ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 78 (4)
Volume: 78  Issue: 4 - 2021
FULL JOURNAL
1.TBHEB 2021-4 Vol 78 Full Printed Journal
Utku ERCÖMERT
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.90922  Pages 400 - 567
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Comparison of laboratory findings in PCR-positive and IgM-positive Crimean-Congo hemorrhagic fever cases
Yasemin COŞGUN, Dilek MENEMENLİOĞLU, Ahmet SAFRAN, Burcu GÜRER GİRAY, Esma ÖDEVLİ, Seda GÜDÜL HAVUZ, Erkan ÖZMEN, Ali Korhan SIĞ, Ahmet AYDEMİR, Dilek YAĞCI ÇAĞLAYIK, Gülay KORUKLUOĞLU, Seher TOPLUOĞLU, Selçuk KILIÇ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.77854  Pages 401 - 410
GİRİŞ ve AMAÇ: Kırım-Kongo kanamalı ateşi (KKKA) hastalığı, KKKA virüsü ile enfekte bireylerin beşte birinde meydana gelir. Hastalığın klinik seyri çok hızlı ilerleyerek 7-10 gün içinde ölümle sonuçlanabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, laboratuvar bulguları açısından PCR-pozitif dönem ile IgM-pozitif dönem arasında fark olup olmadığını belirlemek, varsa farklılığın hastalığın seyrine etkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak 2015-31 Aralık 2017 tarihleri arasında KKKA tanısı amacıyla halk sağlığı laboratuvarlarına gönderilen 5131 serum örneği çalışmaya dahil edildi. Bu örneklerin PCR ve IFA-IgM testi sonuçları ve hastaların diğer laboratuvar bulguları değerlendirildi. Yaşamını sürdüren ve ölümcül seyreden hastaların bulguları karşılaştırıldı.
BULGULAR: PCR-pozitif dönem ve IgM-pozitif döneme ait laboratuvar sonuçları karşılaştırıldığında, kreatinin değeri, trombositopeni varlığı <150.000), 20.000'in altında trombosit sayısı, kreatin kinaz (CK), laktat dehidrojenaz (LDH) ve uluslararası normalleştirilmiş oran (INR) seviyeleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p <0.05). PCR-pozitif dönemde tüm bu bulguların hasta açısından olumsuz yönde arttığı görüldü. Ölümcül seyreden olgularda; trombositopeni varlığı, ≤20.000 / µL trombosit sayısı, >2.5 mg / dL kreatinin düzeyi, ve CK, LDH ve INR değerleri anlamlı düzeyde daha yüksek bulundu (p <0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda PCR-pozitif dönem veya vireminin devam ettiği dönem hastalar için tüm bulguların kötüleştiği kritik bir dönem olarak bulundu. Ayrıca, 20.000 / µL'nin altında olan trombositopeni varlığı, ölümle ilişkili en sık bulguydu (p<0.001). Mortalite ile ilgili diğer bulgular CK, LDH ve INR yükselmeleri olarak belirlendi. Bu sonuçların, hastalığın prognozunun tahmin edilmesi ve klinik yönetiminde klinisyenlere yardımcı olacağına inanıyoruz.
INTRODUCTION: Crimean-Congo hemorrhagic fever (CCHF) develops in one-fifth of the individuals infected with the CCHF virus. The clinical course progresses very rapidly and can result in death within 7-10 days. The aim of this study is to determine whether there is a difference between the PCR-positive period and the IgM-positive period in terms of laboratory findings and to investigate the effect of the difference, if any, on the course of the disease.
METHODS: Results of 5131 serum samples submitted to public health laboratories for the diagnosis of CCHF between January 1, 2015, and December 31, 2017, were included in the study. PCR and IFA IgM test results of these samples and other laboratory findings of the patients were evaluated. Findings were compared between fatal and non-fatal cases.
RESULTS: When laboratory results of the PCR-positive period and IgM-positive period were compared, there was a statistically significant difference in terms of creatinine value, presence of thrombocytopenia (<150,000), platelet count below 20,000, and creatine kinase (CK), lactate dehydrogenase (LDH) and international normalized ratio (INR) levels (p < 0.05). In the PCR-positive period, all of these findings were observed to increase detrimentally for the patient. In fatal cases; Presence of thrombocytopenia, platelet count of ≤20,000/µL, > 2.5 mg / dL creatinine level, and CK, LDH and INR values were found to be significantly higher (p < 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, the PCR-positive period, or the period in which viremia continues, was found to be a critical period in which all findings deteriorated for the patients. Furthermore, the presence of thrombocytopenia with platelet levels below 20,000/µL was the most common mortality-related finding (p<0.001). CK, LDH, and INR elevations were determined as other findings related to mortality. We believe these results will assist clinicians in predicting the prognosis and clinical management of the disease.

3.An altmetric study: Social attention based evaluation of top-100 publications about the COVID-19 pandemic from notification of the first case to the 6th month
Mehmet DOKUR, Nuket GÜLER BAYSOY, Betül BORKU UYSAL, Mehmet KARADAĞ, Mahmut DEMİRBİLEK
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.66743  Pages 411 - 442
GİRİŞ ve AMAÇ: “Altmetrik” veya “alternatif” ölçümler, tek bir makalenin sosyal medya hesaplarındaki etkisini ölçen yeni bir değerlendirme türüdür ve kamuoyunun makaleye gösterdiği ilgiyi dikkate alan web tabanlı ölçümlerdir. Bu çalışmanın amacı, 2020 ortalarında COVID-19 hakkında en fazla çevrimiçi ilgiyi uyandıran ilk 100 bilimsel yayının altmetrik analizini yapmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Makale taraması 3 Haziran 2020 tarihinde Altmetric Explorer web sitesinde gerçekleştirilmiş, tüm makaleler aldıkları AAS (Altmetric Attention Score; bir araştırma çıktısının sosyal medyada aldığı tüm ilginin otomatik olarak hesaplanan ağırlıklı sayımı) değerine göre yüksekten düşüğe sıralandıktan sonra COVID-19 ile ilişkisi olmayanlar elenmiş ve COVID-19 ile ilişkili ilk 100 makale analiz edilmiştir. Araştırmada incelenen değişkenler şunlardır: (I) AAS, (II) dimensions-badge (tek bir yayın için atıf verilerinin kökenlerini gösteren etkileşimli görselleştirme), (III) makalenin yayınlandığı ay, (IV) web kaynaklarının dağılımı, (V) atıfların demografik dağılımı, (VI) atıfların coğrafi dağılımı, (VII) SIGN-kriterlerine göre makalenin kanıt düzeyi (VIII) dergilerin Q-kategorileri ve (IX) h-indeksi. Tanımlayıcı istatistikler ve korelasyon analizi yapılmış; AAS ile dimensions-badge değerleri karşılaştırmalarında Kruskal-Wallis testi, post-hoc analizlerde Dunn testi kullanılmıştır. Sayısal değişkenler arasındaki doğrusal ilişkiyi tespit etmek için Spearman korelasyon katsayıları hesaplanmıştır. Analizler SPSS 23.0 ile gerçekleştirilmiş ve p<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
BULGULAR: Sosyal medyada paylaşılmış makalelerin çoğu (%74) Q1 dergilerde yayınlanırken, kanıt düzeyleri çoğunlukla düzey-3 ve düzey-4 seviyesinde kalmıştır. İlk 3 makalenin içeriği sırasıyla ilaç dışı müdahalelerin etkisi, COVID-19'un kökeni ve klorokin kullanımı ile ilgilidir. Farklı aylarda AAS değerleri arasında anlamlı bir fark yok iken (p=0,673), dimensions-badge değerleri Ocak ayında anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). AAS ile dimensions-badge değerleri arasında zayıf bir pozitif korelasyon saptanmıştır (r=0.250; p=0.017).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dimensions-badge ve AAS incelemeleri, pandeminin ilk ayında akademinin COVID-19'u daha fazla tartıştığını, ancak sonrasında ilgilerin halk dahil diğer sosyal medya platformlarında paralel olarak devam ettiğini göstermektedir. Akademisyenler geniş hasta serilerine ilişkin deneyimleri tartışırken, halk, kendileri için potansiyel olarak koruyucu veya riskli olanı paylaşmayı tercih etmiştir. Yeni bilimsel yayınlar hızlı şekilde birikmiş ve sosyal medya platformlarında paylaşılmış olmasına karşın, dergilere kanıta dayalı kesin tavsiyelerden ziyade, sezgisel yönelimlerin (sens clinique) aktarıldığı hissedilmektedir. Ortaya çıkan infodemi sorunu nedeniyle, her bilim insanı, paylaşmayı seçtiği yayın konusunda etik açıdan daha fazla sorumluluk duymalıdır. Tartışılan COVID-19 makalelerinin yalnızca %15'inin düzey-1 ve düzey-2 kanıtta olduğu gerçeği göz önüne alındığında, bilim insanlarının yorumları ve halka açık mesajları kritik önem taşımaktadır.
INTRODUCTION: Altmetrics, or alternative-metrics, have recently emerged as a web-based metrics measuring the impact of an individual article in social media accounts with an emphasis on the public attention/engagement with the research output. Aim of this study is to perform mid-2020 altmetric analysis of top-100 articles about COVID-19 that provoked the most online attention.
METHODS: Altmetric Explorer search was performed in June 3th, 2020. After ranked by altmetric attention score (AAS: an automatically calculated weighted count of all of the attention a research output has received in social media), articles that are not related by COVID-19 were excluded and the first-100 COVID-19-related articles were analyzed. Variables evaluated were (I) AAS, (II) dimensions-badge (interactive visualizations that showcase the citation data origins for individual publications), (III) month of publication, (IV) distribution of web-sources, (V) demographic-breakdown type distributions of citations, (VI) geographic-breakdown type distributions of citations, (VII) level-of-evidence (decided using SIGN-Criteria) (VIII) Q-categories of scientific journals, and (IX) h-index. Descriptive and correlational statistics were performed. Kruskal-Wallis test was used for AAS and dimensions-badge value comparisons while post-hoc analyses were performed by Dunn test. Spearman correlation coefficients were calculated to detect linear relationship between numerical variables. Analyses were performed by SPSS-23.0 and p<0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: Most (74%) of the disseminated articles were published in Q1-journals while evidence levels were mostly level-3 and level-4. Content of the first 3 articles was about the impact of non-pharmaceutical interventions, origin of COVID-19 and chloroquine usage, respectively. There was no significant difference between AAS in different months (p=0.673) but dimensions-badges in January were significantly higher (p<0.05). There was a weak positive correlation between AAS and dimensions-badge (r=0.250; p=0.017).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Dimensions-badge and AAS results revealed that academia discussed COVID-19 much more in the first-month of pandemic, but then interests continued parallelly in academia and other social media platforms, including public. Academicians have discussed experiences of large-patient series but public preferred what is potentially protective or risky for them. Although enormously fast accumulation and dissemination of new scientific publications were witnessed, it seems sens-clinique rather than strict evidence-based-advice transferred to journals. Because infodemic is another emerging problem, every scientist should be ethically more responsible about the publication they choose to disseminate. Interpretations/public-messages of scientists might also be critical, given the fact that only 15% of discussed Covid-19 articles was in level-1 and level-2 evidence.

4.Evaluation of immunoblotting test results in patients with positive antinuclear antibodies
Demet GÜR VURAL, Yeliz TANRIVERDİ ÇAYCI, İlknur BIYIK, Kemal BİLGİN, Asuman BİRİNCİ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.24482  Pages 443 - 450
GİRİŞ ve AMAÇ: Otoimmun hastalıkların erken tanısı mortalite, morbidite ve komplikasyonları önlemek için kritiktir. Otoantikorların tespiti sistemik otoimmun hastalıkların tanısında kolaylaştırıcı bir rol oynar. İndirek ımmunfloresans antikor testi (IIFA) ile tespit edilen Anti nükleer antikorlar (ANA) otoimmün bağ dokusu hastalıklarının belirleyici özelliklerindendir. Spesifik ekstrakte edilebilir nükleer antijenlerin tanımlanması, otoimmün bağ dokusu hastalıklarının farklı tipleri arasındaki ayrımı sağlayabilir. Bu çalışmada, ANA IIFA testi pozitif olan hastalarda Extractable Nuclear Antigen (ENA) test sonuçlarını retrospektif olarak inceledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin çeşitli kliniklerine başvuran toplam 3000 hasta için Anti nükleer antikorlar test edildi. Her serum numunesi 1: 100 dilusyonda çalışılmış, ANA varlığı ve boyanma paterni ANA IFFA ile değerlendirilmiştir. Toplam 640 ANA pozitif serumda immunblot yöntem ile ENA araştırılmıştır.
BULGULAR: Pozitif örneklerde ANA paternlerinin dağılımına baktığımızda;173 granüler (%27,03), 98 granüler+ sitoplazmagranüler (%15,31), 67 homogen+granüler(%10,47) en sık saptanmıştır. ANA pozitif örneklerin ENA profilleri incelendiğinde557’si (%83,7) pozitif, 83’ü (%12,97)negatif bulundu. ENA pozitifliklerinde ilk üç sırayı SSA (%26,88), SSB (%17,81), Sm/RNP (%17,66) aldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ANA IIFA ile ilk tarama ardından immunblot test ile farklı antijenlere bakılması;otoimmun hastalıkların tanısını kolaylaştıracaktır.
INTRODUCTION: Early diagnosis of autoimmune disorders is critical in order to prevent complications, morbidity and mortality. Detection of autoantibodies has played a consolidate role in diagnosis of systemic autoimmune disorder. Anti-nuclear antibodies (ANA), as detected by indirect immuno-fluorescence antibody (IIFA), are hallmarks of autoimmune connective tissue diseases. Identification of the specific extractable nuclear antigens (ENA) is warranted because this may further differentiate between the distinct types of autoimmune connective tissue diseases.In this study, were analyzed retrospectively that Extractable Nuclear Antigen test results in patients with positive Anti-Nuclear Antibody tests
METHODS: Antinuclear antibodies were tested for a total of 3000 patients admitted to various clinics of Ondokuz Mayıs University Medical Faculty. 1: 100 dilution of each serum sample was used, and the presence of ANA and staining pattern was evaluated with ANA-IFA. ENA was investigated by immunoblotting in 640 ANA positive sera.
RESULTS: When we look at the distribution of ANA patterns in positive samples; granular 173 (27.03%), granular and cytoplasmic granular 98 (15.31%), homogenous and granular 67 (10.47%) were the most common. When the ENA profiles of the ANA-positive samples were examined, 557 (83.7%) were found to be positive and 83 (12.97%) were negative. According to our study, SSA (26.88%), SSB (17.81%), Sm / RNP (17.66%) were the first three places in the ENA positivite.
DISCUSSION AND CONCLUSION: First screening with ANA test,then looking at different antigens with the immunoblot test will facilitate the diagnosis of the autoimmun disease.

5.Species determination iın dermatophytes isolated in Van region
Hasan IRMAK, Hamza BOZKURT
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.96337  Pages 451 - 466
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, Van yöresinde yüzeysel mikozlara yol açan etkenlerin neler olduğu ve hangi sıklıkta bulunduklarının araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, yüzeyel mantar enfeksiyonu olduğu düşünülen 1074 hastadan alınan ör¬neklerde yapıldı. Bu örneklerin 342’si (% 31.84) ayak, 237’si (% 22.07) el, 208’i (% 19.37) saçlı deri, 197’si (% 18.34) gövde, 47’si (% 4.38) kasık ve 43’ü (% 4.00) tırnak bölgesinden alındı.
Alınan tüm örnekler önce direkt mikroskobik olarak incelendi, daha sonra etkenle¬rin izolasyonu amacıyla ikişer adet Sabouraud Dextrose Agar (SDA), Potato Dextrose Agar (PDA), Mycobiotic Agar (MBA) ve Dermatophyte Selective Agar (DSA) besiyerlerine eki¬lerek, ekimlerden birisi 22-26°C ısıda, diğeri 37°C’ye ayarlanmış etüvde inkübe edil¬di.
İzole edilen dermatofitler önce üreme hızı, yüzey görünümü, yüzey örgüsü, yüzey pigmenti, koloni tabanında pigment oluşumu, oda ısısında ya da 37°C’de üreyip ürememe özellikleri gibi makroskobik özellikleri açısından incelendi, daha sonra selofan bant yönte¬mi ile Laktofenol Pamuk Mavisi preparasyonu hazırlanarak dermatofıtlerin hif ve spor yapı¬ları gibi mikroskobik özellikleri incelenerek kaydedildi. Ayrıca, identifıkasyonda üreaz oluşturma ve kıl delme deneyi gibi yöntemlerden de yararlanıldı.

BULGULAR: 1074 örneğin 215 (%20.02)’inde direkt mikroskobi pozitifliği, 221 (%20.58)’inde ise kültür pozitifliği saptandı. Alınan örneklerden 179’unda dermatofit, 42’sinde Candida olmak üzere toplam 221 örnekten etken izole edildi.
Kültürlerden izole edilen 179 dermatofıtin dağılımında; 93 (%51.96)’ü T. rubrum, 51 (%28.49)’i T. mentagrophytes, 13 (%7.26)’ü T. violaceum, 9 (%5.03)’u T. schoenleinii, 8 (%4.47)’i E. floccosum, 3 (%1.68)’ü T. tonsurans ve 2 (%1.15)’si T. verrucosum olarak saptandı.
Bu dermatofıtlerin izole edildikleri vücut bölgelerine göre dağılımında ise; ayak ve tırnakta T. rubrum’un, gövde ve kasıkta en sık T. mentagrophytes’in, saçlı deride T. violaceum'un en sık etkenler oldukları görüldü, ellerde ise T. rubrum ve T. mentagrophytes’in aynı oranlarda etken oldukları saptandı.
.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Van yöresinde yapılan bu araştırmada Microsporum cinsi dermatofitlere hiç rastlanmaması ilgi çekici bulundu.
INTRODUCTION: In this study, It was aimed to investigate what are the factors that cause superficial mycoses and how often they are present in the Van region.
METHODS: This study was made in specimens taken from 1074 patients with superficial fungal infection. Of these specimens, 342 (31.84 %) foot, 237 (22.07 %) hand, 208 (19.37 %) haired skin, 197 (18.34 %) body, 47 (4.38 %) inguinal region and 43 (4 %) nail specimens were taken.
Before taken all specimens were examined microscopically, later on, in order they were inoculated in two Sabouraud Dextrose Agar (SDA), Potato Dextrose Agar (PDA), Mycobiotic Agar (MBA) and Dermatophyte Selective Agar (DSA) for izolate of agent. One of this inoculation was incubated in room temperature at 22-26°C, the other was incubated in the incubator at 37°C.
Izolated dermatophytes were examined microscopically on growth rate, surface appearence, surface shape, surface pigment occurence in bottom of colony, reproduction quality in room temperature and at 37°C, later on hyphae and spore structures of dermatophytes were examined microscopically, preparing lactophenol cotton blue by selophan band method. In addition, urease and hair perforating examination were used.

RESULTS: Of 1074 samples, it was found in 215 (20.02%) direct microscopy positive, in 221 (20.58%) culture positive. Agent was isolated in 179 dermatophytes and 42 Candida in totally 221 samples.
In 179 dermatophytes isolated from culture; 93 (51.96%) T. rubrum, 51 (28.49%) T. mentagrophytes, 13 (7.26%) T. violaceum, 9 (5.03%) T. schoenleinii, 8 (4.47%) E. floccosum, 3 (1.68%) T. tonsurans and 2(1.15%) T. verrucosum were found.
Distribution of isolated dermatophytes the most seen in different body areas in nails and foot was T. rubrum, in body and inguinal region was T. mentagrophytes, in haired skin was T. violaceum, T. rubrum and T. mentagrophytes were isolated at the same rate in hands.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study conducted in the Van region, It is interesting that it has never been found Microsporum genus dermatophytes.

6.Analysis of videos about malaria on Youtube: Evaluation of the Turkish and English content
Sümeyye KAZANCIOĞLU, Hürrem BODUR
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.09699  Pages 467 - 476
GİRİŞ ve AMAÇ: Sıtma, dünya nüfusunun yarısını (esas olarak tropik ve subtropikal ülkelerde) etkileyen sivrisinek kaynaklı önemli bir hastalıktır. İnternet videolarının içerikleri, halk sağlığı bilgilerinin popüler kaynakları olmasına rağmen, genellikle doğrulanmamış ve sorgulanabilir niteliktedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, popüler bir sağlık bilgi kaynağı olan Youtube'da sıtma ile ilgili en alakalı izlenen 150 videonun (58 İngilizce video ve 39 Türkçe video daha detaylı analiz için seçildi) içeriği analiz edildi.
BULGULAR: Tüm videolar; 281.199 beğeni, 4.810 beğenmeme ve 24.339 yoruma sahip olarak, toplam 14.373.885 kez izlendi. Sağlık bilgisi veren websiteleri (n=38, %39.2) tüm videoların ana kaynağıydı. Kaynağa göre bakıldığında; Türkçe ve İngilizce videolar arasında anlamlı bir fark vardı (p<0,001). Sağlık bilgisi veren websiteleri İngilizce videolar için (%53,4), haber ajansları ise Türkçe videolar için (%48,7) ana kaynaklardı. Haber kanalları tarafından yüklenen videolar (%21,6) haber güncellemesi olarak değerlendirildi. 66 video faydalı (%68, İngilizce (n=54), Türkçe (n=12)) ve 8 video yanıltıcı (İngilizce (n=2), Türkçe (n=6) olarak sınıflandırıldı. Yararlı videolarda izlenme, beğeni, izlenme/gün sayısı ve video güç indeksi (VPI) yanıltıcı videolara göre daha yüksek bulundur. Video uzunluğu ile görüntülenme, beğenmeme, beğeni, yorum, görüntüleme/gün ve VPI arasında pozitif yönde korelasyon saptandı. DISCERN skoru ile uzunluk, görüntüleme sayısı, beğenmeme, beğeni, yorum, görüntüleme/gün ve VPI arasında pozitif yönde korelasyon saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Globalleşen günümüz dünyasında; YouTube gibi internet platformlarında, endemik bölgelerde yaşayan veya seyahat eden kişiler için sıtma hakkında doğru bilgi verecek içeriklerin oluşturulması önemli hale gelmiştir.
INTRODUCTION: Malaria is an important mosquito-borne disease that affects half of the world's population (mainly in tropical and subtropical countries). The contents of internet videos, though popular sources of public health information, are often unverified and questionable.
METHODS: In this study, the contents of the most relevantly viewed 150 videos (58 videos in English and 39 videos for Turkish were selected for further analysis) regarding malaria were analyzed on Youtube which is a popular source of health information.
RESULTS: All videos had a total of 14 373 885 views, with 281 199 likes, 4810 dislikes, and 24 339 comments. The health information websites (n=38, 39.2%) were the major source of all videos. According to the source, there was a significant difference between Turkish and English videos (p<0.001). Health information websites are dominant sources for English videos (53.4%) and news agencies are dominant sources for Turkish videos (48.7%). The videos (23.7%) uploaded from the news channels were coded as news updates. 66 videos were classified as useful (68.0%, English (n=54), Turkish (n=12)) and 8 were classified as misleading (8.24%, English (n=2), Turkish (n=6)). The number of views, likes, views/day, and video power index (VPI) in the useful videos were higher than misleading videos. The length was positively correlated with the number of views, dislikes, likes, comments, views/day, and VPI. The DISCERN score of videos was positively correlated with length, the number of views, dislikes, likes, comments, views/day, and VPI.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In today's globalizing world, it is more important to create contents that will provide accurate information about malaria for the people living or traveling in endemic areas on the internet platforms like YouTube.

7.Evaluation of The Cases Applied to Turhal State Hospital with Tick-bite
Emine TÜRKOĞLU, Sedef Zeliha ÖNER
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.56689  Pages 477 - 486
GİRİŞ ve AMAÇ: Kırım Kongo kanamalı ateşi (KKKA), Tokat’ ta endemik olarak görülen, ölümcül seyredebilen zoonotik bir hastalıktır. Bu çalışmada kene tutunması ile başvuran olguların demografik, klinik ve laboratuvar bulgularının incelenmesi, erken dönemde laboratuvar bulgularının gerekliliğinin tartışılması, KKKA tanısı alan hastaların takip ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Turhal Devlet Hastanesi’ ne 1 Mayıs – 30 Eylül 2019 tarihleri arasında, kene tutunması nedeni ile başvuran olgular değerlendirildi. Hastaların geliş muayenelerinden sonra 3., 7., 10. ve 14. günlerde semptomları ve laboratuvar tetkikleri değerlendirildi. KKKA açısından şüpheli olgular kliniğe yatırılarak kesin tanı için viral genom ve/veya özgül antikor testleri yapıldı. Hastaların demografik, klinik ve laboratuvar verilerine hastane otomasyon sisteminden ulaşıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 105’i (%59) erkek olmak üzere 178 olgu dahil edildi. Olguların yaşları 1-89 arasında değişmekteydi. En sık başvuru Haziran (n=56, %31.8) ayında idi. Olguların 115’i (%64.6) tarım ve hayvancılıkla uğraşmakta idi, 144’ü (%80.9) kene tutunmasının olduğu ilk gün hastaneye başvurmuştu, 88 (%49.4) hastada kene hastanede sağlık personeli tarafından çıkarılmıştı. Dört (%2.24) hasta KKKA tanısı almıştı. İnkübasyon süresi 1-13 gündü. KKKA grubunda istatistiksel açıdan baş ağrısı, miyalji ve bulantı anlamlı olarak fazlaydı ancak hiçbir laboratuvar bulgusunda anlamlı farklı yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kene tutunması ile başvuran olgularda kene uygun bir teknikle ve vakit kaybetmeden çıkarılmalıdır. Semptomu olmayan olgularda belirli aralıklarla laboratuvar tetkiklerinin yapılması KKKA hastalığının erken tanısı için yol gösterici olmadığı gibi maliyet etkin de değildir. Kene tutunması sonrası yeni başlayan bulantı baş ağrısı ve miyalji yakınması olan hastalarda lökopeni trombositopeni, AST, ALT ve LDH yüksekliği saptanması halinde kişi KKKA hastalığı açısından dikkatle izlenmelidir.
INTRODUCTION: Crimean-Congo hemorrhagic fever (CCHF) is a fatal zoonotic disease that is endemic in Tokat. The aim of this study was to investigate the demographic, clinical and laboratory findings of the patients presenting with tick bite, to discuss the necessity of laboratory tests in early stage, and to evaluate the follow-up and treatment results of patients with CCHF.
METHODS: In this study, cases applied to a Turhal State Hospital between 1 May - 30 September 2019 with tick bite were evaluated. Symptoms and laboratory tests were evaluated on the 3rd, 7th, 10th and 14th days after the patients' arrival. Patients with suspected CCHF were hospitalized and viral genome and/or specific antibody tests were performed for diagnosis. Demographic, clinical and laboratory data of the patients were obtained from hospital automation system.
RESULTS: In this study 105 male (59%), a total of 178 cases were evaluated. Their ages ranged from 1 to 89 years. Most of the cases were applied in June (n = 56, 31.8%). Of the cases, 115 (64.6%) were engaged in agriculture and animal husbandry, 144 (80.9%) were admitted to the hospital on the first day of tick bite, 88 (49.4%) of them, tick were removed by the health employeer in hospital. Four patients (2.24%) were diagnosed as CCHF. The incubation time was 1-13 days. Statistically headache, myalgia and nausea were significantly higher in CCHF group but there was no significant difference in any laboratory findings.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In cases presenting with tick bite, the tick should be removed with a suitable technique, immediately. Performing laboratory tests at regular intervals in patients without symptoms is not a guide for early diagnosis of CCHF and it is not cost effective. If leukopenia, thrombocytopenia, AST, ALT and LDH elevations are detected in patients with nausea, headache and myalgia after tick bite, they should be carefully monitored for CCHF.

8.Preoperative HBsAg, Anti-HCV and Anti-HIV Seroprevalence in Patients Admitted to Surgical Clinics of Our Hospital
Hakan İGAN, Hayrunisa HANCI
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.61214  Pages 487 - 492
GİRİŞ ve AMAÇ: Cerrahi branşlarda çalışan sağlık personeli HBV, HCV, HIV enfeksiyonları açısından ciddi risk altındadır. Bu çalışmanın amacı Doğu Anadolu Bölgesinde bulunan hastanemizdeki cerrahi klinik hastalarında preoperatif HBsAg, anti-HCV ve anti-HIV seroprevalansının geriye dönük olarak belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2017- Kasım 2018 tarihleri arasında cerrahi girişim için hastaneye yatışı yapılan 9720 hastada preoperatif HBsAg, anti-HCV ve anti-HIV seroprevalansı geriye dönük olarak araştırıldı.
BULGULAR: Preoperatif hastaların 3976’sı (%40.9) kadın 5744’ü (%59.1) erkek idi. Hastaların tümünde anti-HIV negatif bulunurken 194 (%2) hastada HBsAg, 68 hastada(%0.7) anti-HCV pozitifliği saptandı. Kadın hastaların 48(%1.2)’inde erkek hastaların 146(%2.5)’sında HBsAg pozitifliği saptandı. Anti-HCV açısından ise kadın hastaların 25(%0.6)’i, erkek hastaların 43(%0.7)’ü pozitif bulundu. Pozitifliklerin en çok 51-60 yaş aralığında, en az 11-20 yaş aralığında görüldüğü tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sayı açısından benzer çalışmalara göre daha fazla hasta sonucunun değerlendirildiği çalışmamızdaki sonuçlar diğer çalışmalardaki sonuçlara yakın olmakla beraber HBsAg oranları bizim çalışmamızda biraz daha düşük bulundu ve bu durum aşı uygulamaları sonucu HBV enfeksiyonlarının genel olarak düşüşte olmasıyla ilişkilendirildi. Bölgelerdeki HBsAg, anti-HCV ve anti-HIV seroprevalansları ne olursa olsun hastalığın pencere döneminde olabileceği de düşünülerek tüm hastalar potansiyel taşıyıcı gibi kabul edilmeli ve ameliyatlar esnasında sağlık personeli mutlaka kişisel koruyucu önlemler almalıdır.
INTRODUCTION: Medical staff working in surgical branches are at serious risk for HBV, HCV and HIV infections. The aim of this study is to retrospectively determine the preoperative HBsAg, anti-HCV and anti-HIV seroprevalence in surgical patients of our hospital in the Eastern Anatolian Region of Turkey.
METHODS: Preoperative HBsAg, anti-HCV and anti-HIV seroprevalence of 9720 patients who were hospitalized for surgery between January 2017 and November 2018 were researched retrospectively.
RESULTS: Three thousand nine hundred and seventy six (40.9%) of the preoperative patients were female and 5744 (59.1%) were male. Anti-HIV negative was found in all patients, whereas HBsAg positivity was detected in 194 (2%) patients and anti-HCV positivity was found in 68 (0.7%) patients. HBsAg positivity was found in 48 (1.2%) of female patients, 146 (2.5%) of male patients. In terms of anti-HCV, 25 (0.6%) of female patients and 43 (0.7%) of male patients were positive. Maximum positivities was observed at 51-60 age range whereas minimum positivity was at 11-20 age range.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the results of our study, in which more patient results were evaluated compared to similar studies in terms of number, were similar to those in other studies; HBsAg rates were slightly lower in our study, and it was related to the overall decline of HBV infections as a result of vaccination. Regardless of regional seroprevalances of HBsAg, anti-HCV and anti-HIV, it should be taken into consideration that the disease could be at window phase, so all patients must be accepted as vectors and medical staff must take extra personal precautions during surgery.

9.Evaluation of retina and nerve fiber layers with swept source optic coherence tomography in inflammatory bowel diseases
Cenk Zeki FİKRET, Nil İrem UÇGUN, Filiz YILDIRIM, Enver AVCI, Mevlüt HAMAMCI
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.92342  Pages 493 - 498
GİRİŞ ve AMAÇ: İnflamatuar barsak hastalıkları (İBH) 'ındaki oküler tutulumu optik koherens tomografi (OKT) ile değerlendirmek ve tespit edilen parametrelerin hastalık aktivasyon kriteri olup olmadığını belirlemek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza ülseratif koliti olan 30 hastanın 57 gözü, Crohn hastalığı olan 16 hastanın 32 gözü ve 53 sağlıklı bireyin 78 gözü dahil edildi. Retina Sinir Lifi tabakası (RSL), Ganglion hücre tabakası (GHK ++), Santral maküla kalınlığı (SMK) ve Koroid kalınlığı (KK) ölçümleri OKT ile yapıldı. Crohn hastalığı olan hastalarda da Crohn hastalığı aktivite indeksi (CHAİ) tespit edildi. Crohn hastalığı ve ülseratif koliti olan hastalarda kan C reaktif protein (CRP), nötrofil, hemoglobin (HGB) ve sedimantasyon düzeyleri ölçüldü.
BULGULAR: Ortalama yaş Crohn hastalığında 38.6±8.8 yıl, ülseratif kolitte 42.9±12.2 yıl ve kontrol grubunda 53.7±12.6 yıl idi. Crohn hastalığında RSL, kontrol grubuna kıyasla anlamlı derecede daha kalın ve GHK ++ anlamlı olarak daha ince idi. SMK değerleri ve CDAI değerleri, istatistiksel olarak anlamlı negatif bir korelasyon gösterdi. KK ve CDAI seviyeleri arasında negatif korelasyon vardı. Ülseratif kolit hastaları RSL değerleri kontrol grubuna göre farklı değildi, ancak GHK ++ daha ince bulundu. Ülseratif kolitli hastalarda superior RNFL’nin daha kalın olduğu saptandı. Tüm gruplarda SMK ve KK ölçümlerinde fark yoktu.
Ülseratif kolit grubu Crohn hastalığı grubu ile karşılaştırıldığında serum HGB düzeylerinin anlamlı olarak arttığı görüldü. Ülseratif kolit grubu Crohn hastalığı grubu ile karşılaştırıldığında serum CRP, nötrofil, ve sedimantasyon düzeylerinde bir fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: RSL ve GHK ++ kalınlık ölçümleri, inflamatuar barsak hastalığı olan hastalarda oküler tutulum için belirleyici olabilir.
INTRODUCTION: To evaluate ocular involvement in inflammatory bowel diseases (IBD) with optical coherence tomography (OCT) and to determine whether the detected parameters can be a disease activation criteria.
METHODS: 57 eyes of 30 patients with Ulcerative colitis (UC), 32 eyes of 16 patients with Crohn's Disease (CD) and 78 eyes of 53 healthy individuals were included in our study. Retinal Nerve Fiber layer (RNFL), Ganglion cell layer (GCL ++), Central macular thickness (CMT) and Choroidal thickness (CT) measurements were done by OCT. Crohn's Disease Activity Index (CDAI) was also detected in patients with CD. Blood C reactive protein (CRP), neutrophil, hemoglobin (HGB), and sedimentation values were measured in patients with UC and CD.
RESULTS: The mean age was 38.6±8.8 years in CD, 42.9±12.2 years in UC, and 53.7±12.6 years in the control group. In CD, RNFL was significantly thicker and GCL ++ was significantly thiner when compared with the control group. CMT values and CDAI values show a statistically significant negative correlation. There was negative correlation between CT and CDAI levels.
UC patients were not different in RNFL compared to the control group, but GCL ++ was thinner. Superior RNFL was thicker in patients with UC. There was no difference in CMT and CT measurements in all groups.
The levels of HGB in the serum were significantly higher in the UC group than in the CD group. A significant difference was not detected when the levels of serum CRP, neutrophil, and sedimentation of the UC group compared with the CD group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: RNFL and GCL ++ thickness evaluation may show ocular involvement in patients with inflammatory bowel disease.

10.Investıgatıon of Toxoplasma gondii Seropositivity in Cats in Ankara and Kas Region with Sabin-Feldman Dye Test
Gül Bengisu GÜREL, Cahit BABÜR, Banuçicek YÜCESAN, Özcan ÖZKAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.56563  Pages 499 - 506
GİRİŞ ve AMAÇ: Toxoplasma gondii, insan dahil tüm hayvanları enfekte edebilme yeteneğine sahip, intrasellüler yerleşim gösteren, bir protozoon parazittir. Kedilerde ve insanlarda çoğunlukla asemptomatik seyretmesine rağmen, immun sistemi düşük bireylerde ve gebelerde ciddi semptomlara sebep olabilmektedir. Bu çalışmada Ankara ve Kaş yöresindeki özel veteriner kliniklerine getirilen kedilerde Sabin-Feldman Boya Testi (SFBT) ile T. gondii antikorlarının sıklığı araştırılmıştır. Çalışma halk sağlığı ve hayvan sağlığı önemi bulunan toksoplazmozun kedilerdeki seroepidemiyolojileri üzerine mevcut verilere katkı sağlamıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada altın standart olarak kabul edilen Sabin-Feldman Boya Testi kullanılmıştır. Test için ihtiyaç duyulan T. gondii suşu Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü, Mikrobiyoloji Referans Laboratuvarları ve Biyolojik Ürünler Daire Başkanlığı, Ulusal Parazitoloji Referans Laboratuvarı’nda idamesi sağlanan T. gondii TR01 suşudur ve analiz işlemleri burada yapılmıştır. Çalışma için Ankara ve Kaş yöresindeki veteriner kliniklerine getirilen kedilerden kan örnekleri toplanmış ve elde edilen serumlar ile SFBT 1/4, 1/16, 1/64, 1/256, 1/1024 titrelerde çalışılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya 2 ay - 15 yaş arasındaki 30’u dişi ve 20’si erkek toplam 50 kedi dahil edilmiştir. Kedilerde %24 seropozitiflik saptanmıştır. Seropozitiflerin 10 tanesi 1/16 titrede, 2 tanesi ise 1/64 titrede pozitiflik vermiştir. Dişi kedilerin 4 tanesi (%33,33), erkek kedilerin ise 8 tanesi (%66,66) seropozitif çıkmıştır. Irk ve yaş arasında herhangi bir bağlantı bulunamamıştır. Ev kedilerinde %66,66, sokak kedilerinde %25 ve hem ev hem sokak kedilerinde seropozitiflik %8,33 olarak bulunmuştur. Kuru ve yaş mama ile beslenen kedilerin seropozitifliği çiğ yiyecekler ile beslenenlerden yüksek çıkmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu parazitin sadece sokak kedilerinde değil ev kedilerinden de bulunabileceği dikkate alınmalı ve buna yönelik gerekli bilgilendirme çalışmaları yapılmalıdır.
INTRODUCTION: Toxoplasma gondii is a protozoan parasite that exhibits intracellular placement, capable of infecting all animals, including humans. Although it is mostly asymptomatic in cats and humans, it can cause serious symptoms in low-immune individuals and pregnant women. In this study, the presence of T. gondii antibodies was investigated by Sabin-Feldman Dye Test (SFDT) in cats brought to private veterinary clinics in Ankara and Kas region. The study contributed to existing data on the seroepidemiology of toxoplamosis in cats, which is of public health and animal health importance.
METHODS: In this study, the Sabin-Feldman Dye test, which is considered the gold standard, was used. The T. gondii strain needed for testing is T. gondii TR01 strain, which was maintained at the National Parasitology Reference Laboratory, the Department of Microbiology Reference Laboratories and Biological Products, The General Directorate of Public Health of the Ministry of Health, and the analysis procedures were carried out here. Blood samples from cats brought to veterinary clinics in Ankara and Kas region were collected for the study and SFDT was studied at 1/4, 1/16, 1/64, 1/256, 1/1024 titers with serums obtained.
RESULTS: A total of 50 cats, 30 of them female and 20 of them male, were included in the study between the ages of 2 months and 15 years. According to this study, 24% seropositivity was found. 10 of the seropositives gave positivity at 1/16 titers and 2 gave positivity at 1/64 titers. 4 (33,33%) of female cats and 8 (66,66%) of male cats were seropositive. No coincidences were found between race and age. The rate in household cats was 66,66%, street cats 25% and positivity in both household and street cats was 8,33%. Seropositivity of cats fed dry and wet food was higher than those fed raw.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It should be taken into account that this parasite can be found not only in stray cats, but also in domestic cats, and the necessary information studies should be arried out for this purpose.

11.Trichomoniasis in pregnant women in South-East Iran: Diagnosis, Frequency and Factors affecting
Alireza SALİMİ KHORASHAD, Vahid RAİSSİ, Anita SALEH MOHAMMADZADE, Soudabeh ETEMADİ, Sadigheh NOURİDALİR, Omid RAİESİ, Maryam MANSOURİ NİA
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.67984  Pages 507 - 516
GİRİŞ ve AMAÇ: Trichomonas vaginalis, küresel olarak viral olmayan cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların en yaygın nedeni olarak kabul edilir ve gelişmekte olan ülkelerde önemli bir sağlık sorunudur. Bu kamçılı protozoan parazit vajinit, üretrit, servisit ile ilişkili olduğundan ve ayrıca gebelik, kadınlarda trikomoniyazı etkileyen faktörlerden biridir. Amacımız, Zahedan (İran'ın Güneydoğu) şehrinde 17-40 yaş grubundaki hamile kadınlarda trichomoniasis prevalansını ve ilişkili risk faktörlerini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Zahedan'da bir ebelik kliniğine başvuran 514 gebe kadın üzerinde kesitsel bir çalışma yapılmıştır. Direkt mikroskobik inceleme ve Dorset yumurta besiyeri kültürü, gebe kadınlarda T. vaginalis'i saptamak için kullanıldı. Demografik ve kişisel kayıtlar, ilişkili risk faktörleriyle birlikte bir anket kullanılarak toplandı ve ardından yaş ortalamasını hesaplamak için Frekans kullanılarak analiz edildi, için ki-kare testleri, SPSS yazılım sürümü 20 ile bağımsız t-testi.
BULGULAR: Sonuçlar 514 gebede direkt yöntemle hem doğrudan hem de kültür yöntemleriyle ve sadece kültür yöntemiyle 29 (% 5,64), 24 (% 4,67) ve 24 (% 4,67) T için pozitif örnek rapor edildiğini gösterdi. sırasıyla vaginalis. Bu sonuca göre, trikomoniyaz ile CYBE öyküsü (OR = 12,6;% 95 CI = 3,9-40,6) ve önceki abortus (OR = 6.840, CI: 2.906-16.100)ve Vajinal akıntı (OR = 2.9;% 95 CL = 1.2-7.1) ve Doğum öncesi bakım (OR = 0.2;% 95 CL = 0.1-0.7) arasında anlamlı farklılıklar vardı. enfekte hamile kadınları inceledi (pv <0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, gebeliğin bulaşıcı hastalıkları ile ilgili araştırmaya katkı sağlayabilecek birkaç önemli noktayı gündeme getirmiştir. Bu veriler, hamilelik sırasında trichomoniasis'in önemli bir sağlık sorunu olarak kabul edilmesi gerektiğini kanıtlamaktadır. Ayrıca gebe kadınlarda parazitolojik tanı testleri kullanılarak hem anne hem de fetüs için trikomoniyazın komplikasyonları önlenebilir.
INTRODUCTION: Background and objective: Trichomonas vaginalis is considered to be the most prevalent cause of non-viral sexually transmitted infections globally and is a major health issue in developing countries. Since this flagellate protozoan parasite is associated with vaginitis, urethritis, cervicitis, and also pregnancy is one of the factors affecting trichomoniasis in women. Our aim is to identify the prevalence of trichomoniasis and the associated risk factors in pregnant women in the age group of 17-40 in the city of Zahedan (Southeast of Iran).
METHODS: A cross-sectional study was conducted on 514 pregnant women who had referred to a midwifery clinic in Zahedan. Direct microscopic examination and Dorset egg medium culture were used to detect T. vaginalis in pregnant women. The demographic and personal records, along with the associated risk factors were collected using a questionnaire and then analyzed using the Frequency to calculate the age average, chi-square test, independent t-test with SPSS software version 20.


RESULTS: The results showed that in 514 pregnant women, by the direct method, both the direct and culture methods and only culture method, 29(5.64%), 24(4.67%), and 24(4.67%) were reported positive sample for T. vaginalis, respectively. According to this result, there were significant differences between trichomoniasis and history of STI (OR=12,6; 95%CI=3,9-40,6) and previous abortion (OR = 6.840, CI: 2.906-16.100)and Vaginal discharge (OR= 2.9; 95%CL= 1.2-7.1) and Vaginal discharge (OR= 2.9; 95%CL= 1.2-7.1) and Antenatal care (OR=0.2; 95%CL= 0.1-0.7) in the studied infected pregnant women (pv<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study has raised several important points that could contribute to the research on infectious diseases of pregnancy were also discussed. This data proves that trichomoniasis during pregnancy should be considered an important health issue. Furthermore, by using parasitological diagnostic tests in pregnant women, the complications of trichomoniasis can be prevented for both the mother and the fetus

12.Evaluation of epidemiological features, risk factors and clinical course in candidemia
Pınar KORKMAZ, Duru MISTANOĞLU ÖZATAĞ, Şevket YALIN, Aynur GÜLCAN, Halil ASLAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.05926  Pages 517 - 524
GİRİŞ ve AMAÇ: Candida türleri kan dolaşım yolu enfeksiyonları içinde en sık saptanan etkenler arasında olup, ciddi morbidite ve mortalite ile ilişkilidir. Özellikle kemoterapi ve diğer immunsupressif tedavi alan hasta sayısının giderek artması, transplantasyon cerrahisindeki gelişmeler, geniş spektrumlu antibiyotiklerin yaygın kullanımları ile son iki dekadda Candida türlerinin etken olduğu, kan dolaşım enfeksiyonlarının insidansı artmaktadır. Kandidiyazis insidansındaki artışla beraber diğer Candida türlerinde de artış görülmektedir. Bu değişimle birlikte klasik tedavilere karşı artan direnç de rapor edilmektedir.Bu çalışmada 3 yıllık retrospektif analiz ile yoğun bakım ünitesindeki kandidemilerde tür dağılımı, direnç paterni, risk faktörleri ve klinik gidişin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2017-Aralık 2019 tarihleri arasında hastanemiz Nöroloji yoğun bakım ünitesi’nde izlenen ve kandidemi tanısı alan hastalara ait hastane enfeksiyon surveyans formları ve medikal kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmamızda toplam 25 hastada en az bir kan kültüründe Candida türü izole edilmiştir. Hastaların yaş ortalaması 75.7±11.8 (min 49-max 91)’dir. Hastaların yoğun bakım ünitesi’nde yatış günü ortalaması 94,6±63,7 (min 14-max 270) gündü. Hastaların yirmi üçünde (%92) non albicans Candida izole edilmiştir. Non albicans candidalar içinde en sık saptanan tür (%92) C. parapsilosis’tir. Kandidemi saptanan hastalarda flukonazol direnci %76 (n=19) olup anidulafungin ve kaspofungine karşı direnç tespit edilmemiştir. Yatıştan üreme saptanmasına kadar geçen süre ortalama 47,9±26,9 gündü, kesin tedavide hastaların altısında (%24) flukonazol, ondokuzunda (%76) anidulafungin tedavisi verilmiştir. Hastaların tümünde kandidemi saptanmadan önce antibiyoterapi öyküsü mevcuttur, kandidemi öncesi hastaların antibiyoterapi süresi ortalaması 49,8±28.3 (min 9-max 120) gündü. Hastaların %76 (n=19)’sında mortalite gelişmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanemiz nöroloji yoğun bakım ünitesindeki kandidemilerde en sık etkenin C.parapsilosis olması ve flukonazol direncinin yüksek olması, hayatı tehdit eden bu enfeksiyonların tedavisinde gözönünde bulundurulması gereken önemli faktörler olduğu kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: Candida species are among the most common causes of bloodstream infections and are associated with serious morbidity and mortality. Especially with the increasing number of patients receiving chemotherapy and other immunosuppressive treatment, developments in transplantation surgery, widespread use of broad spectrum antibiotics, the incidence of bloodstream infections caused by Candida species has increased in the last two decades. With the increase in the incidence of candidiasis, other Candida species are also increasing. With this change, increasing resistance to conventional treatments is also reported. In this study, it was aimed to evaluate the species distribution, resistance pattern, risk factors and clinical course in candidemia cases in the intensive care unit with a 3-year retrospective analysis.
METHODS: Hospital infection surveillance forms and medical records of patients who were followed up in Neurology Intensive Care Unit of our hospital's and diagnosed with candidemia between January 2017-December 2019 were retrospectively evaluated.
RESULTS: In our study, Candida species were isolated in at least one blood culture from a total of 25 patients. The average age of the patients is 75.7 ± 11.8 (min 49-max 91). The average hospitalization day of the patients in the intensive care unit was 94.6 ± 63.7 (min 14-max 270) days. Non albicans Candida was isolated in twenty-three (92%) of the patients. The most common species (92%) among non albicans candida is C. parapsilosis. Fluconazole resistance was 76% (n = 19) in patients with candidemia, and no resistance was found against anidulafungin and caspofungin. The mean period from admission to the detection of reproduction was 47.9 ± 26.9 days, six patients (24%) received fluconazole and nineteen (76%) received anidulafungin therapy. All patients had a history of antibiotherapy before kandidemia was detected, and the average duration of antibiotherapy before candidemia was 49.8 ± 28.3 (min 9-max 120) days. Mortality developed in 76% (n = 19) of the patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We believe that the most common cause of candidemia is C.parapsilosis and high fluconazole resistance are important factors that should be considered in the treatment of these life-threatening infections in the neurology intensive care unit of our hospital.

13.Evaluation of In Vitro Antimicrobial Effect of Different Essential Oils
Rukiye ASLAN, Ayşe Hümeyra TAŞKIN KAFA, Mürşit HASBEK, Cem ÇELİK
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.87864  Pages 525 - 534
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada ticari olarak satılan 16 farklı esansiyel yağın dört farklı standart bakteri suşu ve bir klinik bakteri suşu ile bir standart maya mantarı suşuna karşı antimikrobiyal aktivitelerinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada esansiyel yağların antimikrobiyal aktivitesini test etmek için disk difüzyon metodu kullanılmıştır.
BULGULAR: Araştırmada kullanılan standart suşlara ve klinik izolata karşı en yüksek etki gösteren esansiyel yağlar ve inhibisyon zon değerleri şu şekildedir: Thymus vulgaris için; Staphylococcus aureus ≥ 50 mm, Acitenobacter baumannii 43 mm, Escherichia coli 35 mm, Enterococcus feacalis 35 mm; Klebsiella pneumoniae 9 mm, Candida albicans ≥ 50 mm; Melaleuca alternifolia için; Staphylococcus aureus 14 mm, Acitenobacter baumannii 19 mm, Escherichia coli 20 mm, Enterococcus feacalis ≤10 mm, Klebsiella pneumoniae 13 mm, Candida albicans ≥ 50 mm; Menta piperita için; Staphylococcus aureus ≥ 50 mm, Acitenobacter baumannii 20 mm, Escherichia coli 18 mm, Enterococcus feacalis 14 mm, Candida albicans ≥ 50 mm, Klebsiella pneumoniae’de inhibisyon zonu görülmemiştir, Lavandula officinalis için; Staphylococcus aureus 16 mm, Acitenobacter baumannii 10 mm, Escherichia coli 11 mm, Enterococcus feacalis 14 mm, Candida albicans 18 mm ve Klebsiella pneumoniae’de inhibisyon zonu görülmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Standart maya mantarı suşu ile standart bakteri suşlarına ve klinik bakteri izolatına karşı etkinlikleri araştırılan esansiyel yağların farklı düzeylerde yüksek antimikrobiyal etkisinin olduğu gözlenmiştir. Çalışılan esansiyel yağlar içerisinde kekik, çay ağacı, nane ve lavanta esansiyel yağlarının diğer esansiyel yağlara göre daha güçlü antimikrobiyal etkinliğe sahip olduğu gözlenmiştir. Sonuç olarak araştırdığımız bu esansiyel yağların, sahip oldukları yüksek antimikrobiyal etki sebebiyle yeni antimikrobiyal madde ve antimikrobiyal ilaç çalışmalarına katkı sağlayabileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to investigate the antimicrobial effect of 16 different essential oils by commercially sold, against different standard bacterial strains and one clinical bacterial strain and one standard yeast strain.
METHODS: Disc diffusion method was used to test the antimicrobial activity of essential oils, in this study.
RESULTS: Essential oils and inhibition zone values that have the highest effect against the standard strains and the clinical isolate used in the research are as follows: to Thymus vulgaris; Staphylococcus aureus ≥ 50 mm, Acitenobacter baumannii 43 mm, Escherichia coli 35 mm, Enterococcus feacalis 35 mm; Klebsiella pneumoniae 9 mm, Candida albicans ≥ 50 mm; to Melaleuca alternifolia; Staphylococcus aureus 14 mm, Acitenobacter baumannii 19 mm, Escherichia coli 20 mm, Enterococcus feacalis ≤10 mm, Klebsiella pneumoniae 13 mm, Candida albicans ≥ 50 mm; to Mentha piperita; Staphylococcus aureus ≥ 50 mm, Acitenobacter baumannii 20 mm, Escherichia coli 18 mm, Enterococcus feacalis 14 mm, Candida albicans ≥ 50 mm, Klebsiella pneumoniae no inhibition zone was observed.; to Lavandula officinalis; Staphylococcus aureus 16 mm, Acitenobacter baumannii 10 mm, Escherichia coli 11 mm, Enterococcus feacalis 14 mm, Candida albicans 18 mm and Klebsiella pneumoniae no inhibition zone was observed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The essential oils, whose effects were investigated against standard bacterial strains, a clinical bacterial isolate, and yeast strain, it was observed that high antimicrobial activities at different levels. It was observed that thyme, tea tree, mint and lavender essential oils among the essential oils studied had stronger antimicrobial effect than other essential oils. As a result, we think that these essential oils, which we have investigated, may contribute to the study of new antimicrobial substances, and antimicrobial drug due to their high antimicrobial effect.

14.Investigation of Chemical and Microbiological Properties of Leblebi (Roasted Chickpeas) Sold Unpackaged in Corum Province
Gamze Nur MÜJDECİ, Filiz KAYALAR, Gülsün MEHDER, Fatma KILIÇ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.44342  Pages 535 - 544
GİRİŞ ve AMAÇ: Leblebi, hammaddesi nohut olan geleneksel bir atıştırmalıktır. Türkiye'de yaygın olarak tüketilen ve ambalajsız çuval veya konteynırlarda satılan leblebi, sarı, beyaz, çikolata, baharatlı ve ballı-susamlı olarak çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmanın amacı, Türkiye'nin Çorum ilinde geleneksel yöntemlerle (ambalajsız, dökme satış) satılan leblebi çeşitlerinin (sarı, çikolata ve baharatlı) kimyasal ve mikrobiyolojik özelliklerini incelemek ve açık satışın leblebinin bu özellikleri üzerindeki etkilerini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, baharatlı (n = 14), sarı (n = 16) ve çikolata (n = 15) olmak üzere toplam 43 adet ambalajsız leblebi numunesi Çorum'daki bayilerden satın alınmıştır. Bir adet sarı ve çikolatalı leblebi numunesi ise leblebi üretimi yapan bir fabrikadan temin edilmiştir. Örneklerin nem, kül, NaCl, indirgen ve toplam şeker derişimleri sırasıyla; AOAC, Mohr, DNS ve fenol sülfürik asit yöntemlerine göre belirlenmiştir. Çalışmada, kimyasal analiz sonuçlarının standart sapmalarını belirlemek için SPSS programı kullanılmıştır. Örneklerin toplam maya-küf (YM), mezofilik aerobik bakteri (TMAB), toplam Enterobacteriaceae (TE) ve Staphylococcus aureus (SA) sayıları da standart yöntemler kullanılarak belirlenmiştir.
BULGULAR: Leblebi numunelerinin nem, kül, glukoz ve toplam şeker miktarlarının beklenen değer aralıklarında ve literatürdeki sonuçlarla uyumlu olduğu belirlenmiştir. Fabrikadan alınan sarı ve çikolatalı leblebi örnekleriyle karşılaştırıldığında, ambalajsız satılan leblebi örneklerindeki TMAB, YM, SA ve TE sayılarında önemli bir artış olmadığı ve yasal limitlerin altında olduğu tespit edilmiştir. Ancak, bazı baharatlı örneklerin TMAB, YM, SA ve TE sayılarının, doğrudan fabrikadan alınan örneğe kıyasla neredeyse 0.5-5.0 log (kob/g) daha yüksek olduğu belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, bu çalışmada beklenenin aksine ambalajsız olarak satılan leblebi numunelerinin mikrobiyolojik ve kimyasal özelliklerinin açık satış nedeniyle bozulmadığı ve yasal sınırlar içinde olduğu belirlenmiştir. Ancak, bazı baharatlı leblebi örneklerinin mikrobiyolojik ve kimyasal test sonuçları yasal sınırların üzerinde olduğu tespit edilmiştir. Bunun nedeninin; satıcıda gerçekleşen baharatlama sürecine bağlı olarak çapraz bulaşmanın gerçekleşmesi olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Leblebi (roasted chickpea) is a traditional snack whose raw material is chickpeas. Commonly consumed in Turkey, and sold in sacks or containers without packages, it manifests diversely as yellow, white, chocolate, spicy and honey sesame. This study aimed to examine the chemical and microbiological properties of the leblebi varieties (yellow, chocolate and spicy) sold through traditional methods (unpackaged, bulk sale) in Turkey’s Çorum city and examine the effects of open sales on these properties.
METHODS: A total of 43 unpackaged leblebi samples, including spicy (n = 14), yellow (n = 16) and chocolate (n = 15) varieties were purchased from vendors in Çorum. One sample of yellow and chocolate leblebi was supplied from the factory. Moisture, ash, NaCl, reducing and total sugar concentrations of the samples were determined according to AOAC, Mohr, DNS and phenol sulfuric acid methods, respectively. To determine the standard deviations of the chemical analysis results, SPSS software was used. The total yeast-mold (YM), mesophilic aerobic bacteria (TMAB), total Enterobacteriaceae (TE) and Staphylococcus aureus (SA) counts of samples were also determined using standards methods.
RESULTS: The moisture, ash, glucose, and total sugar quantities of leblebi samples were found to be compatible with the expected value ranges and the results in the literature. Compared to the samples of yellow and chocolate leblebi taken from the factory, there was no significant increase in the number of total mesophilic aerobic bacteria (TMAB), yeast and mold (YM), Staphylococcus aureus (SA), and the total Enterobacteriaceae (TE) samples sold without packs and these were found to be below legal limits. However, the number of TMAB, YM, SA, and TE of some spicy samples was almost 0.5-5.0 log (CFU/g) higher compared to the sample taken directly from the factory.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, contrary to what was expected in this study, the microbiological and chemical properties of the unpackaged leblebi samples were not deteriorated due to open sales and that they were within legal limits. However, the microbiological and chemical test results of some spiced leblebi samples were found to be above legal limits. We think this is due to cross contamination due to the seasoning process that takes place in the shop where it is sold.

15.Epidemiology of Geriatric Infections and Factors Affecting Mortality
Sabahat ÇEKEN, Duygu MERT, Göknur YAPAR TOROS, Yüksel KOLUKISA, Habip GEDİK, Gülşen İSKENDER, Mustafa ERTEK
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.57704  Pages 545 - 554
GİRİŞ ve AMAÇ: Geriatrik hastalarda, enfeksiyon hastaneye yatmayı gerektiren en önemli nedenlerden biridir. Bu çalışmada 65 yaş ve üstü hastalarda hastanede yatarak tedavi gerektiren enfeksiyon hastalıklarının epidemiyolojisi, klinik ve laboratuar bulguları ve mortaliteye etkili faktörlerin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Beş yüz yataklı eğitim ve araştırma hastanesinin Enfeksiyon Hastalıkları kliniğinde, Ocak 2016-Aralık 2018 tarihleri arasında takip edilen, 65 yaş ve üstündeki hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş, cins, komorbidite, kullandığı ilaç sayısı, enfeksiyonun kaynağı gibi demografik veriler kaydedildi. Ölen ve sağ kalan hastaların klinik ve laboratuar verileri, üreme olmuşsa kültür sonuçları kaydedildi. Mortaliteye etkili faktörler değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmamıza 205 hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 75.06±7.33 idi ve hastaların 117’si (57%) kadındı. Enfeksiyonların 56’sı (27.3%) sağlık bakımı ile ilişkili idi. Hastaların %95.1’inin en az bir komorbiditesi vardı. En sık görülen komorbiditeler hipertansiyon malignite, diabetes mellitus ve koroner arter hastalığı idi. Hastalardan %86,5’i en az bir ilaç kullanmakta idi. Hastaların sürekli kullandığı ilaç sayısı ortalama 3.8±2.86 adet idi. Hastaların en sık yatış tanıları pnömoni (%37), üriner sistem enfeksiyonu (%30,7)ve yumuşak doku enfeksiyonu (%19,5) idi. Hastaların %49,7’si son üç ayda antibiyotik kullanmıştı ve %35,6’sı en az bir defa hastanede yatarak tedavi görmüştü Kronik böbrek yetmezliği olması, sağlık bakımı ile ilişkili enfeksiyon, başlanan antibiyotik tedavisinde değişiklik yapılması ve yoğun bakım ihtiyacı olması mortalite açısından risk faktörü olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaşlı hastalarda yaşlanmanın fizyolojik etkileri ve eşlik eden hastalıklar enfeksiyona zemin hazırlamakta buna bağlı olarak da sık antibiyotik kullanımı ve hastanede yatış görülmektedir. Bu hastalarda ampirik antibiyotik tedavisinde dirençli enfeksiyon etkenleri göz önünde bulundurulmalı, fakat çoklu ilaç kullanımı nedeniyle ilaç-ilaç etkileşimi olabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır.
INTRODUCTION: Infection is one of the common reasons requiring hospitalization in geriatric patients. In this study, it was aimed to investigate the epidemiology, clinical and laboratory findings, and factors affecting mortality in inpatient geriatric infections.
METHODS: Patients aged ≥65, who were followed up in the Infectious Diseases Ward of the 500-bed training and research hospital, between January 2016 and December 2018, were included in the study. Demographic data such as age, sex, comorbidity, number of drugs used, source of infection of the patients were recorded. Clinical and laboratory data of the survivors and nonsurvivors, and results of the cultures were recorded. Factors affecting mortality were also evaluated.
RESULTS: Two hundred and five patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.06 ± 7.33 and 117 (57%) of them were female. Fifty six56 (27.3%) of the infections were healthcare releated. Ninety-five percent of the patients had at least one comorbidity. The most common comorbidities were hypertension, malignancy, diabetes mellitus, and coronary artery disease. Eigthy-six point five percent of the patients were using at least one drug. The mean number of drugs used by the patients was 3.8 ± 2.86. The most common diagnoses of the patients were pneumonia (37%), urinary system infection (30.7%), and soft tissue infection (19.5%). Forty-nine point seven percent of the patients had used antibiotics and 35.6% had been hospitalized at least once during the last three months Chronic kidney failure, healthcare-associated infection, a need to change in the initial antibiotic treatment and the need for intensive care were found to be risk factors for mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Physiological effects of aging and comorbidities predispose to infection in elderly patients,. resulting with frequent antibiotic use and hospitalization. Infections with resistant microorganisms and drug-drug interactions due to multiple drug use should be taken into consideration in empirical antibiotic treatment of these patients.


REVIEW
16.The potential roles of dietary phytochemicals in the prevention and treatment of obesity
Büşra TURAN DEMİRCİ, Zehra BÜYÜKTUNCER
doi: 10.5505/TurkHijyen.2021.39260  Pages 555 - 566
Obezite aşırı ve anormal yağ birikimi ile karakterize olan ve sağlığı olumsuz etkileyen kronik metabolik bir bozukluk olarak tanımlanmaktadır. Son yıllarda tüm dünyada artış gösteren obezite, tip 2 diyabet, kalp hastalıkları, hipertansiyon ve çeşitli kanser türleri gibi metabolik ve kronik hastalıklarla ilişkilendirildiğinden sağlık hizmetleri için büyük bir yük oluşturmaktadır. Diyet ve fiziksel aktivite başta olmak üzere yaşam tarzı ve davranış değişikliği müdahaleleri, obezitenin önlenmesi ve tedavisi için hala önemli köşe taşlarıdır. Bunların yanında, bitkisel ürünlerin obezite tedavisini destekleyici potansiyelleri de son yıllarda büyük ilgi görmektedir. Fitokimyasallar, doğal olarak meyveler, sebzeler, tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde bulunan ve genellikle bitkilerin renk, tat ve koku gibi organoleptik özelliklerinden sorumlu olan biyoaktif bileşenlerdir. Diyetle alınan bu biyoaktif besin bileşenlerinin, antioksidan, hipolipidemik, hipotansif, antiaterojenik antidiyabetik, hepatoprotektif, nöroprotektif, antikanser ve anti-inflamatuar özellikler göstererek sağlığı geliştirici etkilere sahip oldukları bilinmektedir. Obezite ve ilişkili komplikasyonların önlenmesi ve tedavisinde potansiyel faydaları en çok dikkat çeken ve sıklıkla çalışılan diyet fitokimyasalları arasında polifenoller, terpenoidler, organosülfürler ve fitosteroller yer almaktadır. Son dönemde yapılan çalışmalar antioksidan ve anti-inflamatuar aktivite gösteren biyoaktif bileşenlerin termogenez ve total enerji harcamasını arttırarak, oksidatif stres ve inflamasyonu azaltarak ağırlık kaybını destekleyebildiğini göstermektedir. Buna ek olarak, fitokimyasalların, adipogenez üzerindeki rolleri dahil olmak üzere obezite ile ilgili fizyolojik ve moleküler yolakları düzenleyebildiği de bildirilmektedir. Bu derlemede in vitro, in vivo ve epidemiyolojik çalışmalardan elde edilen kanıtlar çerçevesinde, diyet fitokimyasallarının adipoz doku gelişimi ve preadipozit farklılaşmasını baskılayabilme, mevcut adipozitlerin apoptozunu indükleyebilme, lipolizi uyarabilme ve böylece yağ dokusunu azaltabilme; iştahı baskılayarak ve enerji alımını azaltarak ağırlık yönetimini destekleyebilme potansiyelleri tartışılmıştır.
Obesity is defined as a chronic metabolic disorder in which excessive and abnormal fat accumulation that negatively affects health. Obesity is one of major burdens to health services due to its increasing worldwide prevalence in the recent years and associations with metabolic and chronic diseases such as type 2 diabetes, heart diseases, hypertension and various types of cancer. Lifestyle and behavior modification interventions, especially the modification of diet and physical activity level, are still important cornerstones for the prevention and treatment of obesity. In addition to lifestyle modifications, the potential of plant based products in obesity management has gained great attention in recent years. Phytochemicals are bioactive components naturally found in fruits, vegetables, cereals, and other plant based products, and generally responsible for the organoleptic properties of plants, such as color, taste and smell. It is known that dietary bioactive components have antioxidant, hypolipidemic, hypotensive, antiatherogenic, antidiabetic, hepatoprotective, neuroprotective, anticancer and anti-inflammatory properties that promote health. Dietary phytochemicals with potential benefits in the prevention and treatment of obesity and related complications include polyphenols, terpenoids, organosulfurs, and phytosterols. Recent studies show that bioactive components with antioxidant and anti-inflammatory activity can support weight loss by increasing thermogenesis and total energy expenditure and reducing oxidative stress and inflammation. In addition, it is reported that phytochemicals can regulate physiological and molecular pathways involved in obesity, including their role in adipogenesis. In this review, the potential roles of dietary phytochemicals in the suppression of adipose tissue development and preadipocyte differentiation, induction of apoptosis of present adipocytes and stimulation of lipolysis, thereby, reduction of body fat mass; and also in suppression of appetite and reduction of dietary energy intake, and hence management of body weight were discussed within the framework of the evidence obtained from in vitro, in vivo and epidemiological studies.

LookUs & Online Makale