ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 77 (4)
Volume: 77  Issue: 4 - 2020
FULL JOURNAL
1.TBHEB 2020-4 Vol 77 Full Printed Journal
Utku ERCÖMERT
Pages 380 - 527
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Community approach towards COVID-19 in Turkey: one month after the first confirmed case
Hülya ŞİRİN, Gamze KETREZ, Ahmad Abed AHMADİ, Ahmet ARSLAN, Emre ALTUNEL, İbrahim Sefa GÜNEŞ, Ebru SEÇİLMİŞ, Seçil ÖZKAN, Metin HASDE
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.87059  Pages 381 - 398
GİRİŞ ve AMAÇ: Yeni koronavirüs hastalığı için koruyucu önlemler hakkında toplumun bilgi tutum ve davranışlarını değerlendirmek, salgın kontrolü için uygulanan müdahalelerin etkinlik ve uygulanabilirlik düzeyini saptamakta fayda sağlayacaktır. Ayrıca, bu konudaki çalışmalar salgın sürecini yönetebilme ve yeni yapılacak müdahalelere ışık tutması açısından gereklidir. Bu nedenle çalışmamızdaki amacımız Türkiye’de yaşayan bireylerin Yeni Koronavirüs Hastalığı hakkında bilgi, tutum ve davranışlarını saptamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışma 11-21 Nisan 2020 tarihleri arasında bir çevrimiçi anketi 10 kullanılarak uygulanmıştır. Anket çevrimiçi olarak uygulandı ve dâhil edilme kriterlerini karşılayan en yüksek sayıda kişiye (örneğin, 18 yaş ve üstü) ulaşmak için sosyal medya platformları kullanılmıştır. Anket formu sosyodemografik, sağlık özgeçmiş ve bilgi, tutum ve davranış sorularını içeren üç bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın tanımlayıcı sonuçları verilmiştir. Katılımcıların sosyodemografik özeliklerine göre bilgi, tutum ve davranışlarının analizinde ki-kare testi kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmada toplam 8505 kişi katılmıştır. Katılımcıların %59,3’ü (5045) kadın ve %77,7’si (6808) üniversite veya üstü seviyede eğitim düzeyine sahipmiş. katılımcıların %90'ından fazlası hastalığın bulaşma yolu, belirtileri, risk grupları, izolasyon ve tedavisi ile ilgili soruları doğru yanıtlamıştır. Katılımcıların %55,2’si hastalığın Türkiye’de ve %38,6’si ise dünyada başarıyla kontrol altına alınacağını düşünmektedir. Katılımcıların %55,6’i Yeni Korona virüs enfeksiyonunun hava ısınınca sona ermeyeceğini ve %35,1’i hastalanmanın kaderi olduğunu düşünmektedir. Korunmaya yönelik davranışlarından el hijyeni, evde kalma, dışarıda maske takma en çok uygulanan davranışlardır. Katılımcıların %98,8’i hastalıktan korunmak için ellerini yıkıyormuş.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızdaki katılımcıların bilgi tutumu ve davranışları yüksek olarak değerlendirilmiş olsa da, çalışma popülasyonunda daha sonraki toplum müdahalelerinde dikkate alınması gereken bazı bilgi ve davranış boşlukları belirlenmiştir. Salgın kontrolü için gelecekteki müdahaleler, insanların eğitim seviyesi, istihdam durumu ve dini inançları gibi sosyal belirleyicileri dikkate almalıdır.
INTRODUCTION: During this time when the COVID-19 is rising in Turkey, assessing the knowledge, attitude and practices of the public about the COVID-19 will be useful in finding out whether the interventions to control the outbreak are effective and viable. Furthermore, such studies are needed to properly manage the outbreak process and cast light on future interventions. This study aims to assess the knowledge, attitude and practices of people in Turkey about the COVID-19.
METHODS: A cross-sectional survey was implemented between 11 and 21 April 2020 using an online questionnaire. The survey was applied online, and social media platforms were used to reach out to the highest number of people who met the inclusion criteria (i.n., people aged 18 or older). The questionnaire consists of three parts (socio-demographic 40 questions, medical history, and knowledge, attitude, and practice section). Descriptive statistics and a comparison of participants’ knowledge degrees about COVID-19 is tested using the Chi square test.
RESULTS: A total number of 8505 participant were accepted for the study. 59.3% (5045) of respondents were women and 77.7% (6808) had a university degree or higher. 85.6% (7277) of the participants had a good level of knowledge about COVID-19. Over 90% of participants have answered the questions about the mode of transmission of the COVID-19, symptoms, risk groups, isolation, and treatment correctly. 55.2% (4696) of respondents thought that the disease would be successfully taken under control in Turkey and 38.6% (3282) in the world eventually. 55.6% (4731) believed that the COVID-19 will not go away when the weather gets warmer. 35.1% (2983) believed that getting the disease is preordained by fate. The most frequently practiced protective behaviors included hand hygiene, staying at home and wearing mask outside. 98.8% reported that they use their hands in order to protect theirselves from COVID-19.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Though, the knowledge attitude and practice of participants in our study was evaluated high, there were some knowledge and practice gaps in study population that should be considered in further community interventions. The future interventions for the epidemic control need to consider social determinants such as the level of education, employment status and religious beliefs of people.

3.Comparision of two identification methods: MALDI-TOF-MS & 16s rRNA sequencing in enterococci isolated from raw milk cheeses (Sikma cheeses) and evaluating their antibiotic susceptibility and antimicrobial activity
Furkan AYDIN, Halil İbrahim KAHVE, Mustafa ARDIÇ, İbrahim ÇAKIR
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.92332  Pages 399 - 412
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, enterokokların tanımlanmasında kullanılan MALDI-TOF-MS ve 16S rRNA sekans analizlerinin karşılaştırılması ve ayrıca suşların bazı gıda patojenlerine karşı antibiyotik dirençlerine ve antibakteriyel etkilerine odaklanmaktır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlamaları daha önceki çalışmalarda MALDI-TOF-MS yöntemi ile yapılmış 84 Enterococcus izolatının 16S rRNA bölgeleri çoğaltılarak sekanslandı. Suşların tamamı, disk difüzyon yöntemi ile 14 farklı antibiyotiğe karşı test edildi. Son olarak, izolatların çeşitli gıda patojenlerine karşı gösterdikleri antimikrobiyal etki agar spot testi ile belirlendi. Varyans analizi (ANOVA, F testi) ve antibakteriyel sonuçlar arasındaki korelasyonun belirlenmesi amacıyla SPSS 22.0.0 yazılımı (SPSS Inc., Chicago, ABD) kullanıldı.
BULGULAR: 16S rRNA sekans analizi sonucunda 33 (% 39.3) E. faecalis, 29 (% 34.5) E. faecium, 13 (% 15.4) E. durans, 4 (% 4.8) E. gallinarum, 3 (% 3.5) E. casseliflavus ve 1 (% 1.2) E. thailandicus suşu tanımlandı. İki tanımlama yöntemi arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p> 0.05). Nalidiksik asit, oksasilin ve streptomisin için yüksek direnç saptandı. Ek olarak, E. faecalis suşlarının, çeşitli antibiyotiklere karşı E. faecium'dan daha düşük duyarlılık gösterdiği bulundu (p <0.05). Toplamda, suşların %83.3'ünün çoklu antibiyotik direnci gösterdiği tespit edildi. Suşların antibakteriyel potansiyelinin bir sonucu olarak, tüm enterokok suşları arasında E. faecalis'in anti-listerial etkisi belirlendi (p<0.05). Bununla birlikte, L. innocua ve L. monocytogenes inhibisyonu arasında güçlü bir korelasyon saptandı. Antibakteriyel aktivitenin sonuçları incelendiğinde ise izolatların Gram-pozitif gıda patojenlerine karşı daha etkili olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İki tanımlama yönteminden elde edilen sonuçlar arasındaki korelasyon MALDI-TOF-MS'nin enterokokların karakterizasyonu için hızlı, daha ekonomik, sağlam ve güvenilir bir yöntem olduğunu göstermektedir. Sonuçlar gıda güvenliği açısından incelendiğinde, starter kültür kullanılmadan direkt olarak çiğ sütten üretilen Sıkma peynirlerinin, çoklu antibiyotik direnci taşıyan enterokok rezervuarları olduğu görülmüştür. Çoklu antibiyotik direnci taşımayan enterokoklar, peynir üretim teknolojisindeki başlangıç kültürü kombinasyonlarında, engel teknolojileri bağlamında ise Gram-pozitif gıda patojenlerinin gelişmesini engellemek için kullanılabilir, ancak bu amaca ulaşabilmek için virülens determinantların belirlenmesi gerekmetkedir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to compare MALDI-TOF-MS and 16S rRNA sequencing used in identification of enterococci, as well as focusing on antibiotic resistances and antibacterial effects of the strains against certain food pathogens.
METHODS: The 16S region of the rRNA was amplified and sequenced for 84 Enterococcus isolates which were previously identified by MALDI-TOF-MS. All of the strains were tested for 14 different antibiotics by disc diffusion method. Within the concept of evaluating the antimicrobial activity to various food pathogens agar spot test was performed. Analysis of variance (ANOVA, F test) and the correlation between antibacterial results were performed using SPSS 22.0.0 software (SPSS Inc., Chicago, USA) to analyze between groups.
RESULTS: As a result of 16S rRNA sequencing, 33 (39.3%) were ascribed to E. faecalis, 29 (34.5%) to E. faecium, 13 (15.4%) to E. durans, 4 (4.8%) to E. gallinarum, 3 (3.5%) to E. casseliflavus and 1 (1.2%) to E. thailandicus. The difference between two identification methods has not been found to be statistically significant (p>0.05). High incidence of resistance was detected for nalidixic acid, oxacillin and streptomycin. In addition, E. faecalis strains displayed lower sensitivity to various antibiotics than E. faecium did (p<0.05). In total, 83.3% of the strains exhibited multidrug-resistant phenotypes. As a result of the antibacterial potential of the strains, anti-listerial effect of E. faecalis has been detected among all enterococcal strains (p<0.05). Along with this, a strong correlation has been found between inhibition of L. innocua and L. monocytogenes. The results of antibacterial activity revealed enterococci to be more effective against Gram-positive food pathogens.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The correlation between the results obtained from both MALDI-TOF-MS and 16s rRNA sequencing demonstrates that MALDI-TOF-MS is a fast, more economical, robust and reliable method for characterization of enterococci. In a point of view of safety perspective, Sikma cheeses produced from raw milk without addition of starter culture are reservoirs of multiple antibiotic-resistant enterococci. Enterococci which don’t carry multiple antibiotic resistance can be used in starter culture combinations in cheese manufacturing technology to inhibit the growth of Gram-positive food pathogen bacteria within the context of hurdle technologies, however, to this end, more studies on safety perspectives, such as determining virulent determinant, are required.

4.Age-Specific Anti-Mullerian Hormone Nomogram in Şanlıurfa
Adnan KİRMİT, Ahmet Berkiz TURP
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.34392  Pages 413 - 420
GİRİŞ ve AMAÇ: Antimüllerian hormon (AMH) seviyeleri genellikle yumurtalık rezervinin iyi bir öngörücüsü olarak kabul edilmektedir. Şanlıurfa, Türkiye'nin en yüksek doğurganlık oranına sahip ilidir. Bu çalışmanın amacı Şanlıurfa'daki infertilite şikâyeti olan hastaların serum AMH düzeylerinin yaşa özgü nomogramlarını belirlemek ve doğurganlıkla ilişkisini saptamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Harran Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi infertilite polikliniğine müracaat eden ve AMH düzeyleri ölçülmüş olan hastaların kayıtları retrospektif olarak incelendi. Bu retrospektif çalışmaya Şubat 2017 ile Eylül 2018 arasında kayıtlı olan tüm hastalar dahil edildi. Çalışmaya toplam olarak 3667 hasta verisi dâhil edilmiştir. AMH seviyelerinin yaşa özgü dağılımı tespit edildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların serum AMH düzeyleri, aynı marka kitlerine sahip bir C601 otoanalizöründe ECLIA yöntemi kullanılarak tek laboratuvarda rutin olarak saptanmış ve sonuçlar ng/mL olarak ifade edilmiştir. Aşırı değerler (>30 ng/mL) değerlendirme dışında tutuldu ve birden fazla AMH ölçümlerinden yalnızca ilk AMH değeri nomograma dahil edilmiştir.
BULGULAR: Histogram analizimizde, AMH düzeylerinin 19 ve 23 yaşında iki tepe noktası gösterdiğini ve daha sonra azalan bir eğilim gösterdiğini tespit ettik. Serum AMH düzeyleri yaş ile negatif korelasyon gösterdi (r = -0.518, p <0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, Şanlıurfa'da değerlendirilen infertilite şikayeti olan çok sayıda kadına dayanarak, aynı koşullarda saptanan yaşa özgü AMH referans değerlerinin incelemesini sunmaktadır. Klinik sonuç verileri olmadan, AMH için sağlanan referans değerlerinin, bir kadının başarılı yumurtlama indüksiyonu veya çocuk sahibi olma şansı hakkında danışmanlık için tek başına kullanılamayacağı açıktır. Bununla birlikte, bu veriler klinisyenlerin infertil hastaların yumurtalık rezervini değerlendirmesinde ve bunun için tedavinin bireyselleştirilmesinde sadece AMH değeri yerine bölgesel nomogramla birlikte değerlendirmelerine imkân sunarak yararlı olabilir.
INTRODUCTION: Antimullerian hormone (AMH) levels are generally considered a good predictor of ovarian reserve. Şanlıurfa, is the city with the highest fertility rate in Turkey. The aim of this study is to determine the age spesific serum AMH nomogram of the patients with infertility complaints in Şanlıurfa and its relationship with fertility.
METHODS: The records of patients who applied to Harran University Research and Application Hospital infertility outpatient clinic and whose AMH levels were measured were reviewed retrospectively. All patients registered between February 2017 and September 2018 were included in this retrospective study. A total of 3667 patient data were included in the study. Age-specific distribution of AMH levels was determined. Serum AMH levels of patients included in the study were routinely determined in a single laboratory using the ECLIA method in a C601 autoanalyser with the same brand kits, and the results were expressed as ng/mL. Excessive values (> 30 ng/mL) were excluded from evaluation and only the first AMH value among multiple AMH measurements was included in the nomogram.
RESULTS: In our histogram analysis, we found that AMH levels showed two peaks at the age of 19 and 23 and then entered a decreasing trend. Serum AMH levels were negatively correlated with age (r = -0.518, p < 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study presents a review of age-specific AMH reference values detected in the same conditions, based on a great number of women with infertility complaints evaluated in Şanlıurfa. It is clear that, without clinical outcome data, the reference values provided for AMH cannot be used alone for counseling about a woman's successful ovulation induction or chances of having a child. Whereas, these data may be useful for clinicians to evaluate the ovarian reserve of infertile patients and individualizing the treatment for this, by providing options to evaluate the AMH value together with regional nomogram, instead of mere the AMH value.

5.Carbon Monoxide Contributes to The Regulation of Vascular Tonus in Renal Resistance Arteries in Spontaneously Hypertensive Rats
Günnur KOÇER, Seher NASIRCILAR, Filiz BASRALI, Oktay KURU, Ümit Kemal ŞENTÜRK
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.76736  Pages 421 - 430
GİRİŞ ve AMAÇ: Vasküler tonusun düzenlenmesinde yer alan karbon monoksit (CO), hipertansiyon gelişimi sırasında kompansatuar etki gösterebilir. Bu çalışma, spontan hipertansif sıçanlarda (SHR) HO / CO sisteminin renal direnç arterlerinin vasküler tonusu üzerine etkilerini değerlendirmeyi amaçlamıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Renal direnç arterlerinde endojen CO'nun vasküler tonusa katkısı, bir HO inhibitörü varlığında ve yokluğunda fenilefrin (Phe) kontraksiyon yanıtı ile test edildi. Ekzojen CO gevşeme yanıtı da CO donörü (Carbon monoxide-releasing molecule (CORM)) kullanılarak değerlendirildi. CO gevşeme yanıtının mekanizması, guanilat siklaz inhibitörü (ODQ) veya potasyum kanal blokörü TEA ile değerlendirildi. Renal direnç arterlerindeki HO-1 ve HO-2 protein ekspresyonları Western blot analizi ile saptanmıştır.
BULGULAR: SHR’larda kontrol grubuna kıyasla Phe’e verilen kasılma yanıtı anlamı olarak yüksekti (p<0,05). HO inhibisyonu ile CO üretimi engellendiğinde SHR’da kasılma yanıtı daha da arttı (p<0,05). SHR sıçanlarda CORM’a verilen gevşeme yanıtları da daha yüksekti (p<0,05). Her iki grupta da CORM yanıtlarını ODQ baskılamazken TEA anlamlı olarak baskıladı (p<0,01). HO-2 protein ekspresyonu açısından gruplar arasında farklı olmamakla birlikte, HO-1 ekspresyonu SHR'larda kontrol grubuna göre önemli ölçüde daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak; verilerimiz, SHR'ların böbrek direnç arterlerinde karbon monoksidin kompansatuar etkisi olduğunu ortaya koymaktadır.
INTRODUCTION: Carbon monoxide (CO), an end product of heme oxygenase (HO) involved in the regulation of vascular tone, may show a compensatory effect in the course of hypertension. This study aimed to assess the effects of the HO/CO system on the vascular tone of renal resistance arteries in spontaneously hypertensive rats (SHRs).
METHODS: The contribution of endogenous CO to vascular tone in renal resistance arteries was evaluated by the phenylephrine (Phe) contraction response with or without an HO inhibitor. The effect of the exogenous CO relaxation response was assessed by a CO releasing molecule (CORM). The mechanism of the CO relaxation effect was evaluated by a guanylate cyclase inhibitor, ODQ, or a potassium channel blocker, TEA. HO-1 and HO-2 enzyme protein expressions in renal resistance arteries were determined by Western blot analysis.
RESULTS: Phe-induced constriction responses were higher in renal resistance arteries of SHRs compared to control animals. The extent of the same type of constriction was even higher in the SHR group after inhibition of CO production. Relaxation responses to a CO donor, CORM, were greater in the SHR group versus the control group. TEA, but not ODQ, suppressed CORM responses in both groups. HO-2 protein expression patterns were not different between the groups, while HO-1 expression was remarkably higher in SHRs when compared to that in control rats.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Consequently, our results revealed a CO-based compensatory effect in SHRs by the induction of CO production and an increase in its bioavailability.

6.Investigation of the Coexistence of Influenza Type Virus A/B and Group A Beta Haemolytic Streptococcus in Children Diagnosed with Acute Upper Respiratory Infection Presenting to the Pediatric Outpatient Clinic of TOBB ETU Medical Faculty Hospital
Neşe İNAN, Nazife Yasemin ARDIÇOĞLU AKIŞIN, Ayyüce UÇARSU, Berk ATALAY, Berrak SOPACI, Gülce HÜRKAL, Mustafa Ziya ĞAÇACI, Taha TUNÇKAŞIK, Jülide Sedef GÖÇMEN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.81594  Pages 431 - 440
GİRİŞ ve AMAÇ: Solunum yolunun bakteri ve virüsler nedeni ile koenfeksiyonları tüm dünyada yaygın bir sağlık problemidir. Akut üst solunum yolu enfeksiyonları (ÜSYE) çocuk yaş grubunda en sık görülen enfeksiyonlardandır. Bu çalışmada akut üst solunum yolu enfeksiyonu şikâyeti ile TOBB ETÜ Hastanesi Pediatri Polikliniği’ne başvuran çocuk hastalarda Influenza virüs tip A/B ve A grubu beta Hemolitik streptokok (AGBHS) enfeksiyonlarının yaş gruplarına ve yıllara göre görülme sıklıkları ve birlikte görülme oranlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak 2015- 31 Temmuz 2019 tarihleri arasında TOBB ETÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Pediatri Polikliniği’ne başvuran akut ÜSYE tanısı almış ve eş zamanlı boğaz kültürü, hızlı Strep A antijen testi ve Influenza virüs tip A/B testi yapılmış, 0-18 yaş arası hastaların verileri hastane bilgi sisteminden taranarak çalışmaya dahil edilmiştir.
BULGULAR: Akut üst solunum yolu enfeksiyonu tanısı ile aynı gün boğaz kültürü, hızlı Strep A antijen testi ve Influenza virüs tip A/B testleri yapılmış 0-18 yaş arası, toplam 2515 (1203 K/1312 E) hastanın sonuçları hastane kayıtlarından incelenmiştir. AGBHS %24, Influenza A virüsü %18, Influenza B virüsü %9 oranında pozitif saptanmıştır. AGBHS pozitifliği en yüksek %30 olarak 7-11 yaş grubunda, en düşük %15 ile 0-2 yaş grubunda belirlenmiştir. Influenza A virüs pozitifliği 3-6 yaş, 7-11 yaş, 12-18 yaş gruplarında sırası ile %18, %18, %17 olarak benzer yüzdelerde saptanırken, 0-2 yaş grubunda %12 ile en düşüktür. Influenza B virüs pozitifliği %13 ile en yüksek 7-11 yaş grubunda görülmüştür. Cinsiyete göre ise AGBHS, Influenza virüs tip A/ B pozitiflikleri benzerdir. Influenza A virüsü pozitif hastaların %19’unda, Influenza B virüsü pozitif hastaların ise %26’sında AGBHS birlikteliği saptanmıştır. Mevsimlere göre değerlendirme yapıldığında Influenza virüs tip A/B ve AGBHS birlikteliği en yüksek kış ve ilkbahar aylarında saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Influenza virüslerinin bakteriyel enfeksiyonlara yatkınlığı arttırdığı, sekonder bakteriyel enfeksiyonların morbidite ve mortalitede anlamlı oranda artışa neden olduğu bilinmektedir. ÜSYE endikasyonu ile başvuran hastaların %45-66’sına gereksiz antibiyotik reçetelenmektedir. Influenza virüsü salgınları sırasında eş zamanlı görülen bakteriyel enfeksiyonların tanısı bu nedenle önemlidir. Influenza virüsleri ile birlikte görülen bakteriyel enfeksiyonların varlığı kanıtlandığında, antiviral ajanın yanında tedaviye antibakteriyel ilaç eklenmesinin kararı gündeme gelmelidir.
INTRODUCTION: Coinfections of the respiratory tract due to bacteria and viruses are a common health problem worldwide. Acute upper respiratory tract infections (URTI) are among the most common infections in the pediatric age group. This study aimed to determine the incidence and co-occurrence rates of Influenza virus A/B and AGBHS infections according to age groups and years in children who applied to TOBB ETU Hospital Pediatric’s Clinic with the complaint of acute URTI.
METHODS: The data of patients between the ages of 0-18, who were admitted to TOBB ETU Medical Faculty Hospital Pediatric’s Outpatient Clinic between 1January 2015 and 31 July 2019 with the diagnosis of acute URTI and who were tested for simultaneous throat culture, rapid Strep A antigen test and influenza virus type A / B test, was obtained from the hospital information system and analysed.
RESULTS: The results of a total of 2515 (1203 F / 1312 M) patients between the ages of 0-18 years, who were simultaneously diagnosed with acute URTI and who had simultaneous throat culture, rapid Strep A antigen test and influenza virus type A/B tests were examined. AGBHS, Influenza virus type A/ B were found 24%, 18%, 9% positive, respectively. While AGBHS positivity was found at the highest in the 7-11 age group (30%) and it was found at the lowest rate (%15) in the 0-2 year group. Influenza A virus positivity was found at similar rates as 18%, 18%, 17%, in the 3-6, 7-11 and 12-18 year group, respectively and in the 0-2 year group, the lowest rate was reported as 12%. Influenza B virus positivity was highest in the 7-11 age group with a rate of 13%. According to gender, AGBHS, influenza virus type A/ B positivity were similar. %19 of influenza A and 26% of influenza B virus positive patients coexistence of AGBHS were detected. When evaluated according to seasons, Influenza type A/B and AGBHS coexistence were high both in winter and spring months.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is known that influenza viruses increase susceptibility to bacterial infections and secondary bacterial infections cause a significant increase in morbidity and mortality. Unnecessary antibiotics are prescribed to 45-66% of the patients who apply for URI. It is therefore important to diagnose bacterial coinfections during influenza virus outbreaks. The decision to add the antibacterial drug to the treatment along with antiviral agent should be considered when presence of bacterial infections with influenza viruses are proven.

7.Ticks infesting stray dogs in Corum Province of Turkey
Gönül ARSLAN AKVERAN, Djursun KARASARTOVA, Arzu COMBA, Bahat COMBA, Adem KESKİN, Ayşegül TAYLAN ÖZKAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.43402  Pages 441 - 448
GİRİŞ ve AMAÇ: Çorum İli Kırım Kongo kanamalı ateşi gibi kene kaynaklı hastalıklar açısından endemik bir bölgedir. Bu çalışmanın amacı insanların yerleşim alanları içerisinde yaşayan sokak köpeklerini enfeste eden kene türlerini belirlemektir.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaçla Nisan 2018-Mart 2019 döneminde Çorum Belediyesi’ne bağlı Veteriner İşleri Müdürlüğü bünyesindeki Geçici Hayvan Bakımevi’ne rehabilite edilmek üzere getirilen sokak köpeklerinin arasından rastgele seçilen 100 köpeğin tüm vücudu kene varlığı açısından taranmış, tespit edilen keneler bir pens yardımıyla çıkarılarak %96’ lık etil alkol içeren tüplere alınmış ve tür tayinine kadar +4°C’de muhafaza edilmiştir. Keneler için 3 farklı parazitolojik gösterge değerlendirilmiştir: Enfestasyon prevelansı (%) = 100 x Enfeste köpek sayısı / Toplam köpek sayısı, Enfestasyon yoğunluğu = Kene sayısı / Enfeste köpek sayısı, Bolluk = Kene sayısı / Toplam köpek sayısı.

BULGULAR: Kene taraması yapılan köpeklerin %20 (20/100)’si keneler ile enfesteydi ve keneler Ixodes kaiseri, Hyalomma spp., Rhipicephalus sanguineus, Rhipicephalus turanicus ve Haemaphysalis parva türlerine aitti. Enfeste bireylerdeki ortalama kene yoğunluğu 3.3 (1-7), bir köpekteki ortalama kene yoğunluğu ise 0.7 idi. En fazla kene Haziran ve Ağustos aylarında, en az kene ise Nisan ve Mayıs aylarında kaydedildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, köpekler üzerinden toplanan kene sayısı görece düşüktür. Buna göre Veteriner İşleri Müdürlüğü’nün sokak köpeklerini kenelerden korumaya yönelik mücadelesinin başarılı olduğu söylenebilir. Sonuç olarak İl Veteriner İşleri Müdürlükleri, kenelerin ve kene kaynaklı zoonotik hastalıkların döngüsüne aracılık etme potansiyeli olan sokak köpeklerine uyguladıkları tedavi ve koruyucu Veteriner Hekimlik hizmeti sayesinde, bu hastalıkların önemli bir halk sağlığı problemine dönüşmesini önleyebilir.
INTRODUCTION: The Province of Corum is an endemic area for tick-borne diseases such as the Crimean Congo hemorrhagic fever. The aim of this study was to identify the tick species infesting stray dogs found in the surrounding of human habitations.
METHODS: Hundred stray dogs kept in the Animal Nursing Home of the Veterinary Service of the province were randomly selected during the period April 2018 and March 2019. Ticks were removed with the help of forceps and placed in 96% ethyl alcohol and stored at +4°C until they were taxonomically identified.
RESULTS: The following tick species were found: Ixodes kaiseri, Hyalomma spp., Rhipicephalus sanguineus, Rhipicephalus turanicus and Haemaphysalis parva. The infestation prevalence was 20%, the infestation density 3.3 (1-7) and the abundance was 0.7. The highest numbers of tick were recorded in June and August, while the lowest in April and May.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The number of ticks collected from dogs in this study was relatively low, showing that the efforts of the Veterinary Services to control ticks infesting dogs, is successful. This should lower the possibilities of tick-borne diseases and zoonoses which could be transmitted by stray dogs in the region.

8.The Effect of Aging and Exercise Training on Carbon Monoxide Relaxation Response in Thoracic Aorta and Gastrocnemius Feed Artery
Günnur KOÇER, Seher NASIRCILAR ÜLKER, Yusuf OLGAR, Nihal ÖZTÜRK, Semir ÖZDEMİR
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.54289  Pages 449 - 458
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu projenin amacı yaşlanma ve yüzme egzersizine bağlı olarak sıçanların torasik aortasında ve gastroknemius iletim arterinde karbon monoksit (CO)’e verilen damar yanıtlarının değişip değişmediğini test etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda 4 aylık genç ve 24 aylık yaşlı Wistar dişi sıçanlar kullanıldı. Sıçanlar rastgele genç-sedanter (GS), genç-egzersiz (GE), yaşlı-sedanter (YS) ve yaşlı-egzersiz (YE) olmak üzere dört gruba ayrıldı. Egzersiz gruplarına 8 hafta süresince haftada 5 gün, günde 1 saat yüzme egzersizi yaptırıldı. Sıçanlardan izole edilen torasik aorta halkaları, organ banyosu düzeneğinde gastroknemius iletim arteri ise telli miyograf düzeneğinde çalışıldı. Aort ve gastroknemius iletim arteri halkalarının fenilefrin (PE) kasılma yanıtları hemoksijenaz inhibitörü chromium mesoporphyrin inkübasyonu öncesi ve sonrasında kaydedilerek endojen olarak üretilen CO’in vasküler tonusa katkısı değerlendirildi. CO donörü (CORM; carbon-monoxide-releasing-molecule) kullanılarak ekzojen gevşeme yanıtları değerlendirildi.
BULGULAR: CrMP inkübasyonu öncesinde ve sonrasında PE doz yanıt eğrilerinde hem aortada hem de gastroknemius iletim arterinde gruplar arasında fark yoktu. CrMP inkübasyonu sonrasında alınan maksimum PE kasılma yanıtları aort halkalarında GE, YS ve YE gruplarında anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,05), gastroknemius iletim arterlerinde ise sadece GS ve GE gruplarında anlamlı olarak yüksekti (p<0,01). CORM’a verilen maksimum gevşeme yanıtlarında gastroknemius iletim arterinde gruplar arasında fark yoktu. Aorta halkalarında ise maksimum CORM gevşeme yanıtları yaşlı gruplarda anlamlı olarak daha düşüktü (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçları; gastroknemius iletim arterinde CO yanıtlarına egzersiz ve yaşlanmanın etkisi olmadığını ve Aorta halkalarında ise CO gevşeme yanıtının yaşlanmayla birlikte azaldığını ve egzersizin CO gevşeme yanıtını hem yaşlı hem de genç sıçanlarda arttırıcı bir katkısının olmadığını göstermektedir.
INTRODUCTION: The purpose of this project is to observe any aging and swimming exercise associated changes in the rat thoracic aorta and gastrocinemius feed artery.
METHODS: 4-month and 24-month old female rats were used and divided into four following groups: sedentary young, trained young, sedentary old, and trained old. Swimming exercise was performed for 8 weeks (60 min/day, 5 days/week). Thoracic Aorta and gastrocinemius feed artery isolated from the rats. Thoracic Aorta rings were mounted on organ bath and gastrocinemius feed arteries were mounted on wire myograph. Contraction responses of all vessel rings in presence and absence of HO inhibitor (CrMP) were recorded as an endogenous CO contribution to vascular tonus. The effect of exogenous CO relaxation response were assesed by CO releasing molecule (CORM).
RESULTS: Phenylephrine dose- response curves with or without CrMP were smilar in all groups both aortic rings and gastrocnemius feed artery. The maximum PE contraction responses obtained after CrMP incubation were significantly higher in the GE, YS and YE groups (p <0.05) in the aortic rings, and only significantly higher in the GS and GE groups in the gastrocnemius feed arteries (p <0,01). There was no differences in the maximum vasodilatation response of CORM reported for all groups in gastrocnemius feed artery. However, in the old groups CORM Emax values were established significantly lower than that the young groups in the aortic rings (p<0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a results of our study; exercise and aging have no effect on CO responses in the gastrocnemius feed artery. But the CO relaxation response is decreased by aging in the thoracic aorta of elderly rats and exercise does not have an enhancing contribution for CO relaxation response in both old and young rats.

9.Chloroquine Inhibits Adriamycin-Induced Cardiotoxicity İn Rats By Inhibiting Endoplasmic Reticulum Stress And Inflammation
Emin KAYMAK, Ali Tuğrul AKIN, Emel ÖZTÜRK, Tayfun CEYLAN, Nurhan KULOĞLU, Derya KARABULUT, Birkan YAKAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.04378  Pages 459 - 466
GİRİŞ ve AMAÇ: Adriamisin (ADR) kanser türlerinde kullanılan kemorapötik bir ilaç olarak bilinmektedir. ADR uyarılı kardiyomiyopati toksik özelliğinden dolayı ilacın kullanımını zorlaştırmaktadır. ADR uyarılı kardiyotoksisitede enflamasyon ve endoplazmik retikulum stresi (ERs) artmaktadır. Pek çok kanser türünde kullanılan kemoterapötik ilaç olan ADR’nin yol açtığı kardiyotoksisiteye karşı sıtma ilacı olan klorokuin (CLQ) kullanımının ERs ve enflamasyon üzerinden koruyucu etkilerinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sıçanlar rastgele 4 gruba ayrıldı: Kontrol (n = 8), CLQ (n = 8) günde 50 mg / kg intraperitoneal (i.p.), ADR (n = 8) 2 mg / kg i.p. olarak her 3 günde bir, ADR + CLQ (n = 8) 2mg / kg / i.p. ADR + 50 mg / kg / i.p. CLQ. Deney toplam 30 gün sürdü. Deneyin sonunda, sıçanlar sakrifiye edildi ve kalp dokuları inceleme için hayvanlardan çıkarıldı. Kalp dokularındaki histopatolojik değişiklikler değerlendirildi ve ERs’yi belirlemek için (Glukoz düzenleyici protein) GRP78 antikoru ve enflamasyon için tümör nekroz faktörü-α (TNF-α) antikoru ile immün boyama yapıldı. Fotoğraflar Olympus BX53 mikroskobu ile çekildi analiz edildi.
BULGULAR: ADR grubunun Kontrol grubuna kıyasla histopatolojik bozulma gösterdiğini ve CLQ tedavisinin ADR tarafından indüklenen bu hasarı iyileştirdiğini gözlemledik. ADR grubunda GRP78 ve TNF-α immünoreaktivitesinde kontrol grubuna göre artış vardı (p<0.0001). ADR + CLQ grubunda GRP78 ve TNF-α immünoreaktivitesinde ADR grubuna göre azalma vardı (p<0.0001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak kronik olarak ADR uygulanan sıçanların kalp dokusunda enflamasyonun ve ERs’nin önemli ölçüde arttığı görülmüştür. Fakat ADR verilen sıçanlarda CLQ uygulamasıyla, ERs ve enflamasyon baskılanmıştır. Bu da tedavi uygulanan gruplarda kalp hasarını önemli ölçüde azaltmıştır.
INTRODUCTION: Adriamycin (ADR) is known as a chemotherapeutic drug used in cancer types. ADR-induced cardiomyopathy makes it difficult to use the drug due to its toxic properties. Inflammation and ER stress increase in ADR-induced cardiotoxicity. The aim of this study was to investigate the protective effects of chloroquine (CLQ), a malaria medication used in many types of cancer, against the cardiotoxicity caused by ADR on endoplasmic reticulum stress and inflammation.
METHODS: Rats were randomly divided into 4 groups: Control (n = 8), CLQ (n = 8) 50 mg / kg intraperitoneal (i.p.) daily, ADR (n = 8) 2 mg / kg i.p. every 3 days, ADR + CLQ (n = 8) 2mg / kg / i.p. ADR + 50 mg / kg / i.p. CLQ. The experiment lasted a total of 30 days. At the end of the experiment, the rats were sacrificed and the heart tissues were removed from the animals for examination. Histopathological changes in the heart tissues were evaluated and immune staining was performed with Glucose-regulated protein 78 (GRP78) antibody and tumor necrosis factor-α (TNF-α) antibody for inflammation to determine endoplasmic reticulum stress. Photos were taken with Olympus BX53 microscope and analyzed.
RESULTS: We observed that the ADR group showed histopathological impairment compared to the Control group and that CLQ treatment improved this ADR-induced damage. In the ADR group, there was an increase in GRP78 and TNF-α immunoreactivity compared to the control group (p <0.0001). In the ADR + CLQ group, GRP78 and TNF-α immunoreactivity decreased compared to the ADR group (p <0.0001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, it was observed that the inflammation and endoplasmic reticulum stress significantly increased in the heart tissue of rats administered chronically ADR. However, endoplasmic reticulum stress and inflammation were suppressed by CLQ application in rats given ADR. This significantly reduced heart damage in the treated groups.

10.Nrf2 Inhibitor Brusatol Ameliorates Cecal Ligation and Puncture-induced Lung Injury in Rats via Anti-inflammation and Anti-oxidative Stress
Ersen ERASLAN, Ayhan TANYELİ, Mustafa Can GÜLER, Fazile Nur EKİNCİ AKDEMİR, Tuncer NACAR, Ömer TOPDAĞI, Elif POLAT
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.75232  Pages 467 - 476
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, brusatolün sıçanlarda çekal ligasyon ve delinme (CLD) modelinin neden olduğu akciğer hasarı üzerine olası yararlı etkilerinin incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 32 adet Sprague Dawley erkek sıçan 4 randomize gruba ayrıldı. Gruplar grup 1 (sham), grup 2 (CLD), grup 3 (DMSO) ve grup 4 (0.5 mg/ml brusatol) olarak programlandı. Grup 1'de karın bölgesine orta hatta dikey insizyon uygulandı ve CLD modeli oluşturmadan tekrar kapatıldı. Grup 2'de 18 saat CLD yapıldı. Grup 3'te, %1 DMSO, 10 gün boyunca iki günde bir periton içine 0.3 ml uygulandı. Son uygulama CLD 'den 30 dakika önce yapıldı. Grup 4'te brusatol 10 gün boyunca iki günde bir periton içine 0.5 mg/ml olarak uygulandı. Son uygulama CLD'den 30 dakika önce yapıldı. CLD bittikten sonra, sıçanlar sakrifiye edildi ve akciğer dokuları çıkarıldı.
BULGULAR: MDA, MPO, OSI, TOS, TNF-α ve IL-1β değerleri grup 2 ve 3'te, grup 1'e kıyasla anlamlı derecede yükselirken, SOD ve TAS değerleri azaldı. Antioksidan enzim aktivitesindeki artışın aksine; MDA seviyesi, MPO aktivitesi, TOS, OSI, TNF-α ve IL-1β değerleri grup 4'te grup 2 ve 3'e göre önemli ölçüde azaldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçta, sıçanlarda CLD kaynaklı akciğer hasarına karşı brusatol etkin rol oynayabilir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the possible beneficial effects of brusatol on lung injury caused by cecal ligation and puncture (CLP) model in rats.
METHODS: In this study, 32 Sprague Dawley male rats were divided into 4 randomized groups. The groups were programmed as group 1 (sham), group 2 (CLP), group 3 (DMSO), and group 4 (0.5 mg/ml brusatol). In group 1, a midline vertical incision was applied to the abdominal region and closed again without forming a CLP model. Group 2 performed CLP for 18 hours. In group 3, 1% DMSO was administered intraperitoneally 0.3 ml once every two days for 10 days. The last application was made 30 minutes before CLP. In group 4, brusatol was administered intraperitoneally at 0.5 mg/ml once every two days for 10 days. The last application was made 30 minutes before CLP. After CLP was over, the rats were sacrificed and lung tissues were removed.
RESULTS: MDA, MPO, OSI, TOS, TNF-α and IL-1β values increased significantly in groups 2 and 3 compared to group 1, while SOD and TAS values decreased. Unlike the increase in antioxidant enzyme activity; MDA level, MPO activity, TOS, OSI, TNF-α and IL-1β values decreased significantly in group 4 compared to groups 2 and 3.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, brusatol may play an effective role against CLD-induced lung injury in rats.

11.A Comparison Of Upper Respiratory Tract İnfections Caused By Group A Streptococci And İnfluenza A/B
Hayrettin TEMEL, Mehmet GüNDÜZ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.34033  Pages 477 - 486
GİRİŞ ve AMAÇ: İnfluenza koenfeksiyonu şeklinde olan bakteriyel enfeksiyonlar özellikle yaşlılar ve küçük çocuklar gibi yüksek riskli gruplar arasında ciddi bir morbidite ve mortalite nedenidir. Çalışmamızda olgularımızda saptanan grup A streptokok ile influenza virüs tip A ve tip B nedenli üst solunum yolu enfeksiyonlarının klinik ve laboratuvar bulgularının karşılaştırılması ile her iki etkenin koenfeksiyon sıklığının irdelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya üçüncü basamak hastanemiz pediatri kliniğine üst solunum yolu enfeksiyonları şikayetiyle 2019 Ocak-2020 Ocak tarihleri arasında başvuran ve streptekok hızlı antijen testi ile influenza A ve B hızlı testleri uygulanan toplam 1884 çocuk hasta dahil edildi. Eş zamanlı olarak çocuklara tam kan sayımı ve C-reaktif protein testleri de çalışılmış olup sonuçlar influenza virüsü ve grup A steptekok enfeksiyonları için karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların %54.6 erkek, %45.4 kız idi. Hastaların ortalama yaşı 5.0±3.1 yıl idi. Hastaların 1174’ünde (%62.3) grup A streptokok veya influenza virüsleri saptanmadı. Toplam 226 hastada (%12.0) grup A streptokok, 319 hastada (%16.9) influenza virüs tip A, 118 hastada (%6.3) influenza virüs tip B, 47 hastada (%2.5) ise grup A streptokok ve influenza virüs tip A saptandı. Gruplar arasında cinsiyet açısından istatistiksel farklılık yoktu (p=0.6). Ortalama lökosit ve nötrofil düzeyleri streptokok enfeksiyonu olan hasta grubunda diğer tüm gruplara göre anlamlı yüksek bulundu (p<0.001).Ortalama nötrofil düzeyi negatif grupta grup A streptokok dışındaki gruplara göre; grup A streptokok grubunda ise influenza A ile grup A streptokok+influenza A gruplarına göre anlamlı yüksekti (p<0.001).Ortalama monosit, trombosit ve C-reaktif protein düzeyleri hem negatif grupta hem de grup A streptokok grubunda diğer gruplara göre anlamlı yüksek bulundu (p<0.001).
Gruplar arasında ateş, boğaz ağrısı, yutkunma güçlüğü, burun akıntısı ve tıkanıklığı, hırıltılı solunum, bulantı, kusma, karın ağrısı, iştahsızlık ve halsizlik düzeyleri açılarından anlamlı fark bulunamadı (p>0.005). Ancak influenza A grubunda öksürük düzeyi (%61.8) diğer gruplardan anlamlı yüksek bulundu (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak üst solunum yolu enfeksiyonu geçiren çocuk hastalarda etkenin viral mi bakteriyel mi olduğu hızlı ve doğru olarak saptanmalıdır. Çalışmamızın hem grup A streptokokların hem de influenza virüslerin hızlı antijen testleriyle çalışılmış olması ve klinik ve laboratuvar bulguları karşılaştırılması yönüyle klinisyenler ve araştırmacılar için yol gösterici olabilecek veriler sağladığı düşüncesine ulaşılmıştır.
INTRODUCTION: Coinfections of influenza virus with bacterial infections are an important cause of morbidity and mortality, especially among high-risk groups like young children and the elderly.This study aimed at the comparison between clinical and laboratory findings of upper respiratory tract infections caused by group A streptococcus and influenza virus type A and B to determine the frequency of coinfection.
METHODS: A total of 1884 patients who applied to the pediatrics clinic of our tertiary referral hospital with complaints of upper respiratory tract infections between January 2019 and January 2020 which were performed the antigen group a streptococcus and influenza A and B rapid tests were included to our study.Complete blood counts and C-reactive protein tests were compared in between the patients with influenza virus and group A streptococcus.
RESULTS: Total of the patients of 54.6%, were male and 45.4%, were female.Mean age was 5±3.1 years. 1174(62.3) of patients were tested negative for the group A streptococcus and the influenza virus.Group A streptococcus was found in 226 patients(12.0%), the influenza virus type A was found in 319 patients(16.9%), the influenza virus type B was found in 118 patients(6.3%) and the coinfection of group A streptococcus and influenza virus type A were found positively in 47 patients(2.5%).There was no significant statistical difference between the groups regarding gender.Mean leukocyte and neutrophil levels were significantly higher in patients with the streptococcal infection than in all the other groups(p<0.001).The mean neutrophil levels in the negative group were higher than other groups, except the group A streptococcus group. Also the neutrophil levels of group A Streptococcus were significantly higher than the influenza A and the influenza A+group A streptococcus (p<0.001).Mean monocyte, platelet, and C-reactive protein levels in the negative group and the group A streptococcus group were determined significantly higher.(p<0.001).There was no significant difference between the groups in terms of fever, sore throat, difficulty in swallowing, runny nose, nasal congestion, wheezing, nausea, vomiting, abdominal pain and loss of appetite and weakness (p>0.005).The cough levels in the influenza A group (61.8%) were significantly higher compared to the other groups (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Whether the agent of the cause of the upper respiratory tract infections is viral or bacterial should be determined rapidly and accurately in children. It was concluded that our study provided data that could be a guide for clinicians and researchers by rapid antigen tests of both group A streptococci and influenza viruses and by comparing clinical and laboratory findings.

12.Antıbıotıc Sensıtıvıty And Multıple Antıbıotıc Resıstance Of Acınetobacter Infectıons In A State Hospıtal In The Perıod 2013-2018
Ahmet ÇALIŞKAN, Özlem KİRİŞÇİ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.46547  Pages 487 - 492
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada Acinetobacter baumannii suşlarının, yıllara göre antibiyotik duyarlılık değişiminin araştırılması ve çoğul antibiyotik direnç oranının belirlenerek, antibiyotik kullanım politikasının geliştirilmesine yardımcı olunması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya; Necip Fazıl Şehir Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına, Ocak 2013- Aralık 2018 tarihleri arasında çeşitli kliniklerden gönderilen örneklerden izole edilen Acinetobacter türleri dahil edilmiştir. İzolatların tanımlanmasında ve antibiyotik duyarlılıklarının belirlenmesinde Vitek 2 Compact (bioMérieux-SA, Fransa) otomatize sistemi kullanılmıştır.
BULGULAR: En fazla Acinetobacter izolatı 73 (%35) trakeal aspirat örneğinden ve en çok Anestezi ve Reanimasyon yoğun bakım ünitesinden gönderilen 160 (%68) örnekten izole edilmiştir. Antibiyotik duyarlılık yüzde (%) oranlarının dağılımı yıllık olarak, 2013-2015, 2016-2018 olmak üzere, üçer yıllık ortalamalar şeklinde ve 2013-2018 toplam ortalama şeklinde verildi. Çalışma döneminde en yüksek antibiyotik duyarlılığı % 97 ile kolistine, en düşük duyarlılık ise % 5 oranı ile seftriaksona karşı tespit edildi. A. baumannii’nin, antibiyotik duyarlılık oranlarına kabaca bakıldığında; 2016-2018 döneminde, 2013-2015 dönemine göre amikasin, ampisilin-sulbaktam, sefepim, seftriakson, kolistin ve tigesiklin duyarlılığında azalma eğilimi görülürken, diğer antibiyotiklere karşı duyarlılıkta artış görülmektedir. İzole edilen toplam 237 A. baumannii’ de çoğul antibiyotik direncine bakıldı. MDR direnci % 92, XDR direnci % 84, PDR direnci % 3 bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: A. baumannii’ de yıllar içinde bazı antibiyotiklere karşı direnç arttığı, bazı antibiyotiklere karşı da direncin azaldığı görülmektedir. XDR direnç oranımızın çok yüksek olduğu görülmektedir. PDR direnç oranımızın ise Amerika’dan yüksek olduğu, buna karşın birçok Avrupa ülkesinden düşük oranda olduğu görülmektedir. Türkiye ortalamasından ise çok düşük olduğu göze çarpmaktadır.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to investigate the change of antibiotic susceptibility of Acinetobacter baumannii strains over the years and to help develop antibiotic use policy by determining the multiple antibiotic resistance rate.
METHODS: Acinetobacter species isolated from various clinical samples sent to Necip FazılCity Hospital Microbiology Laboratory between January 2013 and December 2018 were included.
Vitek 2 Compact (bioMérieux-SE, France) automated systems were used for the identification and antibiotic susceptibility of the isolates.

RESULTS: Acinetobacter isolates were isolated at the most from tracheal aspirate samples (n=73; 35%) and samples sent from Anesthesia and Reanimation intensive care unit(n=160; 68 %). The distribution of antibiotic sensitivity percentages (%) was given as yearly, three-year averages for 2013-2015, 2016-2018, and the total average for 2013-2018. In the study period, the highest sensitivity was determined to colistin at 97 % and the lowest to ceftriaxone at 5 %. When the antibiotic sensitivity rates of A. baumannii are evaluated roughly; In the period of 2016-2018, compared to 2013-2015, there was a decrease in sensitivity to amikacin, ampicillin-sulbactam, cefepime, ceftriaxone, colistin and tigecycline, while sensitivity to other antibiotics was observed. Multiple antibiotic resistance was examined in a total of 237 A. baumannii isolated. Multidrug resistant (MDR) resistance was 92 %, Extensively Drug Resistant (XDR) resistance was 84 % and Pan Drug Resistant(PDR) resistance was 3 %.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is observed that resistance against some antibiotics has increased in A. baumannii over the years, and resistance to some antibiotics has decreased. It seems that our XDR resistance rate is very high. Our PDR resistance rate is higher than that of America, but lower than many European countries. In the other hand our result is lower than the average of Turkey.

CASE REPORT
13.Early switch therapy from ceftriaxone to ampisilin in an immunosuppressed patient with Listeria monocytogenes septicemia and meningitis
Gülşen HAZIROLAN, Gülçin DİZMAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.04127  Pages 493 - 496
Listeria monocytogenes is an important pathogen that may cause infection in the elderly or in immunocompromised patients with predisposing conditions. It can be an important cause of life-threatening bacteremia and meningoencephalitis in immunocompromised individuals. In this report, we describe a case of sepsis and menegititis caused by L. monocytogenes in a 39-year-old female with adenoid cystic carcinoma of the larynx. L. monocytogenes identification was performed at the species level using matrix-assisted laser desorption ionization-time of flight mass spectrometry (MALDI-TOF MS, Bruker Daltonics, Germany). The patient was treated with an early switch therapy from ceftriaxone to ampicillin. This report indicates that early detection and treatment of Listeria sepsis and meningitis are important to obtain a better prognosis.
Listeria monocytogenes, yaşlılarda veya predispozan koşulları olan bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda enfeksiyona neden olabilecek önemli bir patojendir. Bu bakteri, bağışıklık sistemi baskılanmış kişilerde hayatı tehdit eden bakteriyemi ve meningoensefalitin önemli bir nedeni olabilir. Bu raporda, larenks adenoid kistik karsinomu olan 39 yaşındaki bir kadın hastada L. monocytogenes’in etken olduğu sepsis ve menenjit olgusunu tanımladık. L. monocytogenes’in tür düzeyinde tanımlanması matrix-assisted laser desorption and ionization time-of-flight mass spectrometry (MALDI-TOF MS, Bruker, Almanya) ile yapıldı. Hasta tedavide seftriaksondan ampisiline erken geçiş ile tedavi edildi. Bu rapor, Listeria sepsis ve meninjitinin erken saptanmasının ve tedavisinin, daha iyi bir prognoz elde edilmesi için önemini işaret etmektedir.

REVIEW
14.Importance of intestinal microbiota in foodborne diseases
Lütfiye PARLAK, Derya DİKMEN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2019.54926  Pages 497 - 508
Besin kaynaklı patojenlerin neden olduğu hastalıklar her yıl milyonlarca kişiyi etkileyen ve özellikle çocuk ölümlerine neden olan önemli bir sağlık sorunudur. Besinlerin üretimi, hazırlığı, pişirilmesi ve tüketimi esnasında yapılan yanlış uygulamalar ve meydana gelen patojen kontaminasyonu besin kaynaklı patojenlerin neden olduğu hastalıklara yol açmaktadır. Besin kaynaklı birçok patojen vardır fakat bu hastalıkların çoğu bakteriyel kaynaklıdır. İnsan gastrointestinal sistem mikrobiyotası da trilyonlarca bakteri ile kolonize olmasına rağmen, bu bakteriler konak ile simbiyotik bir ilişki içerisindedir. Vücutta ek bir organ olarak düşünülecek kadar fonksiyona sahip olan bağırsak mikrobiyotası, gastrointestinal sisteme alınan patojen bakterilerin çoğalmasının ve enfeksiyona neden olmasının önlenmesi için sahip olduğu kolonizasyon direnci mekanizmaları ile konak savunmasına katkıda bulunur. Sağlıklı bağırsak mikrobiyotası patojen bakteriler ile, antibakteriyel bileşikler ve inhibitör metabolitler üreterek ve temasa bağlı öldürme yoluyla; patojen virülansına müdahale ederek; fiziksel alan, eser elementler, vitaminler, karbon kaynakları gibi besin kaynakları ve metabolitler için yarışa girerek doğrudan mücadele etmektedir. Ayrıca hem bağırsak epitel bariyerini hem de ilişkili immün doku fonksiyonlarını koruyarak konağın bağırsak epitel hücre fonksiyonunun düzenlenmesi, doğuştan gelen bağışıklığın uyarılması ve kazanılmış bağışıklık yanıtlarını, B hücrelerini, T hücrelerini ve doğrudan antijen sunumunu modüle ederek de dolaylı yoldan mücadele etmekte ve böylece patojenlerin bağırsak yüzeylerine bağlanmasını ve çoğalarak enfeksiyon oluşturmasını önlemektedir. Bağırsak mikrobiyotası başta diyet ve antibiyotik kullanımı olmak üzere birçok faktörden etkilenmektedir. Sağlıklı bağırsak mikrobiyotasının bozulması ise kolonizasyon direncinde azalmaya ve bununla beraber patojenlere karşı duyarlılıkta artışa neden olmaktadır. Bu nedenle besin kaynaklı patojenlerin neden olduğu hastalıklarda bağırsak mikrobiyotası oldukça önemlidir.
Bu derleme kapsamında besin kaynaklı bakteriyel patojenlere karşı sağlıklı bağırsak mikrobiyotasının antimikrobiyal mekanizmaları ele alınmıştır.
Foodborne diseases are an important health problem that affect millions of people every year and especially lead to children mortality. Malpractices did during the production, preparation, cooking, and consumption of foods and the occurrence of pathogen contamination lead to diseases caused foodborne disease. There are many foodborne pathogens, but most of these diseases occur from bacterial sources. Although the microbiota of the human gastrointestinal system is colonized by trillions of bacteria, these bacteria are in a symbiotic relationship with the host. The intestinal microbiota with enough function to be considered as an additional organ in the body contributes to host defense with the mechanisms of colonization resistance, to prevent the colonization of pathogenic bacteria enter to the gastrointestinal system and prevent to develop infection by pathogenic bacteria. The healthy intestinal microbiota fights directly against pathogen bacteria by producing antibacterial compounds and inhibitory metabolites and by contact-dependent killing; by interfering with pathogen virulence; entering the race for the physical area, food sources and metabolites such as trace elements, vitamins, carbon sources. In addition, regulation of the intestinal epithelial cell function by preserving both intestinal epithelial barrier and related immune tissue functions, stimulation of innate immunity and by modulating adaptive immune responses, B cells, T cells, and direct antigen presentation; thus, it prevents binding of pathogens bacteria to the intestinal surfaces and developing an infection by colonization. The intestinal microbiota is influenced by many factors, especially dietary and antibiotic use. Unhealthy intestinal microbiota causes a decrease in the resistance to colonization and therefore an increase in susceptibility to pathogens. Therefore, the intestinal microbiota is very important in foodborne diseases. In this review, antimicrobial mechanisms of intestinal microbiota against foodborne bacterial pathogens have been discussed.

15.Nano-drug delivery systems and their toxicological assessment
Özge MARANGOZ, Oğuzhan YAVUZ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2020.37790  Pages 509 - 526
Bilim ve teknoloji dünyasına 1960’lı yılların başından itibaren giren nanoteknoloji, nanometre boyutundaki parçacıkların bilimi olarak tanımlanmaktadır. Nanoteknoloji günümüzde organik kimya, moleküler biyoloji, endüstri, elektronik ve sağlık gibi birçok alanda kullanılmaktadır. Nanoteknolojinin özellikle sağlık alanında kullanılması ile hastalıkların erken teşhisi, önlenmesi ve daha iyi takibi mümkün olabilmektedir. Beşeri ve veteriner hekimlikte ilaç etkin maddelerinin çeşitli nedenlerle etki yerinde istenen yoğunluğa ulaşamaması veya toksik düzeyin üstüne çıkması sıklıkla karşılaşılan istenmeyen durumlardır. Bu nedenle bütün dünyada etkin maddeyi hedef bölgeye yüksek yoğunluklarda ulaştıran ve istenmeyen etkileri mümkün olduğunca azaltan ilaç taşıma sistemleri elde edilmesi için çalışmalar yürütülmektedir. Bu amaçla son yıllarda nanoteknoloji yardımıyla geliştirilen nano-ilaç salınım sistemleri ile birlikte ilaç aktif maddeleri etki yerinde yeterli yoğunluğa ulaştırılabilmekte, sadece hedeflenen organ, doku ve hücrelerde etkin olabilmekte ve kullanılan doz ve doz aralığı azaltılarak istenmeyen etkilerin önüne geçilebilmektedir. Bunun gibi birçok avantaja sahip olmasına rağmen nano-ilaç komplekslerinin boyutları ve bileşenlerinin çok küçük olması nedeniyle, insan ve evcil hayvanların bu yapılara maruziyet riski oldukça artmıştır ve toksik etkilerinin olup olmadığı tartışmalı hale gelmiştir. Bu nedenle nano-ilaç salınım sistemlerinin güvenliklerinin tespitine yönelik toksikolojik çalışmalar önem kazanmıştır. Yapılan araştırmalarda nanomateryallerin hücrelerde apoptoz, nekroz, otofaji, mitotik yıkımlanma gibi istenmeyen etkilere yol açtıkları rapor edilmiştir. Ancak bu tür sonuçların elde edildiği toksikolojik araştırmalar daha çok in vitro denemelerdir ve in vivo çalışmaların yetersizliğinden dolayı nano-ilaç ve nano-ilaç taşıma sistemlerinin canlı vücudu üzerinde etkileri tam olarak ortaya konamamıştır. Bu nedenle nano-ilaçların toksisitesi konusunda ayrıntılı, sistematik ve uzun soluklu in vivo çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu derlemede, önemli nano-ilaç ve nano-ilaç taşıma sistemleri ile ilaç taşıma sistemlerinde kullanılan nanomateryallerin toksisitesi ve güvenli kullanımları değerlendirilmiştir.
Nanotechnology, which involved in the science and technology from beginning of 1960s, defined as science of nano-sized particles. Nanotechnology is used in many fields, such as organic chemistry, molecular biology, industry, electronic and medicine. Thanks to usage of nanotechnology in the health sector, early diagnosis, prevention and better monitoring of diseases can be possible. Lower access of drug active ingredients than desired concentrations and their higher accumulations than the toxic levels in the action point are usual adverse effects in human and veterinary medicine. Therefore, studies are performed worldwide on drug delivery systems for transferring active ingredients in high concentrations to the target place and for reducing adverse effects as much as possible. Owing to nano-drug delivery systems, active ingredients can be transported to the effect point; they can be effective only in the target organ, tissue and cells; dose and dose intervals can be reduced and adverse effects can be decreased. But, because of small sizes of nano-drug complexes, exposure risk of humans and domestic animals to these materials increased and their toxic effects became conflictive. Thus, toxicity studies for determination of safety of nano-drug delivery systems are very imported. It was reported that nanomaterials caused adverse effects on cells, such as apoptosis, autophagy, mitotic catastrophe. However, toxicological researches are mainly based on in vitro experiments and due to lack of enough in vivo studies, exact effects of nano-drug delivery systems on live organisms are not clear. Therefore, detailed, systematic and long term in vivo studies regarding toxicity of nano-drugs, are needed. In this review, important nano-drug and nano-drug delivery systems and their toxicities were evaluated.

LookUs & Online Makale