TÜM DERGİ | |
1. | THDBD 2014-2 Cilt 71 Tüm Dergi TBHEB 2014-2 Vol 71 Full Printed Journal Murat DUMANdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.26234 Sayfalar 60 - 106 Makale Özeti |Tam Metin PDF |
ARAŞTIRMA | |
2. | Afyon Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi çalışanlarında HBV, HCV ve HIV seroprevelansı Seroprevalence of HBV, HCV and HIV among health care workers in the Afyon Pediatrics, Obstetrics and Gynecology Hospital Zerrin Aşcıdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.36025 Sayfalar 61 - 66 AMAÇ: Sağlık çalışanları, kan ve vücut sıvılarıyla karşılaşarak enfekte olma riski altındadırlar. Bu çalışmada, Afyon Zübeyde Hanım Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesinde çalışmakta olan 274 sağlık personelinde hepatit B virüsü (HBV), hepatit C virüsü (HCV) ve insan immün yetmezlik virüsü (HIV) seroprevalansının belirlenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEMLER: Çalışmada 2012-2013 yıllarında hastane personelinin sağlık taraması amacıyla oluşturulan bilgi formları retrospektif olarak incelenmiştir. Bilgi formlarındaki hepatit B yüzey antijeni (HBsAg), hepatit B yüzey antikoru (anti-HBs), HCV antikoru (anti-HCV) ve HIV antikoru (anti-HIV) sonuçları değerlendirmeye alınmıştır. BULGULAR: HBV’ye ait serolojik göstergeler değerlendirildiğinde 44 (%16) personelde anti-HBs negatif saptanmıştır. Çalışanların 231’i (%84,30) hepatit B’ye karşı bağışık, 3 (%1,1)’sinin de taşıyıcı olduğu saptanmıştır. HBV seronegatif olan sağlık çalışanları hepatit B aşı programına alınmıştır. Hastane çalışanlarında anti-HCV ve anti-HIV pozitifliği saptanmamıştır. SONUÇ: HBV, HCV, HIV için risk altında bulunan sağlık çalışanlarının aralıklı olarak bu virüsler açısından taranması ve HBV’ye karşı bağışık olmayanların aşılama proğramlarının sürdürülmesi gerekmektedir. Standart enfeksiyon kontrol önlemleri ve aktif hepatit B immunizasyonu kan yoluyla bulaşan hastalıklardan korunmada gerekli ve etkilidir. OBJECTIVE: Healthcare workers are at risk of infection due to exposure to blood and other body fluids. The aim of this study was to determine seroprevalence of hepatitis B virus (HBV), hepatitis C virus (HCV) and human immunodeficiency virus (HIV) in 275 healthcare workers of Afyon Zubeyde Hanim Pediatrics, Obstetrics and Gynecology Hospital between the years 2012 to 2013. METHODS: In the study, personnel information forms of the Afyon Zubeyde Hanim Pediatrics, Obstetrics and Gynecology Hospital created for the purpose of health screening between the years 2012 to 2013 were evaluated retrospectively. Results for hepatitis B surface antigen (HBsAg), hepatitis B surface antibody (anti-HBs), HCV antibody (anti-HCV) and HIV antibody (anti-HIV) at the form were evaluated. RESULTS: Evaluation of the serological markers of hepatitis B virus showed that 44 (16%) of healthcare workers were anti-HBs negative, 231 (84%) of them were immune, and 3 (1,1%) of them were carrier. All of the seronegative healthcare workers for HBV were included to a hepatitis B immunization program. All hospital workers were found negative for anti-HIV and anti-HCV. CONCLUSION: Healthcare workers who are at high risk of infection for HBV, HCV, HIV should be screened to determine whether they are infected with these viruses. Standard infection control measures and active immunization against HBV are necessary and effective for the prevention of blood-borne diseases. |
3. | Kan kültürlerinden izole edilen mikroorganizmalar ve antimikrobiyal duyarlılıkları Microorganisms isolated from blood cultures and their antimicrobial susceptibilities Feyza Çetin, İpek Mumcuoğlu, Altan Aksoy, Yakup Gürkan, Neriman Aksudoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.23230 Sayfalar 67 - 74 AMAÇ: Sepsise bağlı mortalite ve morbiditenin yüksek olması nedeniyle, etken mikroorganizmaların hızlı ve doğru tanısı hastanın tedavisi açısından çok önemlidir. Tanı için uygulanması gereken ilk ve en değerli test kan kültürüdür. Kan kültürlerinden etken mikroorganizmanın erken saptanması ve tiplendirilmesi, antibiyotik duyarlılıklarının belirlenmesi, hastaya uygun tedavi verilmesi açısından önemlidir. Bu çalışmada kan kültürlerinden izole edilen mikroorganizmalar ve antimikrobiyal duyarlılıkları retrospektif olarak araştırılmış ve hastanemiz antibiyotik kullanım politikalarına katkıda bulunulması amaçlanmıştır. YÖNTEMLER: Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tıbbi Mikrobiyoloji laboratuvarına 01.07.2012 – 01.07.2013 tarihleri arasında gönderilen kan kültürleri BACT/ALERT 3D (bioMerieux, Fransa) otomatize sisteminde takip edilmiştir. Pozitif örnekler gram boyama yöntemi ile incelendikten sonra kanlı agar, çikolata agar ve eozin metilen blue (EMB) agar besiyerlerine ekimleri yapılmıştır. Tüm plaklar 35±2°C’de 16-20 saat enkübe edilmiş ve VITEK 2 (bioMerieux, Fransa) otomatize sisteminde bakteri tanımlanması ve antibiyotik duyarlılık testleri çalışılmıştır. BULGULAR: Kan kültürlerinden izole edilen toplam 2279 mikroorganizmanın 1533’ü (%67,3) gram-pozitif bakteri, 670’i (%29,4) gram-negatif bakteri, 76’sı (%3,3) mayalardan oluşmaktaydı. En etkili antibiyotikler stafilokoklar için vankomisin (%100), tigesiklin (%100) ve linezolid (%96); E. faecium ve E. faecalis için sırasıyla tigesiklin (%100, %100), linezolid (%96,6, %90,9) ve vankomisin (%75,9, %96,1), Enterobacteriacea için meropenem (%91,7), tigesiklin (%91,3) ve amikasin (%84,6); Acinetobacter spp. için kolistin (%98,9), tigesiklin (%81,5) ve netilmisin (%67,4), Pseudomonas spp. için kolistin (%95,1), amikasin (%54,1) ve gentamisin (%50,6) olarak saptandı. Kültürlerden izole edilen kandida suşlarında vorikonazol, flusitozin ve kaspofungine karşı herhangi bir direnç gözlenmezken bazı non-albicans kandidalarda düşük oranda amfoterisin B ve flukonazol direnci izlenmiştir. SONUÇ: Kan kültürleri enfeksiyon hastalıklarının teşhisinde kullanılan en önemli testlerden biridir. Kan kültürlerinden izole edilen mikroorganizmaların dağılımının her merkezde düzenli aralıklarla izlenmesi ve antimikrobiyal duyarlılığının belirlenmesi ampirik tedaviye başlama sırasında klinisyene yol gösterecektir. OBJECTIVE: Because of high sepsis-related mortality and morbidity, fast and correct diagnosis of causative agents is very important for the treatment of patients. The first and most valuable test must be applied is a blood culture. Early detection, identification and determination of antimicrobial susceptibility of pathogen microorganism are important for the decision of appropriate treatment. In this study, the microorganisms which were isolated from blood cultures and their antibiotic susceptibility were investigated retrospectively and it was aimed to contribute to antimicrobial usage policies in our hospital. METHODS: Blood cultures which were sent to Ankara Numune Training and Research Hospital Microbiology Department during the period 01.07.2012 through to 01.07.2013 were monitorized with BacT / Alert 3D (bioMerieux, France) automated system. Positive cultures were inoculated onto blood agar, chocolate agar and eosin methylene blue agar after examined by Gram stain preparation. All plates were incubated on at 35±2°C for 16-20 hours and bacterial identification and antibiotic susceptibility tests were performed by with the VITEK 2 (bioMerieux, France) system. RESULTS: Total of 2279 microorganisms were isolated from blood cultures consisting of 1533 (67.3%) of grampositive bacteria, 670 (29.4%) of gram-negative bacteria and 76 (3.3%) yeast. The most effective antibiotics were vancomycin (100%), tigecycline (100%) and linezolid (96%) for Staphylococcus spp.; tigecycline (100%, 100%) linezolid (96.6%, 90.9%) and vancomycin (75.9%, 96.1%) for E. faecium and E. faecalis respectively; meropenem (91.7%), tigecycline (91.3%) and amikacin (84.6%) for Enterobacteriaceae; colistin (98.9%), tigecycline (81.5%) and netilmicin (67.4%) for Acinetobacter spp.; colistin (95.1%), amikacin (54.1%) and gentamicin (50.6%) for Pseudomonas spp. There was no resistance found against voriconazole, flucytosine and caspofungin in for Candida spp. while there was only few level low percentage resistance found against amphotericin B and fluconazole in some non-albicans candida. CONCLUSION: Blood cultures are one of the most important tests in diagnosis of infectious diseases. Monitoring the distribution of isolated microorganisms from blood cultures and determination of their antimicrobial susceptibility at regular intervals in each center would be a guide to the clinician in the decision of empirical treatment. |
4. | Erzurum merkezinde bazı okullardaki lavabo-tuvalet muslukları ve sularının mikrobiyolojik yönden incelenmesi Microbiological examination of waters from faucets of washbasin-toilets in some schools at the city centre of Erzurum Ahmet Yılmaz, Hakan Uslu, Ahmet Ayyıldızdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.76993 Sayfalar 75 - 80 AMAÇ: Erzurum merkezindeki bazı okullardaki lavabolardan akan suların mikrobiyolojik yönden incelenmesi yanında, bu okulların lavabo ve tuvaletlerindeki musluk başlarından alınan sürüntü örneklerindeki bakteri bulaşının ne oranda olduğunun belirlenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEMLER: Erzurum il merkezindeki sosyoekonomik düzeyi farklı bölgelerden seçilen 11 ilköğretim ve dört ortaöğretim okulundaki tuvalet (75 adet) ve lavabo (75 adet) musluk başlarından alınan sürüntü örnekleri Lauryl Sulphate sıvı besiyeri içinde laboratuvara getirildi ve %5 koyun kanlı agar, EMB agar ve McConkey agar besiyerlerine ekilerek kültürleri yapıldı. Su örnekleri ise 200 mL’lik steril koyu renkli cam şişeler içerisinde laboratuvara getirildi ve TSE ISO 9308-2 standardına göre değerlendirildi. BULGULAR: Mikrobiyolojik inceleme sonucunda; toplam 150 sürüntü örneğinin 136’sında (%90,7) bakteri belirlendi. İzole edilen bakteriler ise 54 örnekte Esherichia coli olup (%36), bu bakteri lavabo musluklarının 24’ünde (%32), tuvalet musluklarının da 30’unda (%40) bulundu. Diğer bir bakteri ise Staphylococcus aureus olup, bu bakteri sürüntü örneklerinin 52’sinde (%34,6) izole edildi. Bu bakterinin izolasyon yüzdesi tuvalet musluklarında %32 (24 örnek), lavabo musluklarında ise %37,3 (28 örnek) olarak görüldü. Okul türlerine göre yapılan değerlendirmede ise E. coli’nin ilköğretim okullarındaki musluklardan izole edilme oranı %37,3 (41 örnek), ortaöğretim okullarındakilerde %32,5 (13 örnek) olarak tespit edildi. S. aureus izole edilme oranları ise söz konusu okullarda sırasıyla %29,1 (32 örnek) ve %50 (20 örnek) olarak belirlendi. Çalışmada, incelenen su örneklerinin hiçbirinde toplam koliform bakteri ve fekal koliform bakteri bulunmadı. SONUÇ: Erzurum merkezindeki incelenen okullardaki musluklardan akan suyun mikrobiyolojik yönden uygun iken lavabo ve tuvalet musluklarının uygun bulunmadığı görülmüştür. Bunun da toplum sağlığı ve kişisel temizlik alışkanlığı açısından önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. OBJECTIVE: It was aimed to determine the proportion of bacteria transmitted in swap samples taken from these schools’ top faucets of washbasins and toilets as well as microbiological examination of flowing water from the washbasin in some schools at the city centre of Erzurum. METHODS: Swab samples were taken from top faucets of washbasin (75) and toilets (75) in eleven primary and four secondary schools selected from the region with different socioeconomic levels in the city centre of Erzurum were transported to the laboratory in Lauryl- Sulphate broth medium and cultivated by inoculating on %5 sheep blood agar, EMB agar ve McConkey agar. Water samples were also brought to the laboratory in sterile 200 mL dark coloured glass bottles and evaluated according to TSE ISO 9308-2 method. RESULTS: At the end of the microbiological examination; 136 (90.7%) of from a total of 150 swab samples. In 54 examples of isolated bacteria were also Escherichia coli (36%), 24 of these bacteria were from the sink faucet (32%), 30 from the toilet faucet (40%). Staphylococcus aureus was isolated in 52 (34.6%) of swab samples. The isolation percentage of this bacterium was determined 32% (24 samples) in the toilet faucet, 37.3% (28 samples) in the sink faucet. The rates of E. coli isolated from the faucets were determined as 37.3% (41 samples) in the primary schools and 32.5% (13 samples) in the secondary schools, in the evaluation which was performed according to the school types. S. aureus isolation rates were also detected in the subject schools’ samples 29.1% (32 samples) and 50% (20 samples), respectively. In none of the water samples examined in this study, the total coliform bacteria and fecal coliform bacteria were found. CONCLUSION: The flowing water from the faucets in schools in the center of Erzurum was microbiologically clean, however it was dirty due to the detection of bacteria on faucets washbasin and toilets, and which was also came out to be important in the terms of both public health and individual hygiene habit. |
5. | Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesinde derin trekeal aspirat örneklerinden izole edilen Pseudomonas aeruginosa ve Acinetobacter baumannii suşlarının antimikrobiyal duyarlılık paternlerinin değerlendirilmesi Evaluation of antimicrobial susceptibility patterns of Pseudomonas aeruginosa and Acinetobacter baumannii strains that were isolated from deep tracheal aspirate specimens in Çorum Hitit University Training and Research Hospital Leyla ÖZÜNEL, Zehra İlkay BOYACIOĞLU, Ayşe Semra GÜRESER, Ayşegül TAYLAN ÖZKANdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.76093 Sayfalar 81 - 88 AMAÇ: Bu çalışmada 01.07.2012-31.07.2013 tarihleri arasında Hitit Üniversitesi Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi Anestezi Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatan ventilatör ilişkili pnömoni hastalarından alınan derin trakeal aspirat (DTA) örneklerinde üreyen Acinetobacter baumannii ve Pseudomonas aeruginosa suşları ve bu bakterilerin antimikrobiyal direnç paternleri retrospektif olarak incelenmiştir. YÖNTEMLER: Klinik örnekler %5 koyun kanlı agar, Eosin Methylene Blue (EMB) ve çikolata agar besiyerlerine ekilmiştir. Gram-negatif olup, glukozu fermente etmeyen suşlar VITEK 2 (Biomerieux; France) cihazında tanımlanmıştır. İzole edilen suşların 10 ayrı antimikrobiyal ilaca karşı direnç durumları araştırılmış ve sonuçlar Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI) standartlarına göre yorumlanmıştır. BULGULAR: Alınan 238 DTA örneğinin 77 (%32,4)’sinde A. baumannii ve/veya P. aeruginosa üremiş; bunların 53 (%22,3)’ünde A. baumannii, 20 (%8,4)’sinde P. aeruginosa, dört (%1,7)’ünde her iki bakteri birlikte üremiştir. A. baumannii suşlarının kolistin (%1,8) ve tigesiklin (%3,7) dışındaki antibiyotiklere yüksek direnç (%47,1-%92,4) gösterdiği görülmüştür. P. aeruginosa suşlarında ise karbapenem (%70), tigesiklin (%75) ve trimetoprim-sulfametoksazole (%85) yüksek olmak üzere, diğer antibiyotiklere de %45-60 arasında direnç gözlenmiş; yalnızca kolistine duyarlı (%95) bulunmuştur. SONUÇ: Non-fermentatif Gram-negatif bakteriler olan Acinetobacter spp. ve Pseudomonas spp.’nin, yeni geliştirilen antimikrobiyal ajanlara karşı hızla direnç geliştirdiği ve bu nedenle tedavi seçeneklerinin gittikçe azaldığı düşünülmektedir. OBJECTIVE: In this study, Acinetobacter baumannii and Pseudomonas aeruginosa strains were collected from deep tracheal aspirate (DTA) samples of the patients with ventilator-associated pneumonia, and the antimicrobial resistance patterns of those isolates were studied. The patients were hospitalized at the Hitit University, Çorum Training and Research Hospital, Anesthesia Intensive Care Unit and were examined during the period of 01.07.2012- 31.07.2013. METHODS: Clinical samples were cultured in 5% sheep blood agar, Eosin Methylene Blue (EMB) and chocolate agar media. The strains that were gram-negative and non-fermentative for glucose, were defined with the VITEK 2 system (Biomerieux; France). The isolated strains were tested against 10 different antimicrobial drugs in terms of resistance and the results were interpreted according to Clinical Laboratory and Standards Institute (CLSI) standards. RESULTS: Out of 238 DTA samples, 77 (32.4%) A. baumannii and/or P. aeruginosa strains were isolated; A. baumannii strains were isolated from 53 (22,3%), P. aeruginosa was isolated from an additional 20 samples (8.4%), while 4 (1.7%) samples of both bacteria were found. A. baumannii strains were found to be highly resistant (47.1% - 92.4%) against all antibiotics with the exception of colistin (1.8%) and tigecycline (3.7%). Resistance to P. aeruginosa strains was observed for carbapenem (70%), tigecycline (75%) and trimethoprimsulfamethoxazole (85%), while the resistance level to other antibiotics ranged between 45-60%. Colistin was the only antibiotic to which these bacteria were susceptible (95%). CONCLUSION: Acinetobacter spp. and Pseudomonas spp., which are non-fermentative Gram-negative bacteria can rapidly develop resistance to newly introduced antimicrobial agents, further diminishing the treatment options. |
OLGU SUNUMU | |
6. | Glucantime ile tedavi edilen yurtdışı kaynaklı bir kutanöz leishmaniasis olgusu An imported cutaneous leishmaniasis case treated with glucantime Bayram Pektaş, Ayşegül Aksoy Gökmen, Kıymet Handan Kelekçi, Berrin Uzun, Serdar Güngör, İbrahim Çavuş, Şemsettin Karacadoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.26680 Sayfalar 89 - 92 Kutanöz Leishmaniasis (KL) deride uzun süren nodüloülseratif yaralarla seyredip atrofik skatrisle iyileşen, Leishmania türü protozoon parazitlerin oluşturduğu, 98 ülkede endemik olan hastalık tablosudur. Hastalık ülkemizde başta Şanlıurfa olmak üzere özellikle Güneydoğu illerimizde sıkça rastlanmaktadır. Leishmaniasisin endemik olduğu komşu ülkelerden son yıllarda ortaya çıkan savaş nedeniyle insanların göç etmesi hastalığın giderek artmasına sebep olmaktadır. Bu çalışmada 2013 yılı Haziran ayında İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi’ne başvuran, Suriye’den İzmir’e göç eden, sağ koltuk altı bölgesinde KL’ye bağlı ülsere lezyonu olan, lezyondan yapılan aspirasyon materyali yayması ve NNN kültürü ile tanı konulup, real time PCR ile L. tropica alt türü olduğunu tespit ettiğimiz 14 yaşında bir kız çocuk olan KL olgusu tartışılmıştır. Bizim bu yazımızdaki amacımız, KL’in endemik olduğu bölgelerden gelen hastalar için, hastalığın endemik olmadığı bölgelerde çalışan hekimlerde bir farkındalık oluşturmaktır. Cutaneous Leishmaniasis (CL) is an endemic disease in 98 countries that causes long-term noduloulcerative scars on the skin by Leishmania spp. one of the protozoa parasites. The disease is very common especially in Şanlıurfa and Southeast provinces in our country. In recent years, the migration from neighbor countries because of the wars has led to an increase in cases. In this study, a CL case of 14-years old female patient with CL-associated ulcerative lesion on her right axillary cavity region, migrated from Syria and applied to İzmir Katip Celebi University Atatürk Training and Research Hospital is discussed. It was determined that the causative agent was Leishmania tropica subspecies by real-time PCR after diagnosis by aspiration material smear from lesion and NNN cultural method. It is aimed to create awareness among physicians working in non-endemic regions for the patients from CL endemic areas. |
7. | Kronik nazal enfeksiyonlarda unutulan bir patojen olarak Klebsiella ozaenae Klebsiella ozaenae as a forgotten pathogen in chronic nasal infections Melek Uyar, Süleyman Yılmaz, M. Haluk Özkuldoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.04696 Sayfalar 93 - 98 Ozena, Klebsiella ozaenae’nın neden olduğu mukoza ve kemik atrofisi ile karakterize burun boşluğunun kronik bir hastalığıdır. Bu hastalık, düşük sosyoekonomik gruplarda özellikle hijyenik olmayan koşullarda yaşayan genellikle yoksulları etkileyen ılıman bölgelere özgüdür. Gelişmiş ülkelerde nadir hale gelmiştir. Bu hastalığı tanımamaya bağlı genellikte tanıda gecikme olur. Bu çalışmada, ozena tanısı alan ve 15 yıl önce İstanbul’a göç etmiş bir kadın hasta sunulmuştur. 15 yıl önce Karadeniz bölgesinden göç eden 33 yaşındaki sağlıklı bir kadın, 3 yıldır pürülan burun akıntısı ve burun tıkanıklığı şikayetleri ile kliniğimize başvurdu. Tanı; öykü, klinik belirti ve ozena klinik şüphesi ile yapıldı. Ardından bu şüphe bilgisayarlı tomografi (BT) ve özel kültürle doğrudan bakteri izolasyonu ile teyit edildi. Bakteri, nazal endoskopi ile orta meatustaki nazal akıntı ve krutlardan alınan sürüntü örneklerinden izole edildi. Hasta ceftriaxone ile başarılı bir şekilde tedavi edildi. Ozena, kronik rinit durumunda gelişmiş ülkelerde bile akılda tutulmalıdır. Hatta endemik olmayan özellikle çok göç alan bölgelerde, bu klinik durumun akılda tutulması ve klinik şüphe ile özel tanı araçları kullanılarak tanı konulması mümkündür. Günümüzde etkili tedavileri vardır. Literatür incelendiğinde, bu konudaki yayınların çoğunluğunun eski olduğu gözlenmiştir. Bu hastalık unutulmaya yüz tutmuş gibi görünse de uzun süren antibiyotik tedavisine rağmen geçmeyen kötü kokulu burun akıntısı ve burun tıkanıklığı şikayeti olan hastalarda ayırıcı tanıda düşünülmesi tanıda elzemdir. Ozaenae is a chronic disease of the nasal cavity characterized by mucosal atrophy and bone resorbtion caused by Klebsiella ozaenae. It is endemic to temperate regions affecting the poor communities who live in unhygienic conditions. The incidence of the disease in developed countries has become uncommon due to the improvements in hygiene and sanitation. There is usually a delay in diagnosis due to unfamiliarity of the disease. We report herein one case of ozaenae in patient living in Istanbul for fifteen years. A 33-year-old healthy woman who migrated from the Black Sea region 15 years ago presented with nasal obstruction with purulent nasal discharge for 3 years. Diagnosis was made by history, clinical signs and clinical suspicion of ozaenae. Subsequently this suspicion was confirmed with computerized tomography (CT) and direct evidence of bacteria (specific cultures). Bacteria were isolated from swab samples taken from nasal discharge and crusts in the middle meatus by nasal endoscopy. She was treated successfully with ceftriaxone. In case of chronic rhinitis, ozaenae should be kept in mind, even in developed countries. There are specific diagnostic tools and effective treatments available. It is important to consider this rare condition in cases of nasal obstruction even in non-endemic areas especially in migration areas. When literature is examined, this disease has tended to be forgotten as the majority of publications on this subject are old. If the patient is exhibiting smelly rhinorrhea and nasal obstruction despite antibiotic therapy for a long time, ozaenae should be considered as a possible diagnosis. Clinical suspicion is essential for diagnosis. |
DERLEME | |
8. | Tularemi: Güncel Değerlendirmeler Updated Assessment On Tularemia Müsenna Arslanyılmaz, Dilek Aslan, Levent Akın, Dilber Aktaşdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.50490 Sayfalar 99 - 106 Tularemi, Gram negatif kokobasil olan Francisella tularensisin etken olduğu ağırlıklı olarak Kuzey yarım kürede görülen zoonotik bir enfeksiyon hastalığıdır. F. tularensis soğuk ve nemli ortamlara haftalarca canlı kalacak şekilde dayanıklı bir bakteridir. Fakat güneş ışığı ve yüksek ısıya dayanıksızdır ve klorlanmış sularda yaşayamaz. Hastalığın doğrudan ve dolaylı bulaştığı bilinir, ancak, etken genellikle oral yolla alındığında salgınlara neden olabilmektedir. Türkiye’de çoğunlukla su ile bulaştığı bilinen tularemi açısından özellikle laboratuvarda çalışanlar, çiftçiler, veterinerler, avcılar daha fazla risk altındadır. F. tularensis besiyerinde 35 ºC’de 2-5 günde ürer. Tanı için serolojik testler sıklıkla kullanılan yöntemlerdir. Erken dönemde PCR, immünfloresan boyama ve direkt antijen arama gibi yöntemler de kullanılabilir. Klinik bulgular, hastanın immün direnci, sistemik tutulma derecesi, bakterinin virulansı gibi nedenlerden dolayı değişiklik gösterir. Tulareminin en sık görülen klinik formu bölgesel lenfadenitin de eşlik ettiği kütanöz lezyona komşu ağrısız bir ülser şeklinde görülen ülseroglanduler formdur. Diğer klinik formları da glandüler, okuloglandular, orofaringeal, respiratuvar ve tifoidal olarak bilinir. Dünyada ise endemik bölgeler arasında Kanada, Meksika, eski Sovyetler Birliği ülkeleri, Tunus, Türkiye, İsrail, İran, Çin ve Japonya’nın da aralarında bulunduğu ülkeler sayılmaktadır. Ülkemizde hastalığa ilişkin ilk bildirim 1936 yılında olup yıllar içinde bildirimler sürmüştür. Bildirim sayısı üzerinden yapılan değerlendirmelere göre 2012 yılı için morbidite hızının milyonda 8 olduğu tahmin edilmektedir. 2005-2012 yılları bildirimlerine göre hastalığın en fazla bildirildiği ay Mart olmuştur. Hastalık, 2005 yılından bu yana Bulaşıcı Hastalıkların İhbarı ve Bildirim Sistemi’nde C Grubu Bildirimi Zorunlu Hastalıklar Listesinde yer almaktadır. Tularemi, biyoterörizm açısından “tehlikeli” olarak değerlendirilen bir etkendir. Halk sağlığı bakış açısıyla değerlendirildiğinde hastalığın korunma yöntemlerinin toplumda, risk gruplarında ve sağlık çalışanları arasında yaygınlaştırılması önerilir. Tularemia is a zoonotic infectious disease which is caused by a Gram negative coco basil named Francisella tularensis mostly found in the Northern hemisphere. F. tularensis is a resistant bacteria that can survive in cold and moist environment for weeks. However it is susceptible to sun light and high degrees of heat, and it can’t live in chlorinated water. It is known that illness can be transmitted by either direct or indirect ways, however, epidemics occur when the agent is orally taken. In Turkey, especially laboratory workers, farmers, veterinary surgeons, hunters are majorly at risk as tularemia is transmitted by contagious water sources. F. tularensis grows in 2-5 days at 35 ºC, in medium. For diagnosis, frequently used methods are serologic tests. In early phases, methods like PCR, immunfluorescent antibody testing and direct antigen detection can be used. Clinical findings can vary due to patient’s immunity status, severity of systemic spread, virulence of bacteria, etc. The most frequent form of tularemia is ulceroglandular form that is a painless ulcer, adjacent to a cutaneous lesion, accompanied by regional lymphadenitis. Other clinical forms are known as glandular, oculoglandular, oropharyngeal, respiratory and typhoidal tularemia. Endemic regions of tularemia are; Canada, Mexico, former Soviet Union countries, Tunisia, Turkey, Israel, Iran, China, and Japan worldwide. Tularemia cases have been reported since 1936. Based on reported cases, tularemia morbidity was determined as eight in one billion in 2012. The highest number of the reported cases occurred in March between 2005 and 2012. Tularemia is a Group C notifiable disease according to Notification System of Infectious Diseases since 2005. Tularemia is considered as ‘dangerous’ in terms of bio-terrorism. In public health perspective, prevention strategies are recommended to be disseminated among community, risk groups and health professionals. |