ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 69 (2)
Cilt: 69  Sayı: 2 - 2012
ARAŞTIRMA
1.
Konya bölgesinde toplum kökenli pnömoni için hastaneye yatırılan çocuk hastalarda solunumsal viral enfeksiyon etkenlerinin multipleks gerçek zamanlı-PCR ile tanımlanması
Identification of respiratory viral infection agents by multiplex real-time PCR among children hospitalized for community-acquired pneumonia in Konya province
Ahmet Sert, Recep Keşli, Dursun Odabaş, Hüseyin Bilgin, Ebru Aypar, Melike Keser, Abdullah Yazar, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Fatih Akın
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.74429  Sayfalar 53 - 60
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı; toplum kökenli pnömoni tanısı ile hastaneye yatırılan çocuklarda viral pnömoni etkenlerinin moleküler tanı teknikleri kullanılarak tanımlanmasını değerlendirmektir.
YÖNTEMLER: Çalışmaya, Konya bölgesindeki viral pnömoni etkenlerini tanımlamak amacı ile toplum kökenli pnömoni nedeni ile hastaneye yatırlan 64 çocuk dahil edilmiştir. Çalışma, Ekim 2009 ve Aralık 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Yaşları bir ay ile sekiz yaş arasında olan ve toplum kökenli pnömoni olarak tanı konulan çocuk hastalardan nazo-faringeal sürüntü örnekleri alınmıştır. Hastalara hastaneye yatışları sırasında respiratuvar sinsityal virüs (RSV), adenovirus, influenza virüs ve paranifluenza virüsler gibi viral pnömoni etkenlerinin varlıklarını tepit etmek için multipleks gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) testi yapılmıştır.
BULGULAR: Toplam 64 hastanın 22 (%34,4)’si viral enfeksiyonlar, beş (%7,7)’si bakteriyel enfeksiyonlar ve iki (%3,1)’i hem viral hem de bakteriyel enfeksiyonlar için pozitif olarak bulunmuştur. 20 (%31,2) vakada sadece viral patojen ve üç (%4,6) hastada sadece bakteriyel enfeksiyon belirlenmiştir. RSV (%23,4) ve adenovirüs (%4,6) en sık viral patojenler olarak tespit edilirken,
influenza A virüsü (%3,1), parainfluenza tip 1, 2, 3 virüsleri (%3,1) enfeksiyon nedeni diğer virüsler olarak belirlenmiştir. İnfluenza B virüsü vakaların hiçbirinde tespit edilmemiştir. 37 (%57,9) hastada muhtemel hiçbir etken belirlenememiştir. Çalışma süresince ölüm olmamıştır.
SONUÇ: Bu çalışmada, hastaneye yatırılan bir ay ve sekiz yaş arasında çocuklarda toplum kökenli pnömoninin en sık etkeninin virüsler olduğu belirlenmiştir. Virüslerin etiyolojik tanılarının geliştirilmesi, tedavilerde özellikle gereksiz antibiyotik kullanılması ve gereksiz izolasyon uygulamaları yapılmasını önlemede yararlı olacaktır. Hastaneye yatırılan çocuk hastalarda toplum kökenli pnömoninin etiyolojisinde virüslerin rollerini açıklamaya odaklanan daha fazla ve yeni çalışmaların gerçekleştirilmesi bu hasta grubunun tedavisinde doğru politikaların belirlenmesine katkı sağlayacaktır.
OBJECTIVE: Aim of this study was to evaluate the identification of viral pneumonia agents among children who were diagnosed and hospitalized for community-acquired pneumonia (CAP) by using molecular diagnostic techniques.
METHODS: Sixty four children hospitalized for community-acquired pneumonia were included in the study in order to identify viral pneumonia agents in the province of Konya. The study was carried out in between October 2009 and December 2010. Nasopharyngeal smears were obtained from children patients aged 1 month to 8 years who were diagnosed as community-acquired pneumonia. Multiplex real time-Polymerase Chain Reaction (PCR) was performed for detection of existence of viral pneumonia agents such as respiratory syncytial virus (RSV), adenovirus, influenza and parainfluenza viruses on admission.
RESULTS: Of all the 64 patients, 22 (34.4%) were positive for viral infections, 5 (7.7 %) were positive for bacterial infections, and 2 (3.1%) were positive for both viral and bacterial infections. A sole viral infection was
identified in 20 (31.2%) and a sole bacterial infection in 3 (4.6%) cases. Influenza A virus (3.1%), parainfluenza type 1, 2, 3 viruses (3.1%), respiratory syncytial virus (23.4%) and adenovirus (4.6%) were found as causative viruses. Influenza B virus was not detected in any of cases. No possible etiologic agent was found in 37 cases (57.9%). Respiratory syncytial virus (23.4%) and adenovirus (4.6%) were the most commonly detected viral pathogens. There was no mortality during the study.
CONCLUSION: This study showed that the viruses commonly detected as the causative agents of community-acquired pneumonia among the hospitalized children aged between 1 month and 8 years. Improving the etiological diagnosis of viral infections may definitely contribute to avoid unnecessary therapy, particularly antibiotics and allow for preventive isolation of infected patients. Performing more and new studies focusing on defining the role of viruses at the etiology of community-acquired pneumonia among hospitalized children will help establishment of true policies on the treatment of these patients.

2.
Değişik Bölgelerden Gelen Erişkin HBsAg Pozitif Hastalarda Anti-HAV Seropozitifliği
Anti-HAV Seropositivity in Adult Patients With HBsAg positive From Various Locations of Turkey
Mesut Ortatatlı, Ramazan Gümral, Hüseyin Üçkardeş, Levent Kenar
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.05924  Sayfalar 61 - 66
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelen HBsAg pozitif erişkin hastalarda hepatit A virüs (HAV) seropozitiflik oranının saptanmasıdır.
YÖNTEMLER: Erzurum Mareşal Çakmak Asker Hastanesine 2009 yılında gelen ve HBsAg pozitif olan, daha önce HAV aşısı yapılmamış 137 erişkin (≥20 yaş) erkek hasta çalışmaya alınmıştır. Serum örnekleri EIA (Abbott/AxSYM) yöntemi ile çalışılmış ve serolojik verilerin değerlendirilmesinde χ2 testi kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışma grubumuzdaki serum örneklerinde anti-HAV IgG pozitifliği %83,2 (114/137), Marmara Bölgesinde %61,5 (8/13), Ege Bölgesinde %83,3 (10/12), Akdeniz Bölgesinde %81,3 (13/16), İç Anadolu Bölgesinde %84,6 (22/26), Karadeniz Bölgesinde %66,7 (8/12), Doğu Anadolu Bölgesinde %87,5 (21/24), Güneydoğu Anadolu Bölgesinde %94,1 (32/34) olarak saptanmıştır. Çalışma bulgularımıza göre yedi coğrafik bölgenin HAV seropozotifliği arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmemiştir (χ2= 9,511, p=0,147). Yedi coğrafik bölge Doğu-Güneydoğu Anadolu ve diğer bölgeler şeklinde iki ana grup olarak sınıflandırılmıştır. Doğu-Güneydoğu Anadolu grubunun (%91,4; 53/58) diğer bölgeler grubuna (%77,2; 61/79) göre HAV seropozitiflik oranında istatistiksel olarak anlamlı bir yükseklik saptanmıştır (χ2= 4,803; p=0,028).
SONUÇ: Hepatit A prevalansı farklı ülkelerde, hatta aynı ülkenin farklı bölgelerinde değişmektedir. Sağlıklı bireylerde yapılan çalışmalarda en önemli risk faktörlerinin yaş, sosyoekonomik düzey, kalabalık ortamda bulunmak olduğu belirtilmektedir. Çalışmamızda; farklı olarak HBsAg pozitif hastalarda anti-HAV seropozitifliği araştırılmış, Doğu-Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşamanın diğer bölgelere göre OR=3,13 kat (%95 güven aralığı 1,09 – 9,01) risk artışı getirdiği saptanmıştır. Özellikle HBsAg pozitif hastalarda sağlıklı bireylere göre daha ağır komplikasyonların görülebileceği ve mortalitenin daha yüksek olacağı beklenmesi nedeniyle HBV yönünden takip edilen tüm hastalarda anti-HAV IgG bakılıp, negatif olanların aşılanmasının gerekli olduğu kanısına varılmıştır.
OBJECTIVE: This study aims to determine the rate of hepatitis A virus (HAV) seropositivity in adult HBsAg (+) patients from various regions of Turkey.
METHODS: 137 adult (≥20 age) male patients admitted to Erzurum Mareşal Çakmak Military Hospital in 2009 who were previously diagnosed as HBsAg(+) were included. The subjects were not vaccinated for HAV. Serum samples were analyzed by EIA (enzyme immunassay) using Abbott/AxSYM. Chi-square test was used for statistical analysis of serological data.
RESULTS: The Anti-HAV IgG (+) rates was 83.2% in the study populations (114/137), 61.5% (8/13) for those from Marmara region, 83.3% (13/16) for Mediterranean region, 84.6% (22/26) for Mid-Anatolian region, 66.7% (8/12) for Blacksea region, 87.5% (21/24) for East Anatolian region, 94.1% (32/34) for Southeast-Anatolian region. According to our study, no significant difference was found between seven geographical regions due to HAV seropozitivity rates (χ2= 9.511, p=0.147). The seven geographical regions were classified two main grups as East-Southeast Anatolia and other regions. The percentage of anti-HAV positivity rate was significantly higher in East- Southeast Anatolia grup (91.4%; 53/58) compared to other regions grup (77.2%; 61/79) (χ2= 4.803; p=0.028).
CONCLUSION: The prevalance of Hepatitis A varies in different countries and even in different regions of a specific country. Age, low socioeconomic level and worse living conditions have been reported as the most important risk factors in studies with healthy individuals. In this study where subjects with HBsAg(+) were evaluated for anti-HAV positivity, an increase in the risk was found as OR =3.13 times larger (95% confidence interval, 1.09-9.01) when especially living conditions in East-Southeast Anatolia was compared with other regions. It has been postulated that all patients monitored for chronic HBV infection should be assessed for anti-HAV IgG and negative individuals need to be vaccinated due to higher mortality and more severe complications in HBsAg(+) patients.

3.
Geniş Spektrumlu β-laktamaz Üreten Escherichia coli'ye Karşı Dört Farklı Antibiyotiğin In Vitro Etkinliği
In vitro activity of four different antibiotics against extended-spectrum β-lactamase producing Escherichia coli
Abbas Yousefi Rad, Ali Özon, Salih Cesur
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.30075  Sayfalar 67 - 74
AMAÇ: Özellikle, geniş spektrum ß-laktamaz (GSBL) üreten Escherichia coli suşlarının sebep olduğu idrar yolları enfeksiyonları giderek artan bir sıklıkta görülmekte ve tedavi yetersizlikleriyle birlikte komplikasyonlara yol açabilmektedir. GSBL üreten mikroorganizma için risk faktörlerine sahip hastalarda, uygun ampirik tedavi seçimi oluşabilecek komplikasyonların önlenmesinde önemlidir. Bu çalışmada; idrar kültürlerinden izole edilen GSBL üreten E. coli suşlarının tigesiklin, ertapenem, cefoperazone + sulbactam (sulperazon) ve levofloksasin antibiyotiklerine karşı MİK (minimum inhibisyon konsantrasyonu) düzeylerinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: 2010 yılında, TOBB ETÜ Hastanesi Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarı’nda idrar örneklerinden izole edilen 87 GSBL üreten E. coli suşu konvansiyonel yöntemler ile tanımlanmıştır. Antibiyotik duyarlılık testleri Vitek-32 (BioMerieux, France) kullanılarak araştırılmıştır. Bu suşların GSBL üretimi çift disk sinerji testi ile doğrulanmıştır. Tanımlanmış olan GSBL üreten E.coli suşlarının antibiyotiklere karşı MİK (minimum inhibisyon konsantrasyonu) düzeyleri ve duyarlılıkları E- Test kullanılarak araştırılmıştır.
BULGULAR: GSBL üreten E. coli suşlarında levofloksasinin MİK aralığı 0,01- >32 μg/ml ve sulperazon MİK aralığı 0,190-128 μg/ml olarak belirlenmiştir. Her iki antibiyotiğin MİK50 ve MİK90 değerleri sırası ile GSBL üreten E. coli suşlarında levofloksasinin MİK aralığı 0,01- >32 μg/ml ve sulperazon MİK aralığı 0,190-128μg/ml olarak belirlenmiştir. Her iki antibiyotiğin MİK50 ve MİK90 değerleri sırası ile 12, ≥32, 12, 32 μg/ml bulunmuştur. Tigesiklin için MİK aralığının 0,190-25 μg/ml ve MİK50 ve MİK90 değerlerinin sırası ile 0,50 ve 1 μg/ml; ertapenem için MİK aralığının 0,004-0,75 μg/ml ve MİK50 ve MİK90 değerlerinin sırası ile 0,047 ve 0,250 μg/ml olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda; ertapeneme karşı direnç saptamazken tigesiklinde %1,15, sulperazonda %10,3 direnç ve %18,4 intermediate MİK düzeyi saptarken, levofloksasinde %24 duyarlı ve %76 dirençli belirlenmiştir.
SONUÇ: Levofloksasinde saptanan %75,9’luk direnç oranı nedeniyle özellikle GSBL üreten suşlarla enfeksiyon gelişme riski yüksek hastalarda amprik tedavi seçiminde kinolonların tercih edilmemesi uygun olacaktır. Bu suşların tedavisinde ertapenem ve tigesiklin etkin seçenekler olarak görülmüştür. Sulperazon da saptanan %10,3 direnç ve %18,4 intermediate MİK değerleri nedeniyle uygun hastalarda duyarlılık sonuçlarına göre tercih edilebilir. GSBL üreten E. coli suşlarla oluşan enfeksiyonlarda bu enfeksiyonlara ait risk faktörleri taşıyan hastalara uygun ve etkili amprik tedavi başlanması oluşabilecek komplikasyonların önlenmesi açısından önem taşımaktadır.
OBJECTIVE: Urinary tract infections due to wide spectrum ß-lactamase (GSBL) producing Escherichia coli strains are especially seen with increasing prevalence and may lead to complications with treatment insufficiencies. In patients having risk factors for GSBL producing microorganism, the selection of an appropriate ampirical treatment is important in preventing the complications that may be seen. In this study, MIC (minimum inhibition concentration) values of GSBL producing E. coli strains’ obtained from urine cultures, against tigecyclin, ertapenem, cefoperazone+ sulbactam (sulperazon) and levofloxacin antibiotics were aimed to be investigated.
METHODS: In 2010, 87 GSBL producing E. coli strains isolated from urine cultures in TOBB ETÜ Hospital Clinical Microbiology Laboratory were identified with conventional methods. Antibiotic sensitivity tests were investigated by using Vitek-32 (BioMerieux, France). GBSL production of these strains was confirmed by double disc synergy test. Identified GSBL producing E.coli strains’ MIC levels and sensitivities against antibiotics were investigated by using E- Test.
RESULTS: In GSBL producing E.coli strains, MIC of levofloxacin range of 0,01- >32 μg/ml and MIC range of sulperazon were found to be MIC range 0.190-128 μg/ml. MIC50 and MIC90 values of both antibiotics were found to be 12, ≥32, 12, 32 μg/ml. MIC range of tigecycline was found to be 0.190-25 μg/ml and MIC50 and MIC90 values were found to be 0.50-1 μg/ ml, respectively. MIC range of ertapenem was found to be 0,004-0,75 μg/ml and MIC50 and MIC90 values were found to be 0.047-0.250 μg/ml, respectively. In our study, while no resistance against ertapenem was found, 1.15% resistance in tigecycline, 10.3% resistance and 18.4% intermediate MIC level was found in sulperazon, and also 24.1% sensitive and 75.9% resistant strains were determined in levofloxacin.
CONCLUSION: Due to the 75.9% resistivity ration detected in levofloxacin; for patients especially at risk for infection development with GSBL producing strains, it will be appropriate not to prefer quinolons for empirical treatment selection. In the treatment of these strains, ertapenem and tigecycline are seen as active choices. Due to 10.3% resistance and 18.4% intermediate MIC value detected in sulperazon, it may be preferred in appropriate patients according to sensitivity results. In infections caused by GSBL producing E. coli strains; initiation of appropriate and effective empirical treatment to the patients with risk factors belonging to these infections is important in regard to prevent the complications that may form.

4.
Suya sabuna dokunuyor muyuz?
Are we touches to water and soap?
Ertuğrul Altınbilek, Cemil Kavalcı, Derya Öztürk, Oktay Hakbilir, Cem Akman, Müge Sönmez, Özgür Arslan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.03764  Sayfalar 75 - 82
AMAÇ: Bu çalışmayla yaşanan endemik enfektif süreçlerin acil servis çalışanlarının hastayla temasta, el yıkama alışkanlıkları üzerine etkilerini belirlemek amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Çalışma; Ankara Numune Eğitim Araştırma Hastanesi Acil Tıp Kliniği’nde prospektif olarak gerçekleştirilmiştir. Çalışma formlarına; çalışmaya alınan sağlık çalışanlarının ünvanı, hasta ile temas tipi, hastaya temas öncesi ve sonrasında ellerini yıkayıp yıkamadığı, el yıkama süresi, sabun veya dezenfektan kullanımı, el kurulama, eldivenin uygun kullanımı, uygun şekilde imha edilip edilmediği kaydedilmiştir. İstatistiksel analizde ki-kare testi kullanılmış, p<0,05 anlamlı olarak kabul edilmiştir.
BULGULAR: Temiz ve kirli tüm temaslar sonrasında toplam 819 temasın 237 (%28,9)’sinde el yıkaması yapılmıştır. 819 temasın; 538 (%65,7)’sinin temiz, 281 (%34,3)’inin kirli temas olduğu saptanmıştır. 538 temiz temasta, el yıkama sıklığının 84 kez (%15,6), 281 kirli temasta ise el yıkama sıklığının 153 kez (%54,4) olduğu bulunmuştur. Kirli temasta el yıkama sıklığının temiz temasa oranla fazla olduğu görülmüştür. Çalışma sürecisince 462 adet eldiven kullanılmıştır. 462 eldivenin kullanım alanı incelediğinde ise temiz temasta 219 adet (%47,4), kirli temasta 243 adet (%52,6) eldiven kullanıldığı gözlemlenmiştir. Gözlem boyunca yapılan 237 el yıkamanın 134 (%56,5)’ünde sabun kullanıldığı, 103’ünde (%43,5) ise sabun kullanılmadığı tespit edilmiştir. 237 el yıkamanın 123 (%51,9)’ünde kağıt havlu kullanıldığı belirlenmiştir. Çalışma boyunca temiz ve kirli temas sonrasındaki el yıkama süreleri de incelenmiştir. Temiz temasa göre kirli temastan sonra daha uzun süre el yıkandığı gözlemlenmiştir. El yıkama süreleri ve sıklığı bakımından cinsiyetler arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır. Çalışmanın yapıldığı dönemden önceki süreçte, hastane kaynaklı enfeksiyon geçirmiş olan personelin; temiz temas sayısının geçirmeyen personele oranla daha fazla olduğu tespit edilmiştir.
SONUÇ: Çalışmanın yapıldığı acil serviste, daha önce yapılmış olan çalışmalara kıyasla el yıkama sıklığı oranının daha fazla, fakat yine de istenilen oranda olmadığı tespit edilmiştir.
OBJECTIVE: In this study, we aimed to define effects of the endemic infective processes on the hand-washing habits of the emergency department staff in contact with the patients.
METHODS: The study was prospectively conducted in Emergency Clinic of Ankara Numune Training and Research Hospital. Information recorded in the study forms consisted of the title of health care staff, type of the contact with the patients, whether the hands were washed before and after the contact with the patients, duration of the hand-washing, using soap or disinfectant, hand-drying, proper use of the glove and whether the gloves were destroyed in a proper way. Ki-kare test assay was used in the statistical analysis and p<0.05 values were considered significant.
RESULTS: Following all the clean and dirty contacts, hand washing was made in 237 (28.9%) of total 819 contacts. Of the total 819 contacts, 538 (65.7%) were found to be clean and 281 (34.3%) dirty contacts. Incidence of the hand-washing was found as 84 times (15.6%) in 538 clean and 153 times (54.4%) in 281 dirty contacts. Frequency of the hand-washing was found higher in the dirty than in the clean contacts. Totally, 462 gloves were used during the study. When areas of use for 462 gloves were examined, it was observed that 219 gloves (47.4%) was used in the clean and 243 gloves (52.6%) in the dirty contacts. It was found during the observation that, soap was used in 134 (56.5%), while no soap was used in 103 (43.5%) of 237 hand-washing. Paper towel was defined to be used in 123 (51.9%) of 237. In addition, durations of the hand-washing following the clean and dirty contacts were also examined during the study. Durations of the hand-washing were found longer after the dirty than after the clean contacts. No significant difference was found between the genders in terms of the duration and incidence of the hand-washing. In the period before the study, number of the personnel who had experienced hospital-acquired infections was found higher than those had not experienced.
CONCLUSION: In the emergency department in which the study was conducted, incidence of the hand-washing was found to be more than in the previous studies, but still it was not at a desired level.

5.
Kars ve Ankara Yöresine ait köpeklerde Francisella tularensis antikorlarının araştırılması
Investigation of Francisella tularensis antibodies in dogs in Kars and Ankara Region
Fatih Büyük, Mitat Şahin, Özgür Çelebi, Neriman Mor, Bekir Çelebi
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.81488  Sayfalar 83 - 88
AMAÇ: Tularemi, Francisella tularensis tarafından oluşturulan memeliler, kuşlar ve böcekler dahil birçok hayvan türünü etkileyen geniş konak çeşitliliğine sahip zoonotik bir hastalıktır. Tularemi için küçük kemiriciler doğal konakçı; kan emen ektoparazitler ise en önemli vektörlerdir. Evcil hayvanlar içerisinde tularemiye en duyarlı tür koyunlardır. Köpekler ise gerek bakteriyi taşımakla rezervuar olarak gerekse kenelere konakçılık yaparak tulareminin epidemiyolojisinde önemli rol oynarlar. Bu çalışmada; Kars Yöresine ait çoban köpekleri ve Ankara Yöresine ait pet köpeklerinde F. tularensis antikorlarının araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Kars Yöresine ait 171 çoban köpeği ve Ankara yöresine ait 99 pet köpeğinin kan serum örneği F. tularensis antikorları yönünden mikroaglütinasyon testi (MAT) ile incelenmiştir. Test antijeni olarak %0,005 safranin-O içeren F. tularensis antijeni kullanılmıştır. MAT ile 1/80 ve üzeri antikor titresi tanısal titre olarak dikkate alınmıştır.
BULGULAR: Çoban köpeklerinin dokuz (%5,3)’ü ve pet köpeklerinin iki (%2,0)’ı olmak üzere toplamda 11 (%4,1) köpekte 1/80 ve üzeri titrede F. tularensis antikoru saptanmıştır. Bu serum örnekleri Brucella canis antijeni ile incelenerek brusellozis yönünden negatif oldukları belirlenmiştir. Çoban köpekleri ve pet köpeklerinde F. tularensis antikorlarının görülme sıklığı arasındaki fark istatistiksel olarak önemsiz (p>0,05) bulunmuştur.
SONUÇ: Tulareminin insanlara bulaşmasında köpeklerin rol oynayabileceği, hastalığın epidemiyolojisinin aydınlatılmasına yönelik bu tür çalışmaların yarar sağlayacağı ve sayılarının artırılması gerektiği kanısına varılmıştır.
OBJECTIVE: Tularemia, is a zoonotic disease with a wide variety of hosts caused by Francisella tularensis, that affects many animal species including mammals, birds and insects. Small rodents are the natural hosts, and blood-sucking ectoparasites are the most important vectors. Sheep are the most susceptible species to tularemia in domestic animals. Dogs play an important role in the epidemiology of tularemia, both as a reservoir carrying of the bacteria and as a host of ticks. In this study it was aimed to investigate of F. tularensis antibodies in sheepdog from the Kars region and pet dog from the Ankara region.
METHODS: One hundred seventy one sheepdog blood serum samples from Kars region and 99 pet dog blood serum samples from Ankara region were examined in terms of F. tularensis antibodies with microagglutination test (MAT). F. tularensis antigen containing 0.005% safranin-O was used as the test antigen. Antibody titer of 1/80 or higher was considered as diagnostic titer with MAT.
RESULTS: F. tularensis antibody titers were found as 1/80 and above in total of 11 (4.07%) dogs including 9 (5.3%) sheepdogs and 2 (2.0%) pet dogs. These serum samples were examined with Brucella canis antigen and were found negative for brucellosis. The difference of F. tularensis antibodies incidence between sheepdogs and pet dogs was found statistically insignificant (p>0.05).
CONCLUSION: It was concluded that dogs may play a role at transmission of tularaemia to people, such studies would benefit for the elucidation of the epidemiology of the disease and should be increased of the number of them.

6.
Çeşitli peynir örneklerinde aflatoksin M1 Varlığının HPLC ile analizi
Analysis of Aflatoxin M1 by HPLC In Various Cheese Products
Aysun Dinçel, Figen Demli, Fügen Durlu Özkaya, Filiz Alatan, Ramazan Uzun, Serdar Alp Subaşı
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.78942  Sayfalar 89 - 96
AMAÇ: Aflatoksinler; özellikle Aspergillus flavus ve Aspergillus parasiticus mantarları tarafından üretilen karsinojenik, teratojenik, mutajenik ve toksijenik etkileri olan pek çok tarımsal üründe oluşabilen bir grup mikotoksindir. Süt veren hayvanlar aflatoksin B1 ile kontamine olduğunda bu hayvanlardan alınan sütte aflatoksin M1 bulunmaktadır, aflatoksin B1’in biyotranformasyon sonucu birincil metaboliti olarak aflatoksin M1 karaciğerde oluşturulur ve süt bezleri ile salgılanır. Bu çalışmada Türkiye’nin değişik bölgelerinden toplanmış (Urfa, Civil, Mihalıç, Otlu peynir ve Kars kaşarı; n=100) peynirlerde aflatoksin M1 HPLC ile analizi ve araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Peynirlerde aflatoksin M1 konsantrasyonunun analizi ters faz HPLC-fluoresans sistemi ile Phenomenex, Nucleosil, 100 A, C18 (4.6x250 mm, 5μm) analitik kolon ve bileşimi su: asetonitril (75: 25 h/h) olan hareketli faz (1 ml/dk akış hızında, 40 ºC’da) ile kullanılarak λex=365 nm ve λem=435 nm’de yapılmıştır.
BULGULAR: Civil, Mihalıç, Otlu peynirleri ve Kars kaşarında aflatoksin M1 saptanamamıştır. Sadece Urfa peynirlerinin on tanesinde aflatoksin M1 saptanmıştır. Peynirlerde saptanan aflatoksin M1 konsantrasyonu kabul edilebilir sınır değerinin altındadır.
SONUÇ: Bu çalışmada Ülkemizde üretilen çeşitli peynir örneklerinden yalnızca Urfa peynirlerinde aflatoksin M1 saptanmıştır. Ancak saptanan değer kabul edilebilir değerlerin altında olup, insanların tüketimine uygundur. Ancak bu konudaki çalışmaların daha geniş kapsamlı örneklerle tekrarlanması yanısıra gerek üreticilerin gerekse tüketicilerin konu hakkında bilgilendirilmesi önerilir.
OBJECTIVE: Aflatoxins are a group of mycotoxin with potent carcinogenic, teratogenic, mutajenic and toxigenic effects are produced by certain species of Aspergillus flavus and Aspergillus parasiticus and may occur in various agricultural commodities. When aflatoxin B1 contaminates the food of lactating animals, milk from these animals contains aflatoxin M1, the principal metabolite arising from biotransformation of aflatoxin B1 in liver and it is secreted into milk in the mammary gland. In this study we aimed to determination and investigattion of aflatoxin M1 concentrations in cheese samples by HPLC. Samples were obtained from various regions of Turkey (Urfa, Civil, Mihalıç, Otlu cheese and Kars cheddar; n=100).
METHODS: Aflatoxin M1 concentrations in cheese samples determined by using HPLC-RP fluorescence system (λex=365 nm and λem=435 nm) which were consisted of Phenomenex, Nucleosil, 100 A, C18 (4.6x250 mm, 5μm) analytical column and mobile phase composition with water: acetonitrile (75: 25 v/v) at 1 ml/min, 40 ºC).
RESULTS: Aflatoxin M1 was determined only ten samples of Urfa cheese, which were under the acceptable limits of dairy products. In the other groups of cheese samples (Civil, Mihalıç, Otlu cheese and Kars cheddar) Aflatoxin M1 was not determined.
CONCLUSION: In this study, Aflatoxin M1 was determined only ten samples of Urfa cheese which were under the acceptable limits of dairy products. All other samples from different part of the country were suitable for human consumption. Ancak bu konudaki çalışmaların daha geniş kapsamlı örneklerle tekrarlanması yanısıra gerek üreticilerin gerekse tüketicilerin konu hakkında bilgilendirilmesi önerilir.

DERLEME
7.
Bitkilerin Stres Koşullarına Verdiği Moleküler Cevaplar
Molecular Responses of Plants to Stress Conditions
İlker Büyük, Semra Soydam Aydın, Sümer Aras
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.40316  Sayfalar 97 - 110
Bitkiler sesil doğaları gereği yaşam döngüleri boyunca büyüme ve gelişmelerini olumsuz yönde etkileyecek birçok stres faktörü ile karşılaşırlar. Biyotik ve abiyotik kökenli olabilen bu stres faktörleri bitkilerde fizyolojik ve biyokimyasal zararlar oluşturarak, ürün nicelik ve niteliğini olumsuz yönde etkileyebilir. Bitkiler bu olumsuz etkileri azaltmak veya engellemek amacıyla moleküler savunma mekanizmalarına sahiptirler. Bu cevap mekanizmaları makromoleküllerin ve iyonların homeostasisi, koruyucu moleküllerin sentezi, reaktif oksijen türlerinin (ROS) oluşumu ve detoksifikasyon olmak üzere üç grupta toplanabilir. Makromoleküllerin ve iyonların homeostazisi bitkilerin dehidrasyona karşı olan temel cevap mekanizmalarından birisidir. Ayrıca, homeostazi; su iletimi ve iyon dengesinin kontrolünde rol oynayan aquaporinlerin ve iyon taşıma sistemlerin aktivasyonu ve inaktivasyonunu kapsar. Bitkilerde strese karşı verilen cevaplardan bir diğeri düşük moleküler ağırlıklı, çözünen maddeler veya ozmolitler, ısı şoku (Heatshock) ve LEA proteinleri (geç embriyogenez bağımlı) gibi koruyucu moleküllerin sentezine dayanmaktadır. Bu moleküller hücre içerisinde ozmotik ayarlayıcı ve ozmoprotektan olarak görev alırlar. Stres koşulları altında ROS sentezi ve detoksifikasyonundan sorumlu enzimatik ve enzimatik olmayan antioksidanların oluşumu strese karşı verilen moleküler cevaplardan sonuncusudur. Günümüzde en popüler çalışma sahalarından biri haline gelmiş olan biyoteknolojide, bitkilerin stres koşullarına karşı adaptasyonu ve dirençliliğinin arttırılması öncelikle bitkilerde stres etkilerinin net anlaşılmasına bağlıdır. Bu açıdan stres molekülerine ilişkin kaynak ve çalışmaların arttırılması faydalı olacaktır.
Plants encounter many stress factors which affect their growth and development throughout their lifecycles because of their sessile nature. These stress conditions which can be originated by biotic and abiotic factors can adversely affect the quantity and quality of the product with leading to physiological and biochemical damage to crops. Plants have molecular response mechanisms for protecting and reducing negative effects of stress factors and these mechanisms can be divided in three groups, including homeostasis of ions and macromolecules, synthesis of protective molecules and formation and detoxification of reactive oxygen species (ROS). Homeostasis of macromolecules and ions is one of the response mechanisms of plants against dehydration and contains activation and inactivation of aquaporins and ion transport systems which play a role for controlling of water transmission and ion balance. The other stress response of plants is based on synthesis protective molecules such as low molecular weighted soluble substances or osmolites, heat shock (HSP) and LEA (late embroyogenesis abundont proteins) proteins. These molecules are participate in cell as an osmotic regulator and osmoprotectan. The last molecular responses of plants is the generation of enzymatic and non-enzymatic antioxidants which are responsible for synthesis and detoxificaiton of ROS under stress condition. Today, in biotechnology which has become one of the most popular research area, improving the adaptation and resistance of plants against stress conditions is primarily depends on a clear understanding of the effects of stress in plants. In this respect, increasing the sources and studies of stress molecular biology would be useful.

8.
Benzer Yapılı kanserojen Maddeler: Poliklorobifeniller ve Organoklorürlü Pestisitlerin Ayrılarak Tayin Edilmeleri
Similar structured carcinogen substances: Separation and determination of polychlorobiphenyls and organochloride pesticides
Saadet Meral Karacan, Behice Yavuz Erdoğan, Atiye Nur Onar
doi: 10.5505/TurkHijyen.2012.85619  Sayfalar 111 - 119
Poliklorobifeniller (PCB) ve organoklorürlü pestisitler (OCP) genellikle karbon ve hidrojen atomuna bağlı bir veya daha fazla sayıda klor atomu içeren organik moleküllerdir. Organoklorürlü pestisitler, geçmişte tarımsal amaçlarla ve salgın hastalıklarla mücadelede yaygın olarak kullanılırken, PCB’ler aleve dayanıklılıkları nedeniyle endüstride önemli bir yere sahip olmuşlardır. Poliklorobifeniller ve organoklorürlü pestisitlerin benzer yapıda olmaları çevrede ve canlı dokularda aynı ortamda birikmelerine yol açmaktadırlar. Bu maddelerin kullanımları, insan sağlığı ve çevre açısından zararlı etkilere sahip olmaları nedeniyle birçok ülkede yasaklanmıştır. Ancak poliklorobifeniller ve organoklorürlü pestisitler, kimyasal ve biyolojik açıdan bozunmaya çok dirençli olduklarından çevrede yaygın olarak bulunmaktadırlar. Literatürde poliklorobifeniller ve organoklorürlü pestisitlerin bir arada tayin edildiği az sayıda yöntem bulunmaktadır. Bu bileşiklerin analizi için sıklıkla kullanılan teknikler; gaz kromatografisi (GC) ve yüksek performanslı sıvı kromatografisi (HPLC)’dir. Bu tekniklerden en çok tercih edilen ise elektron yakalama dedektörlü gaz kromatografisi (GC-ECD) olup, klorürlü bileşiklere karşı duyarlı olduğu için her iki madde grubuna da cevap vermektedir. Poliklorobifeniller ve organoklorürlü pestisitler birarada elektron GC-ECD ile tayin edilmek istendiğinde kromatogramlarda üst üste pik verirler. PCB’lerin karışım halinde bulunmaları analizi daha da karmaşık hale getirmektedir. Sözkonusu sorunu gidermek için, bu iki grup maddenin ayrımı ya özütleme aşamasında yapılmaya çalışılmış ya da poliklorobifeniller ve organoklorürlü pestisitlerden birinin ortadan kaldırılıp diğerinin tayin edilmesi yoluna gidilmiştir. Bu derlemede sırasıyla poliklorobifeniller ve organoklorürlü pestisitlerinlerin fiziksel, kimyasal özellikleri, kullanım alanları, çevre ve canlı sağlığı üzerine etkileri açıklanmıştır. Ayrıca poliklorobifeniller ve organoklorürlü pestisitlerin ayrı ayrı analiz edilmelerine ilişkin örnekler sunulup, bir arada analiz edilmeleri için geliştirilen yöntemler ve bu konuda yaşanan sorunlar tartışılmıştır.
Polychlorinated biphenyls (PCBs) and organochlorinated pesticides (OCPs) are organic molecules those contain one or more chlorine usually bonded to carbon atoms. In the past, while OCPs were widely used for agricultural purposes and in the fight against epidemic diseases, PCBs had an important area of usage in the industry because of their flame resistant property. The analogous chemical structure of polychlorinated biphenyls and organochlorinated pesticides leads accumulation of them in the same media of living organisms and the environment. The usages of polychlorinated biphenyls and organochlorinated pesticides have been prohibited in many countries due to their harmful effects in terms of human health and the environment. However, the presence of polychlorinated biphenyls and organochlorinated pesticides in the environment continues because of their highly resistant nature to chemical and biological degradation. There are few reported methods dealing with the simultaneous determination of polychlorinated biphenyls and organochlorinated pesticides in the literature. Frequently used techniques for the analysis of these compounds are gas chromatography (GC) and high-performance liquid chromatography (HPLC). The most commonly used technique for the analysis of both these compounds is gas chromatography with electron capture detector (GC-ECD) which is sensitive to chlorine containing compounds. However during the simultaneous analysis of PCBs and OCPs with GC-ECD, the signals overlap giving peaks at the same retention times in the chromatograms. The existence of PCBs as mixtures makes the problem more complex. In order to solve this problem, PCBs and OCPs had been either separated by extraction or by degradation of OCPs. In this article the chemical and physical properties of polychlorinated biphenyls and organochlorinated pesticides, their application areas, effects on the health and environment are explained. Then examples are presented for analysis of PCBs and OCPs individually. Methods developed for simultaneous determination of PCBs and OCPs are also described with a discussion of analytical problems.

LookUs & Online Makale
w