6%) than in moderate (12.1%) and high socio-economical levels (8.8%); low birth weight (24.4%) than normal (12.1%) and high birth weight (8.3%); month difference with the prior child less than 24 months (22.2%) to more than 24 months (11.5%); children never ingested breast milk (31.3%) than the ones ingested (12.0%) (p<0.01).
RESULTS: Height for age malnutrition was found higher in health clinics located in socio economically poor area (33.8%) than the others; in third child and over third (30.7%) than the others (19.1%) (p<0.01).
CONCLUSION: As conclusion; height for age and weight for age malnutrition prevalance in 0-36 months old children was higher than the results of Turkey Population and Health Survey in 2003; economical status, birth weight, intervals and order of birth were thought to be related factors to the development of malnutrition.

DERLEME
7.
Natriüretik Peptidler
Natriuretıc Peptides
Fatma Uçar, Serpil Turhan
Sayfalar 49 - 54
GİRİŞ
Nörohormonların kalp yetmezliği olan hastaların dolaşımına salındığı ve aktive olduğu iyi bilinmesine rağmen terapötik önemi ancak geçtiğimiz 10-15 yıl içinde ortaya çıkmıştır. Vücut, simpatik sinir sistemi ve renin-anjiotensin sisteminden salınan vazokonstriktör nörohormonların etkisine karşı, vazodilatatör antiproliferatif natriüretik peptidler üretir. Homeostazisi sağlamak amacıyla üretilen bu peptidler, dolaşımda ve kalp yetmezliğinde önemli rol oynamaktadırlar (1). 1981’de Bold ve arkadaşları sıçanlara aşılanan atrial doku özütlerinin diürezi arttırdığını göstermişlerdir. İzolasyon ve saflaştırma işlemleri sonucunda, atrial natriüretik peptid (ANP) olarak adlandırılan yeni bir peptidin bu diüretik cevabın aracısı olduğu ortaya konmuştur (1). ANP’nin keşfinden sonra, Matsue ve arkadaşları domuz beyninden B-tip natriüretik peptid (BNP) adını verdikleri başka bir natriüretik peptid izole etmişlerdir (2). Kardiyak natriüretik peptilerin vücutta çok çeşitli fizyolojik etkileri vardır. Bunlar arasında, vazodilatasyon ve hipotansif etki, natriürez ve diürez, sempatik sinir sistemi ile renin-anjiotensinaldosteron sistemine etkileri, endotelin, sitokinler ve vazopressin gibi çeşitli hormonların inhibisyonu, ventriküler ve vasküler hipertrofiden sorumlu patofizyolojik mekanizmaların inhibisyonu gibi etkiler sayılabilir (3-6). Bu peptidlerin dolaşımdaki derişimleri çeşitli fizyolojik faktörlerden etkilenmektedir. Yaş, cinsiyet, egzersiz, vücut postürü, sodyum alımı gibi beslenme alışkanlıkları, bazı ilaçlar (kortikosteroidler, seks steroid hormonlar, tiroid hormonları, diüretikler, anjiotensin dönüştürücü enzim (ACE) inhibitörleri, adrenerjik agonist ve antagonistler vb) bu faktörler arasında yer almaktadır (3, 4). Günümüzde dört farklı natriüretik peptid tanımlanmıştır (Tablo 1). Bu peptidlerin hepsi iki sistein kalıntısı arasında intra moleküle arası disülfid köprüsünden oluşan 17 aminoasitli halka yapısına sahip olmasına karşın, amino ve karboksil uçları değişmektedir. ANP ve BNP’nin öncü (precursor) peptid geni 1. kromozomunda lokalize iken, C- tipi natriüretik peptid (CNP) 2. kromozom üzerindedir. Dendroaspis natriüretik peptidin (DNP) gen kodlanması ise henüz tespit edilmemiştir (1).

8.
Evlerde Kullanılan Kimyasalların Toksikolojik Etkileri
Toxicologic Effects Of Household Chemicals
Nilgün Oto Geçim, Nuşin Harmancı
Sayfalar 55 - 58
GİRİŞ
Günümüzde kimyasallar her alanda olduğu gibi evlerimizde de artan miktarda kullanılmaya başlanmıştır. Bir yandan hayatımızı kolaylaştıran bu maddeler, diğer yandan da çeşitli riskler taşımakta ve hayatımızı tehdit etmektedirler. Evlerde kullanılan kimyasallar arasında temizlik malzemeleri, alkol, koku gidericiler, güve kovucular, mürekkep, kibrit ve tütün toksikolojik açıdan özel önem arz etmektedir.

9.
Sağlık Hizmetlerinde Sürekli Eğitim Ve Sürekli Mesleki Gelişim
Continuous Education And Continuous Professional Development
Ruhi Selçuk Tabak
Sayfalar 59 - 66
GİRİŞ
Günümüzde eğitimin anlamı, amacı ve işlevine yönelik paradigmatik düşünce farklılıkları giderek yaygınlaşmaktadır. Özellikle kavramsal düzeyde eğitimden öğrenmeye doğru bir yönelim söz konusudur. "Yaşam boyu öğrenme", "yaşam boyu eğitim"den daha geniş bir kavramdır. Yaşam boyu eğitim, 1960’ların öncesinde eğitim ve öğretim olanaklarının yaygınlaştırılacağı düşüncesiyle biçimlenmiştir. Yaşam boyu eğitimin ilkeleri ve temel rolü 1960 yılında Montreal Konferansı’nda tanımlanmıştır. Formal anlamda yaşam boyu eğitim, mesleksel becerilerin yenilenmesine ve kişinin sürekli gelişimine yönelik bir araç olarak görülmüştür (1). 1960’ların sonları ile 1970’lerin başlarında "yaşam boyu öğrenme" ve "öğrenen toplum" düşüncesi, değişen ve gelişen toplum yapısı içinde eğitime daha geniş değerlerin bağlanması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu görüşler Avrupa Konseyi, OECD, UNESCO gibi örgütler tarafından yayınlanan raporlarla dünya gündemine taşınmıştır. Örneğin, 1972 yılında yayınlanan "Var Olmayı Öğrenmek" başlıklı UNESCO raporunda "sürekli öğrenme" ve "öğrenen toplum" olarak iki tez ortaya konmuştur. Sürekli öğrenme tüm eğitim politikalarının anahtarıdır. Öğrenen toplum ise bütün toplumu öğrenme sürecine katmayı hedefleyen bir stratejidir. Eğer öğrenme kişinin tüm yaşamını içine alıyorsa, hem yaşam süresi hem de çeşitlilik anlamında eğitsel olduğu kadar, toplumsal ve ekonomik kaynaklarıyla da tüm toplumu ilgilendiriyorsa, eğitim sistemini düzenlemenin yanı sıra öğrenen toplum olmaya yönelmek gerekmektedir (2,3). OECD’nin yaşam boyu öğrenme stratejisinde iki temel öğe yer almaktadır: Zorunlu eğitim sonrası eğitimin bireyin tüm hayatına yayılması ve bu eğitimin çalışma zamanı/boş zaman dönüşümü içinde düzenlenmesi (4,5). 2000’li yıllarda öğrenmenin hayatın her evresinde ve herhangi bir yerde gerçekleşebileceğini dikkate alan, yararlı ve zevkli bir öğrenmeyi savunan, öğrenme-öğretme rol ve eylemlerinin değişik zaman ve ortamlara göre yer değiştirebileceğine vurgu yapan "yaşam çapında öğrenme" ve bu kapsamdaki öğrenmelerin gerçekleştiği bir toplum öngörüsünü dile getiren "öğrenen toplum" kavramları daha fazla kullanılmaya başlanmıştır (6). Ancak, bu kavramların bileşimindeki öğrenme terimi, bireyin sunulan eğitim hizmetleri arasından kendi gereksinimlerine uygun olanı bulup seçmesini gerektirmektedir. Bunun en önemli ön koşulu ise herkesin eğitim olanaklarına erişebilmesidir. Bu nedenle, öncelikle herkesin eğitime erişimini güvence altına alacak bir planlamanın, ilgili politikaların ve düzenli eylem programlarının gerekliliğini ortaya koyan "yaşam boyu eğitim" ya da "sürekli eğitim" kavramlarının kullanımı son yıllarda yeniden artmıştır.

10.
Kültür Koleksiyonu Genel Tanımı Ve Türkiye’deki Kültür Koleksiyonları
General Definitions Of Culture Colections And Culture Collections In Turkey
Demet Yumuşak, Özge Öncül, Berrin Esen
Sayfalar 67 - 71
Kültür koleksiyonları özellikleri önceden belirlenmiş standart mikroorganizma, hücre dizileri ve diğer biyolojik ürünlerin; biyokimyasal, morfolojik, fizyolojik ve genetik özelliklerinin korunarak saklandığı, uzun süre depolandığı ve gerektiğinde araştırmacılara sağlandığı merkezlerdir. Ülkemizde Dünya Kültür Koleksiyonu Fedarasyonu’na (WFCC) üye 6 adet kültür koleksiyonu bulunmaktadır. Bunlardan ilki ve en eskisi 1954 yılında kurulan Refik Saydam Ulusal Tip Kültür Koleksiyonudur.
Culture collection centers are organisations in there standard microorganisms, cell lines and other biological products which the specifications are defined previously and their biochemical, morphological, physiological and genetic specifications preserved originally, the strains are stored for long period of time and provided to researchers when needed. In our country there are six culture collection centers which are member of WFCC. First and the oldest one is Refik Saydam National Type Culture Collection which is founded at 1954.

11.
Türkiye’de Bulaşıcı Hastalıklar Bildirim Sistemi
Survaillance System Of Communicable Diseases In Turkey
Yıldırım Bayazıt
Sayfalar 73 - 76
GİRİŞ
Bulaşıcı hastalıkların mevcut durumu, ülkenin gelişmişlik düzeyi ve sağlık hizmetlerinin etkinliği ile yakından ilgilidir. Bu nedenle durum tespiti yapılırken dikkatli olmak ve belli standartlara uygun davranmak gereklidir. Hastalık bildirimlerindeki eksiklikler ve hatalar sadece Türkiye’de değil, diğer gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde de önemli bir sorundur.

LookUs & Online Makale
w