ARAŞTIRMA | |
1. | Akut bruselloz tanısında polimeraz Zincir Reaksiyonu yöntemininin kullanımı Diagnosis of acute brucellosis by polymerase chain reaction technique Sabahat Çeken, Sedat Kaygusuz, Dilek Kılıç, Canan Ağalardoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.60437 Sayfalar 91 - 98 GİRİŞ ve AMAÇ: Bruselloz, pek çok ülkede olduğu gibi ülkemiz için de önemli bir halk sağlığı sorunu olan zoonozdur. Özgül olmayan şikayetler ve bulgularla seyreden hastalığın tanısında altın standart olan kültürde bakteriyi üretmek oldukça zor ve zaman alıcıdır. Rutinde daha sık kullanılan serolojik yöntemlerin çapraz reaksiyonlardan dolayı özgüllüğü düşüktür. Polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) gibi moleküler yöntemler pek çok enfeksiyon hastalığı gibi brusellozun erken ve hızlı tanısında iyi bir alternatif yöntemdir. Bu çalışmada, bruselloz tanısında PZR yönteminin konvansiyonel yöntemlerle karşılaştırılması amaçlandı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma grubu bruselloz ön tanılı 35 hasta ve 20 sağlıklı gönüllüden oluşturuldu. Hasta ve kontrol grubundan serolojik çalışma için serum, PZR için tam kan alınırken, hastalardan ateşli oldukları dönemde kan kültürleri alındı. Tam kan örneklerinden elde edilen lökosit pelletlerinden DNA izolasyonu yapıldı ve brusella DNA’ sı in house PZR yöntemiyle tespit edildi. BULGULAR: Hastaların Standart tüp aglütinasyon (SAT) değeri 1 olguda 1/80 iken, diğerlerinde ≥1/160 idi. Bunların 16’sında kan kültürü pozitif bulundu. Kontrollerin SAT değerleri negatif idi. PZR yöntemiyle yapılan çalışmada hastaların %97’sinde pozitiflik saptanırken kontrollerin hepsi negatif bulundu. TARTIŞMA ve SONUÇ: Kullanılan PZR yönteminin erken ve hızlı tanıda yüksek duyarlılıkta olduğu, bu nedenle bruselloz hızlı ve doğru tanısı için kullanılmasının uygun olacağı sonucuna varıldı. INTRODUCTION: Brucellosis is a zoonotic disease which is a public health problem in our country like many parts of the world. The illness has nonspecific symptoms and physical signs. Bacterial culture is gold standard in the diagnosis of brucellosis but it is difficult and time consuming, so serologic techniques are used routinely. But serologic techniques have low specificity because of cross reactions. Molecular methods like polymerase chain reaction (PCR) are good alternatives in the early and rapid diagnosis of brucellosis, as it is in other infectious diseases. The aim of this study was to compare PCR method with conventional methods in the diagnosis of brucellosis. METHODS: The study included 35 patients and 20 healthy volunteers. Sera for serology and whole blood samples for PCR were collected from each subject in both groups. DNA was extracted from peripheral mononuclear cells obtained from the blood samples and an in house PCR assay was used to detect brucella DNA. RESULTS: Standart tube agglutination (STA) titers of most patients were ≥1/160, except one patient which was 1/80. Blood cultures were positive for 16 patients. The STA titers of all controls were negative. PCR was positive for 97% of the patients and all of the volunteers were negative. DISCUSSION AND CONCLUSION: It is concluded that the tested PCR assay has high sensitivity in the diagnosis of brucellosis and it may be used in rapid and accurate diagnosis of brucellosis. |
TÜM DERGİ | |
2. | THDBD 2015-2 Cilt 72 Tüm Dergi TBHEB 2015-2 Vol 72 Full Printed Journal Murat DUMANdoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.71224 Sayfalar 91 - 174 Makale Özeti |Tam Metin PDF |
ARAŞTIRMA | |
3. | Staphylococcus aureus suşlarında koagulaz testi için uygun sıcaklığın araştırılması Investigation of optimum temperature for coagulase test in Stahylococcus aureus strains Birgül Kaçmaz, Serdar Gül, Doğan Barış Öztürk, Emine Ecemişdoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.22438 Sayfalar 99 - 102 GİRİŞ ve AMAÇ: Mikrobiyoloji laboratuvarında etüvün ısısı önemlidir. Bakterilerin üretilmesinde ve antimikrobiyal duyarlılığının saptanmasında genellikle önerilen etüv ısısı 35±2 OC’dir. Bununla birlikte Staphylococcus aureus suşlarında doğru bir şekilde metisilin direncinin saptanmasında 35 OC’nin üzerinde etüv ısısının uygun olmadığı, 35 OC’de metisilin direncinin doğru saptanamayacağı bilinmektedir. S. aureus’un tanımlanmasında kullanılan tüp koagulaz testinin yapılmasında önerilen etüv ısısı farklı kaynaklarda 35 OC, 37 OC ve 35 OC - 37 OC olarak belirtilmiştir. Bu çalışmada S. aureus suşlarında tüp koagulaz testi için en uygun etüv ısısı araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma hastanemiz Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarında yapılmıştır. Bakterilerin tanımlanmasında VITEK 2 otomatize sistem kullanılmıştır. Çeşitli klinik örneklerden izole edilen 110 S. aureus suşu çalışmaya dahil edilmiştir. Tüp koagülaz testi için tavşan plazması kullanılmış, test üretici firma önerileri doğrultusunda yapılmıştır. Her bakteri için iki ayrı koagulaz tüpü hazırlanmış, tüpler ayrı ayrı 35 OC ve 37 OC’ye ayarlanmış iki farklı etüvde inkübe edilmiştir. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve 24. saatin sonunda tüpler pıhtı oluşumu için değerlendirilmiştir. Sonuçlar üç grupta değerlendirilmiştir. Grup 1: Pıhtı oluşumu gözlenmeyen Grup 2: Zayıf pıhtı oluşumu gözlenen Grup 3: Güçlü pıhtı oluşumu gözlenen Verilerin analizi için SPSS 15.0 programı ve grupların karşılaştırılması için de McNemar Bowker testi kullanılmıştır. BULGULAR: Suşların hepsi her iki etüv derecesinde de test süresince pıhtı oluşturmuştur. Bakterilerin zamana göre 35 OC ve 37 OC’de pıhtı oluşturma durumları değerlendirilmiştir. Sonuçların karşılaştırılması amacıyla yapılan istatistiksel değerlendirmede inkubasyon sıcaklıkları ve gruplar arasında anlamlı fark saptanmamıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın sonuçlarına dayanarak hem 35 OC ve hem de 37 OC’nin S. aureus suşlarında koagulaz saptanmasında uygun olduğu bulunmuştur. INTRODUCTION: Temperature of the incubator is important in microbiology laboratories. The recommended temperature is generally 35±2 OC for the detection of growing and antimicrobial susceptibility of bacteria. Nevertheless it is known that temperature over 35 OC is inappropriate for detecting methicillin resistance in Staphylococcus aureus. In different references, the optimum temperature for tube coagulase test used for differentiating S. aureus from other staphylococci is recommended as 35 OC, 37 OC, and 35 OC - 37 OC. In this study it was aimed to investigate the most appropriate incubator temperature for tube coagulase test in S. aureus strains. METHODS: The study was conducted in Infectious Diseases Laboratory of our hospital. VITEK 2 automated system was used for identification of bacteria. Totally 110 S. aureus strains isolated from various clinical samples were included in the study. Rabbit plasma was used for tube coagulase test and the test was performed according to the manufacturer’s instructions. Two identical sets of tubes were prepared for each strain and each tube was incubated at 35 OC and 37 OC in different incubators. All the tubes were read at the end of first, second, third, fourth and 24th hour for clot formation. Results were evaluated in three groups. Group 1: No clot formation Group 2: Weak clot formation Group 3: Strong clot formation SPSS 15.0 program was used for data analysis and McNemar Bowker test was used for comparing groups. RESULTS: All of the strains had clot formation at both of the incubator temperatures during test period. The clot formation degree of strains were examined at 35 OC and 37 OC according to time. The statistical analysis showed no significant differences between incubation temperatures and groups. DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the results obtained in this study, both 35 OC and 37 OC was found appropriate for determining coagulase positivity in S. aureus. |
4. | Anti-dsDNA antikorlarının saptanmasında üç ELISA yönteminin CLIF testiyle karşılaştırılması Comparison of three ELISA methods with CLIF test for detection of Anti-dsDNA antibody Feyza Çetin, Alparslan Toyran, Özlem Aytaç, Feride Alaca Coşkun, İpek Mumcuoğlu, Feyza Alp, Altan Aksoydoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.88393 Sayfalar 103 - 108 GİRİŞ ve AMAÇ: Sistemik lupus eritematozus (SLE) hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı antikorların oluşturduğu otoimmün bir hastalıktır. Amerikan Romatoloji Derneği (ACR) kriterlerine göre SLE tanısında kullanılan immünolojik parametreler anti nükleer antikor (ANA) ve anti-dsDNA otoantikorlarıdır. Bu çalışmada anti-dsDNA antikorların saptanmasında, CLIF yöntemi referans yöntem kabul edilerek, üç farklı ELISA kitinin özgüllüğünün araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 1 Mayıs – 31 Temmuz 2013 tarihleri arasında hastanemiz mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen klinik olarak SLE tanısı almış olan 81 hastanın serum örnekleri dahil edilmiştir. Bu serumlarda ANA varlığı öncelikle immünfloresan antikor (IFA) yöntemiyle araştırılmıştır. Pozitif serum örnekleri -80 OC’de prospektif analiz için saklanmış ve aynı gün dört farklı anti-dsDNA testi ile çalışılmıştır. Bu testler; üç adet anti-dsDNA ELISA kiti; CHORUS dsDNA-G (DIESSE Diagnostica Senese, İtalya), Anti-dsDNA-Ncx ELISA IgG (EUROİMMUN, Almanya), QUANTA Lite dsDNA SC ELISA (INOVA Diagnostics, Kaliforniya) ve CLIF testi (Crithidia luciliae anti-dsDNA, EUROIMMUN, Almanya) idi. BULGULAR: Hastaların IFA yöntemi ile ANA paternleri; %35,8 homojen patern, %22,2 homojen+diğer patern, %24,7 granüler patern, %8,7 granüler + diğer paternler, %7,4 nükleolar patern ve %1,2 sentromer patern olarak belirlenmiştir. Bu sonuçlara göre SLE hastalarında en sık rastlanan ANA paterni homojen patern olmuştur. Çalışılan 81 serum örneğinin anti-dsDNA pozitiflikleri; CLIF yöntemi ile 22 (%27), INOVA ile 46 (%56), EUROIMMUN ile 34 (%41), CHORUS ile 50 (%61) saptanmıştır. CLIF referans yöntem kabul edildiğinde ELISA kitlerinin özgüllükleri ve pozitif prediktif değerleri (PPD) sırasıyla; CHORUS ile %50, %42; INOVA ile %54, %41; EUROIMMUN ile %71, %50’dir. TARTIŞMA ve SONUÇ: ANA pozitif olgularda incelenen yöntemler içinde Anti-dsDNA-Ncx ELISA IgG yöntemi diğer yöntemlere göre daha yüksek özgüllük ve PPD’e sahiptir. Bu çalışmanın CLIF yöntemi kullanılmadığında seçilecek ELISA yöntemi açısından laboratuvarlara yol gösterici olacağı düşünülmektedir. INTRODUCTION: Systemic lupus erythematosus (SLE) is an autoimmune disease caused by antibodies which produced against antigens commonly on cell nuclei. According to the criteria of American College of Rheumatology (ACR), the immunological parameters which are used for diagnosis of SLE, are anti- nuclear antibodies (ANA) and anti- dsDNA autoantibodies. In this study it is aimed to investigate the specifity of three different ELISA tests by comparing with CLIF test, as a reference method, for the determination of anti-dsDNA antibodies. METHODS: Sera of 81 patients who were diagnosed as SLE and sent to the Microbiology Department of our hospital between 1 May - 31 July 2013, were included in the study. In these sera, ANA positivity was firstly investigated by immunofluorescence antibody test (IFA). Positive sera were stored at -80 OC for prospective analysis and processed with four different anti-dsDNA assays at the same day. These assays were three antidsDNA ELISA kits including; CHORUS dsDNA-G (DIESSE Diagnostica Senese, Italy), anti-dsDNA-Ncx ELISA IgG (EUROIMMUN, Germany, California), QUANTA Lite dsDNA SC ELISA (INOVA Diagnostics) and CLIF test (Crithidia luciliae anti-dsDNA, EUROIMMUN, Germany). RESULTS: ANA patterns of patients defined by IFA were determined as; 35.8% homogeneous pattern, 22.2% homogeneous and other patterns, 24.7% granular pattern, 8.7% granular and other patterns, 7.4% nucleolar pattern and 1.2% centromere pattern. According to these results, most common ANA pattern in SLE patients was found as homogeneous pattern. AntidsDNA positiveness of 81 sera samples were 22 (27%) with CLIF test, 46 (56%) with INOVA, 34 (41%) with EUROIMMUN and 50 (61%) with CHORUS. When CLIF test was considered as reference method, specificity, and positive predictive value (PPV) of ELISA kits were respectively; 50%, 42% for CHORUS; 54%, 41%for INOVA and 71%, 50% for EUROIMMUN. DISCUSSION AND CONCLUSION: Anti-ds DNA-NcX IgG ELISA method had higher specifity and PPV than other tested methods in ANA positive cases. It is thought that this study may guide the laboratories to choose ELISA method in lack of CLIF method. |
5. | Çocuk Acil Servisinde kene tutunması: asemptomatik olgularda laboratuvar gerekli mi? Tick bite in Pediatric Emergency Department: is laboratory necessary in asymptomatic patients Sinan Oğuz, Veli Korkmaz, Funda Kurt, Deniz Tekin, Emine Suskandoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.09471 Sayfalar 109 - 114 GİRİŞ ve AMAÇ: Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) keneler ile bulaşan potansiyel olarak ölümcül bir hastalıktır. İnkübasyon, prehemorajik, hemorajik ve konvalesan olmak üzere dört dönemden oluşan klinik bir seyre sahiptir. Ancak her kene tutunmasında hastalık oluşmayacağı için bu şikayetle başvuran olguların ayaktan izlenebileceği ve laboratuvar tetkiklerine gerek olmadığı belirtilmektedir. Bu çalışmada hastanemiz çocuk acil servisine kene tutunması ile gelen ve ek yakınması olmayan olguların klinik ve laboratuvar özellikleri incelenmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Servisine Ocak 2012–Aralık 2013 tarihleri arasında kene tutunması yakınması ile başvuran asemptomatik olguların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların yaş, cinsiyet, başvuru zamanı, kenenin vücuda tutunma bölgesi (baş boyun, gövde ve ekstremite olarak), kenenin kimin tarafından uzaklaştırıldığı, kene tutunma zamanı ile başvuru arasında geçen süre, fizik inceleme ve laboratuvar tetkikleri geriye dönük olarak incelenmiştir. Acil başvurusunda kene tutunmasına ek olarak ateş, halsizlik, karın ağrısı, baş ağrısı, kas ağrısı, kanama ya da herhangi bir ek yakınması olan olgular çalışmaya dâhil edilmemiştir. BULGULAR: Kene tutunması yakınması ile başvuran 54 (%64,3)’ü erkek, 30 (%35,7)’u kız toplam 84 olgu değerlendirmeye alınmıştır. Olguların yaş ortalaması 6,49 ± 3,77 (4 ay – 15,5 yıl) olarak bulunmuştur. En sık başvuru 20 (%23,8) olgu ile Ağustos ayında olmuştur. Kenenin en sık (%50) baş boyun bölgesine tutunduğu görülmüştür. Olguların %79,2’sinde keneyi doktor çıkarmıştır. 75 (%89,3) olguda tam kan sayımı, 45 (%53,6) olguda karaciğer fonksiyon testleri ve 64 (%76,2) olguda kanama profili tetkiklerinin yapıldığı görülmüştür. Tüm laboratuvar sonuçları normal sınırlarda saptanmıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: Olgu sayılarının yıllar içinde artması ve ölümle sonuçlanabilen bir hastalığa yol açması nedeni ile kene ile bulaşan hastalıklar güncelliğini korumaktadır. Sonuç olarak kene tutunması yakınması ile başvuran olgularda dikkatli fizik inceleme sonrası hastalığa ait bulgular anlatılarak, on gün içerisinde ani ateş yükselmesi, baş ve kas ağrısı, halsizlik yakınmaları olursa tekrar başvurmaları gerektiği belirtilerek ayaktan izlenmesi uygun gözükmektedir. Yakınması olmayan olgularda erken dönemde laboratuvar tetkiklerinin yapılmasıda fayda görülmemiştir. INTRODUCTION: Crimean-Congo Hemorrhagic Fever (CCHF) is a potentially fatal disease which transmitted by ticks. There are four clinical course of disease including incubation, prehemorrhagic, hemorrhagic and convalescent period. The disease is not likely to occur for each tick bite, so tick bite cases could be follow outpatient and laboratory tests are not indicated. In this study, the clinical and laboratory properties of patients who presented with tick bite to our pediatric emergency department were evaluated. METHODS: Asymptomatic tick bite cases, were who admitted to the Ankara University Pediatric Emergency Department, between January 2012 and December 2013, were investigated retrospectively. Gender, age, region cling to the body of the tick, physical examination and laboratory tests of cases and the person who removed out tick, were analyzed. Cases having symptoms like fever, weakness, abdominal pain, headache, muscle pain etc. in addition to tick bite, were not included in the study. RESULTS: Total of 84 cases composed of 54 (64.3%) male and 30 (35.7%) female, who presented symptoms of tick bite were evaluated. The average age of the cases was found to be 6.49 ± 3.77 (4 months-15. 5 years). The most common application has been in August with a number of 20 (23.8%) cases. The head and neck was found to be most frequently (50%) attached region by ticks. In 79.2% of cases, the tick were removed out by a doctor. It was determined that in 75 (89.3%) cases complete blood count tests, in 45 (53.6%) cases liver function tests and in 64 (76.2%) cases haemostasis panel tests were performed. All laboratory results were found to be within normal reference ranges. DISCUSSION AND CONCLUSION: Tick-transmitted diseases remain up to date because of leading to a fatal disease and the increased number of cases over the years. As a result, in cases with complaints of tick bite, the findings of the disease should be explained after careful physical examination. If sudden fever, head and muscle aches, fatigue symptoms occur within ten days, it should be noted that they must apply again. In these cases ambulatory monitoring seems appropriate. The laboratory tests were seen to be ineffective in the early stages of asymptomatic cases. |
6. | Son iki yılda Kahramanmaraş Necip Fazıl Şehir Hastanesi’nde kan kültürlerinden izole edilen mikroorganizmalar ve antibiyotik duyarlılıklarının değerlendirilmesi Evaluation of microorganisms isolated from blood cultures and antibiotic sensitivity obtained at Kahramanmaraş Necip Fazıl City Hospital in the last two years Esra Özkaya, Seray Tümer, Özlem Kirişci, Ahmet Çalışkan, Pınar Erdoğmuşdoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.49260 Sayfalar 115 - 122 GİRİŞ ve AMAÇ: Kan akımı enfeksiyonları (KAİ) mortaliteyi ve morbiditeyi arttıran önemli hastane enfeksiyonlarından biridir. KAİ’nin erken tanısı, infeksiyona neden olan organizmanın tespit edilmesi ve antimikrobiyal duyarlılık testlerinin yapılması hastanın prognozu açısından oldukça önemlidir. Bu çalışma da kan kültürlerinden izole edilen mikroorganizmalar ve antimikrobiyal duyarlılıkları incelenerek, hastanemizdeki KAİ etkenlerinin dağılımı ve antimikrobiyal ilaç duyarlılığının ortaya konması amaçlandı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda Eylül 2012 - Mayıs 2014 tarihleri arasında Kahramanmaraş Necip Fazıl Şehir Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına tüm birimlerden gönderilen kan kültürü örnekleri incelendi. Örnekler BACTEC/9050 (Becton Dickinson, Maryland, ABD) otomatize sisteminde inkübe edildi. Mikroorganizmaların tanımlanmasında konvansiyonel yöntemlere ek olarak gerektiğinde Vitek 2.0 Compact (Biomerieux, Fransa) otomatize sistemi kullanıldı. İzolatların antibiyotiklere duyarlılık testleri, Kirby Bauer disk difüzyon yöntemiyle Klinik ve Laboratuvar Standartları Enstitüsü (CLSI) standartlarına uygun olarak çalışıldı. BULGULAR: Çalışma süresince laboratuvarımıza toplam 2.923 kan kültürü örneği gönderildi. Gönderilen kan kültürü örneklerinin 697 (% 23,9)’sinde üreme oldu, 89 (%3,04)’u kontaminasyon olarak değerlendirilirken, 2137 (%73,1)’sinde üreme tespit edilmedi. Üreyen izolatlardan 113 (%16,2) tanesi mükerrer izolat kabul edilip değerlendirme dışı bırakılarak 584 (%20,0) izolat değerlendirmeye alındı. Değerlendirmemiz sonucunda; patojenler arasında ilk sırayı %58,2 ile koogüloz negatif stafilokok (KNS) ve bunu %8 ile Escherichia coli, %7,9 ile Acinetobacter spp. aldığı izlendi. Bakterilerin antibiyotik duyarlılıklarına bakıldığında, KNS’lerde metisiline direncin %54,9, Staphylococcus aureus’da %34,4 olduğu tespit edildi. Buna karşılık vankomisin ve linezolide karşı iki bakteri türünde de direnç saptanmadı. Enterokoklarda ise %55,6 penisilin direnci belirlendi. Bir (%4,5) hastada vankomisin direnci saptanırken, linezolid ve teikoplanin direnci görülmedi. Enterobacteriaceae ailesinin tigesikline duyarlı olduğu görüldü. Klebsiella spp.’de %5,9 oranında imipenem direnci saptandı. Acinetobacter spp’nin en çok tigesikline (%2,4) duyarlı olduğu görüldü. TARTIŞMA ve SONUÇ: Klinisyenlere yol göstermesi açısından ampirik tedavi protokollerinin güncellenmesi, doğru antibiyotik kullanımı için belirli zaman aralıklarında kan kültürlerinden izole edilen mikroorganizmaların dağılımını ve duyarlılık paternini gösteren çalışmaların yapılması gerekmektedir. INTRODUCTION: Blood stream infections (BSI) is one of the significant hospital-acquired infections that increase mortality and morbidity. Early diagnosis of BSI, identification of microrganisms that cause infection and analyzing antimicrobial sensitivity tests are important in terms of patient’s prognosis. In this study microorganisms isolated from blood cultures and their antimicrobial sensitivity were investigated. Besides, to reveal the distribution of our hospital’s BSI pathogens and to present their antimicrobial sensitivity paterns, were aimed. METHODS: In this study blood culture samples collected at Kahramanmaraş Necip Fazıl City Hospital between September 2012 - May 2014, were examined. Samples were incubated with BACTEC/90050 (Becton Dickinson, Maryland, the USA) automatization system. For the identification of microorganisms, Vitek version 2.0 (Biomerieux, France) automatization system was used in addition to conventional methods when necessary. Antibiotic sensitivity tests were studied in compliance with Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI) standards with Kirby-Bauer disc diffusion susceptibility test. RESULTS: During our study period 2.923 blood cultures were analysed. Six hundred ninety seven (23,7%) samples gave reproductive signal as positive. We observed contamination in 89 (12.8%) of samples. In 2137 (73.1%) samples reproductive signal was not received. While repeating isolates were excluded from study, 584 (20.0%) isolates were included in the study. The mostcommon organisms causing BSIs were coagulase negative staphylococci (CNS) (58.2%), Escherichia coli (8%) and Acinetobacter spp. (7.9%). Methicillin resistance was detected in 54.9% of CNS isolates and in 34.4% Staphylococus aureus isolates. However vancomycin and linezolid resistance were not detected in both of the bacteria. For Enterococci, 55.6% penicilline resistance was determined. For one patient (4.5%) vancomycine resistance was detected, linezolid and teichoplamin resistance were not stated. Isolates belonging to Enterobacteriaceae family were sensitive to tigecycline. Among Klebsiella spp., 5.9% of the isolates were resistant to imipenem. 2.4% of Acinetobacter spp. isolates were resistant to tigecycline. DISCUSSION AND CONCLUSION: To refer clinicians, there is need to make studies about distribution of microorganisms and their antibiotic sensitivity patterns which are isolated from blood cultures in certain time intervals for updating empirical treatment protocols and right usage of antibiotics. |
7. | Çorum Bölgesi kan bağışçılarında HBsAg, anti-HCV, HIV ve VDRL seropozitiflik oranları Seropositivity rates of HBsAg, anti-HCV, HIV and VDRL in blood donors in Corum Turkey Ayşe Semra Güreser, Semra Özçelik, Zehra İlkay Boyacıoğlu, Leyla Özünel, Ünver Yıldız, Ayşegül Taylan Özkandoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.30974 Sayfalar 123 - 130 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, bir orta Anadolu şehri olan Çorum’da; kan bağışçılarında bakılması zorunlu enfeksiyon göstergeleri olan hepatit B yüzey antijeni (HBsAg), hepatit C virüsü antikoru (anti-HCV), insan immün yetmezlik virüsü (HIV1 /2) antijen/antikoru ve Venereal Hastalık Araştırma Laboratuvarı (VDRL) testlerinin pozitif olma sıklığını ve yıllara göre dağılımını saptamaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2008-Eylül 2013 tarihleri arasında Hitit Üniversitesi Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi Transfüzyon Merkezine başvuran 13.780 kan bağışçısı örneği retrospektif olarak HBsAg, anti-HCV, HIV 1/2 antijen/antikoru ve VDRL bulguları, yıllara ve cinsiyete göre dağılımı açısından sorgulandı. HBsAg, anti-HCV, HIV 1/2 testleri kemilüminesan mikropartikül enzim immünassay yöntemi (Architect, Abbott Diagnostics cihazı-ABD; Abbott Diagnostics kitleri HBsAg İrlanda, anti-HCV-Almanya, HIV Ag/Ab Combo-Almanya) ile çalışıldı. HIV pozitifliği saptanan bağışçı örnekleri Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Mikrobiyoloji Referans Laboratuvarları Daire Başkanlığı’nda, western blot (WB) yöntemi ile doğrulandı. Sifiliz tarama testleri ise VDRL (Plasmatec Laboratory Products- İngiltere) yöntemi ile değerlendirildi. BULGULAR: 13.780 kan bağışçısının 856 (%6,2)’sı kadın, 12.924 (%93,8)’ü erkek olup, yaşları 18-60 arasında değişmekteydi. Bağışçıların 136 (%0,99)’sında HBsAg, 47 (%0,34)’sinde anti-HCV, 11 (%0,08)’inde HIV 1/2 ag/ab ve 12 (%0,09)’sinde VDRL pozitif olarak bulunmuştur. HIV 1/2 ag/ab pozitifliği belirlenen örnekler WB ile negatif olarak saptanmıştır. HBsAg kadın bağışçıların altı (%0,7)’sında, erkek bağışçıların 130 (%1,01)’unda, VDRL kadın bağışçıların üç (%0,35)’ünde, erkek bağışçıların dokuz (%0,07)’unda pozitif olarak belirlenmiştir. Anti-HCV ve HIV 1/2 ag/ ab testleri tüm kadın bağışçılarda negatifken erkek bağışçılarda sırasıyla 47 (%0,36) ve 11 (%0,09) kişide pozitif bulunmuştur. HBsAg’nin kadın ve erkeklerde saptanma oranları arasında fark olmadığı görülürken (p=0,47), pozitif kadın bağışçı sayısının az olması nedeniyle diğer parametreler için istatistiksel analiz yapılamamıştır. HBsAg pozitiflik oranlarında 2012 ve 2013 yıllarında, sifiliz pozitiflik oranlarında ise 2010 yılı sonrasında azalma olduğu görülmüştür. TARTIŞMA ve SONUÇ: Transfüzyon Merkezimizde alınan; donör sorgulama formunun etkin bir şekilde doldurulması ve donör seçim kriterlerine titizlikle uyulması gibi önlemler nedeniyle Transfüzyon Merkezimize başvuran kan bağışçılarında saptanan HBsAg, anti- HCV, HIV ve VDRL seropozitiflik oranları ülkemizden bildirilen diğer oranlardan düşük olarak bulunmuştur. Bölgesel karşılaştırmaların yapılabilmesi için, ilimiz genelinde Hepatit B, Hepatit C, HIV ve sifiliz seroprevalansı konusunda çalışmalar yapılması yararlı olacaktır. INTRODUCTION: The purpose of this study is to determine the frequency and distribution of the hepatitis B surface antigen (HBsAg), hepatitis C virus antibody (anti-HCV), human immunodeficiency virus (HIV-1/2antigen/antibody) and Venereal Disease Research Laboratory (VDRL) seropositivity, some of the mandatory tests in blood donors, among years, in Corum - a Turkish mid-Anatolian city. METHODS: 13.780 blood donor samples admitted to the Transfusion Center of Hitit University, Çorum Training and Research Hospital, between January 2008 and September 2013, were included in the study. Donor samples were analyzed using HBsAg, anti-HCV and HIV 1/2 ag/ab, VDRL tests and findings were analyzed retrospectively among years and by gender. For HBsAg, anti-HCV and HIV 1/2 tests, chemiluminescent microparticle enzyme immunoassay (Architect, Abbott Diagnostics, USA) method is applied by using Abbott Diagnostics kits (HBsAg- Ireland, anti-HCV-Germany, HIV Ag / Ab Combo-Germany). Anti-HIV positive samples were sent to the Department of Microbiology Reference Laboratory in Public Health Institution of Turkey, in order to confirm the samples by using Western Blot Method (WB). Syphilis screening tests were performed by using VDRL tests (Plasma Tec Laboratory Products- United Kingdom). RESULTS: Among total of 13.780 blood donors; 856 (6.2%) were female, 12.924 (93.8%) were male and ages ranged between 18 and 60. Seropositivity rates for HBsAg, anti-HCV, HIV and VDRL were determined as 0.99% (136), 0.34% (47), 0.08% (11) and 0,09% (12), respectively. All HIV-1/2 positive detected samples were retested using WB method and without exception they were negative. HBsAg were determined as positive in 0.7% (6) of female, 1,01% (130) of male donors and VDRL results in 0.35% (3) of female, 0.07% (9) of male donors. Female donors’ samples were detected as negative for anti-HCV and HIV-1/2 ag/ab tests, but male donors has positivity of 0.36% (47) and 0.09% (11), respectively. There was no significant correlation between HBsAg positivity and gender (p=0.47). Since the number of women donors is quite low, statistical analyses could not be performed for other parametres. It was found that HBsAg positivity rate decreased in 2012 and 2013, and the syphilis positivity rate decreased after 2010. DISCUSSION AND CONCLUSION: Consequently, HBsAg, anti-HCV, HIV and syphilis seropositivity rates were significantly lower than in many other publications reported in our country, due to the preventions taken in our Transfusion Center like effective questionnaire to be filled out by donors and follow donor selection criteria scrupulously. As a further study recommendation, it would be useful to investigate hepatitis B, hepatitis C, HIV and syphilis seroprevalence in Çorum region, for comparing results among different regions. |
8. | Gram negatif bakterilerde GSBL üretiminin üç farklı yöntemle araştırılması ve antibiyotik direnç oranları Investigation of three different methods for detection of ESBL production and antibiotic resistance percentage of ESBL producing Gram negative bacteria Mustafa Güzel, Yasemin Genç, Altan Aksoy, Penka Moncheva, Petya Hristovadoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.33239 Sayfalar 131 - 138 GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada genişlemiş spektrumlu betalaktamaz (GSBL) üreten bakterilerin doğru ve hızlı tanımlanması için kromojenik agarın etkinliğini test etmek ve GSBL ürettiği tespit edilen 105 bakteride antibiyotik direnç oranlarının tespit edilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Kombine disk yöntemi, E test yöntemi ve kromojenik agar ile GSBL üretimi tespit edilmiştir. Ayrıca bu şuşların 21 antibiyotiğe karşı duyarlılıkları CLSI (Clinical Laboratory Standards Institute) kriterlerine göre çalışılmıştır. Duyarlı kabul edilen zon çapları değerlendirilmiş, orta duyarlı suşlar dirençli kabul edilmiştir. İstatistiksel değerlendirme Fisher’s ki-kare testiyle yapılmıştır. BULGULAR: Kombine disk yöntemi ile 105 (81 tanesi Escherichia coli ve 24 tanesi Klebsiella spp.), E test ile 96 ve kromojenik agar ile 99 suşun GSBL ürettiği tespit edilmiştir. Kromojenik agar yöntemi ile GSBL tespitinin duyarlılığı %94,8. GSBL üreten suşların dirençli kabul edildiği sefuroksim, sefazolin ve sefotaksim’e tüm suşların dirençli olduğu görülmüştür. Beta-laktam/ beta-laktamaz inhibitörü kombinasyonları içerisinde ampisilin-sulbaktam direncinin (%75,2) yüksek olduğu bu grupta en az dirençli antibiyotiklerin piperasilintazobaktam (%31,4) ve sefoperazon -sulbaktam (%32,4) olduğu tespit edilmiştir. Karbapenemlere (imipenem, meropenem ve ertapenem) dirençli toplam 8 (%7,6) suş tespit edilmiş olup en düşük direnç oranı karbapenem grubu antibiyotiklerde saptanmıştır. Beta-laktam/betalaktamaz inhibitörü kombinasyonları, aminoglikozidler, trimetoprim – sülfametoksazol ve kloramfenikole Klebsiella spp. suşlarının E. coli’den daha dirençli olduğu fakat kinolonlara E. coli suşlarının daha dirençli olduğu tespit edilmiştir (p< 0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: GSBL tespitinde kromojenik agar kullanımının bir avantaj sağlamadığı, GSBL üreten suşlarda en düşük direnç oranına sahip antibiyotiklerin karbapenemler olduğu, GSBL üreten bakterilerin türlerinin direnç oranlarını belirlemede ve tedavide kullanılacak antibiyotiğin seçiminde önemli olduğu görülmüştür. INTRODUCTION: In this study, it was aimed to evaluate the efficacy of chromogenic agar for rapid and accurate identification of bacteria producing extended spectrum beta-lactamase (ESBL) and to investigate the antibiotic resistance rates of 105 bacteria that were determined to produce ESBL. METHODS: ESBL production was investigated using combined disc method, E-test and chromogenic agar. Additionally, susceptibility patterns of these strains to 21 antibiotics were studied according to the criteria of CLSI (Clinical and Laboratory Standards Institute). Zone diameters categorized as susceptible were evaluated, and strains showing intermediate susceptibility were considered as resistant. Fisher’s chi-square test was used in statistical analysis. RESULTS: A hundred and five strains (81 Escherichia coli, 24 Klebsiella spp.) were found to produce ESBL by combined disc method, while 96 strains were found to produce ESBL by E-test and 99 strains by chromogenic agar. The sensitivity and positive predictive value of chromogenic agar for ESBL production was 94.8% and 91.9%, respectively. All strains were found to be resistant to cefuroxime, cefazolin and cefotaxime, the antibiotics that ESBL producing strains are considered to be resistant to. Among beta-lactam/beta-lactamase inhibitor combinations, the highest resistance was against ampicillin-sulbactam (75.2%), and the lowest resistance was against piperacillin-tazobactam (31.4%) and cefoperazone-sulbactam (32.4%). A total of 8 strains (7.6%) were found to be resistant to carbapenems (imipenem, meropenem, and ertapenem) and the lowest resistance rate was observed to this group of antibiotics. Klebsiella spp. strains were found to be more resistant to beta-lactam-betalactamase inhibitors, aminoglycosides, trimethoprimsulfamethoxazole and chloramphenicol than that of E. coli, but E. coli strains were found to be more resistant to quinolones (p<0.05). DISCUSSION AND CONCLUSION: It was observed that the use of chromogenic agar has no advantage in detecting ESBL enzymes, the lowest resistance rate in ESBL producing strains was to carbapenems, and the species of ESBL producing bacteria was important in determining the resistance rates and selection of the appropriate antibiotic for treatment. |
OLGU SUNUMU | |
9. | Fasciola hepatica’nın endoskopik olarak çıkarılması: bir vaka Endoscopic extraction of Fasciola hepatica: a case report Nevzat Ünal, Yeliz Tanrıverdi Çaycı, Özgür Ecemiş, Ahmet Bektaş, Murat Hökelekdoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.38259 Sayfalar 139 - 142 Fasciola hepatica koyun yetiştiriciliği yapılan ülkelerde sıklıkla görülen bir zoonozdur. F. hepatica enfeksiyonu erken dönemde ateş, karın ağrısı ve eozinofili ile karakterizedir. F. hepatica nadiren bilier tıkanıklık ve iktere neden olur. Vakamız, Türkiye’nin kuzey kıyı şeridinde bir şehir olan Giresun’dan karın ağrısı ve ikter nedeniyle gelen 22 yaşında bayan hastadır. Nedeni araştırmak için yapılan batın ultrasonu ve laboratuvar testlerinde; proksimal koledokta genişleme ve tubuler ekojenite ile karaciğer enzimlerinde yükselme görülmüştür. Endoskopik retrograd kolanjiopankreatografi’de intrahepatik safra kanallarında minimal genişleme ve hilusta heterojenöz dolma defekti görülmüştür. Biliar sfinkterotomi uygulanmış ve F. hepatica balon kateter ile çıkarılmıştır. Bu vakada endoskopik retrograd kolanjiopankreatografi (ERCP)’nin fasiyoliyaz tanı ve tedavisinde önemli bir role sahip olduğu görülmüştür. Fasciola hepatica infection is a zoonosis mostly encountered in the sheep-raising countries. The early phase F. hepatica infection is characterised by fever, abdominal pain and eosinophilia. The biliary obstruction and icterus are rarely caused by F. hepatica. Our case was a 22-years old female, from Giresun, a north coast city of Turkey, who applied because of icterus and abdominal pain. To analyse the problem abdominal US and laboratory tests was performed which showed dilation in the proximal of choledochal and tubuler echogenites and elevated hepatic enzymes. Endoscopic retrograde cholangiopancreatography showed minimal dilatation of intrahepatic bile ducts and heterogenous filling defect in the hilus. Biliary sphincterotomy had been applied and F. hepatica had been removed by balloon catheter. This case report showed that endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP) has an important role in the diagnosis and the treatment of biliary fascioliasis. |
DERLEME | |
10. | D vitamini metabolik sendrom bileşenlerini etkiler mi? Does vitamin D affects components of the metabolic syndrome? Sevil Karahan Yılmaz, Aylin Ayazdoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.46693 Sayfalar 143 - 154 Metabolik sendrom tüm dünyada giderek yaygınlaşan kardiyometabolik komplikasyonları ile yüksek morbidite ve mortaliteye sahip önemli bir halk sağlığı sorunudur. Kalıtımla gelen bazı özellikler dışında hareketsiz yaşam tarzı, yanlış beslenme alışkanlıkları gibi çevresel etmenler metabolik sendrom için risk faktörü oluşturmaktadır. Metabolik sendromun önemli komponentleri; dislipidemi (HDL düzeyi düşüklüğü, artmış trigiserid düzeyi), hiperglisemi, yüksek kan basıncı ve abdominal obezitedir. Metabolik sendromu oluşturan beş ana komponent dışında temelinde insülin direncinin rol oynadığı düşünülen birçok klinik tabloda bu sendromun klinik yansımaları olarak kabul edilmektedir. Metabolik sendromun klinik yansımaları; diyabet, esansiyel hipertansiyon, visseral obezite, kardiyovasküler rahatsızlıklar, insülin direnci, osteoporoz, polikistik over sendromu, dislipidemi, hiperkoagulabilite, hiperürisemi, kemik mineral yoğunluğu, yağlı karaciğer ve uyku apnesidir. Son yıllarda D vitamininin, şişmanlık ve insülin direncinin neden olduğu hastalıkların oluşumunu önlediği, eksikliğinin ise bu hastalıkların ortaya çıkmasını kolaylaştırdığı ileri sürülmektedir. D vitamini yetersizliği gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde prevalansı giderek artan bir halk sağlığı sorunudur. D vitamini yağda eriyebilen bir vitamin olmasına karşın, vücutta sentez edilen ve sentezlendiği yerin dışında farklı bölgelerde etki göstermesi nedeniyle günümüzde bir hormon olarak ta tanımlanmaktadır. Kalsiyum dengesi üzerine bilinen olumlu etkilerinin yanı sıra, endokrin sistemle ilgili fizyolojik işlevlere de sahiptir. Vitamin D düzeyini gösteren en iyi gösterge serum 25(OH)D düzeyidir. D vitamini alımı ve 25(OH)D düzeyinin obezite, metabolik sendrom ve diyabetle ilişkili olduğu bildirilmektedir. Vitamin D ile ilişkisi en çok araştırılan hastalıklar; kardiyovasküler hastalıklar, böbrek hastalıkları, diyabet, obezite, metabolik sendromdur. Bu derlemede D vitaminin metabolik sendrom bileşenlerinden insülin direnci, diyabet, obezite, hipertansiyon, dislipidemi, kardiyovasküler hastalıklar, yağlı karaciğer hastalığı, polikistik over sendromu ve kemik mineral yoğunluğu üzerine etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Metabolic syndrome is a major public health problem which has become increasingly common worlwide with cardiometabolic complications and have high morbidity and mortality. In addition to some genetical features, environmental factors such sedentary lifestyle, improper eating habits constitutes a risk factor for metabolic syndrome. Important components of the metabolic syndrome are dyslipidemia (low HDL levels, high triglycerides level), hyperglycemia, elevated blood pressure and abdominal obesity. Forming metabolic syndrome of other than the five main components, insulin resistance on the basis thought to play a role in several clinical implications of this syndrome is considered. Clinical implications of the metabolic syndrome are; diabetes, essential hypertension, visceral obesity, cardiovascular disorders, insulin resistance, osteoporosis, polycystic ovary syndrome, dyslipidemia, hypercoagulability, hyperuricemia, bone mineral density, fatty liver disease and sleep apnea. In recent years, it is suggested that vitamin D prevents the occurrence of diseases caused by obesity and insulin resistance and the lack of it facilitates occurence of these diseases. Vitamin D deficiency is a public health problem with a growing prevalence in developed and developing countries. Vitamin D is a fat-soluble vitamin, but it is synthesized in the body and affect also other regions it is expressed in the body. Because of this it is described as a hormone in the present day. As well as its known positive effects on calcium balance, it has also physiological functions related the endocrine system. The best indicator showing the level of vitamin D is serum 25 (OH) D level. Vitamin D intake and 25 (OH) D levels are reported to be associated with obesity, metabolic syndrome and diabetes. Diseases which are mostly researched about relation between Vitamin D are cardiovascular disease, kidney disease, diabetes, obesity, metabolic syndrome. In this review, evaluation of the effects of Vitamin D on the metabolic syndrome components of insulin resistance, diabetes, obesity, hypertension, dyslipidemia, cardiovascular disease, fatty liver disease, polycystic ovary syndrome and bone mineral density, was aimed. |
11. | Meme kanseri mikrodizin verilerinin biyoinformatik yöntemler ile bir araya getirilmesi - Meta-analiz yaklaşımları Combination of breast cancer microarray data by using bioinformatic methods - Meta-analysis approaches Yasemin Öztemur, Alp Aydos, Bala Gür Dedeoğludoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.54254 Sayfalar 155 - 162 Meme kanseri kadınlarda en yaygın görülen kanser türüdür ve akciğer kanserinden sonra kadınlarda kanser ölümlerinde ikinci sıradadır. Çok sebepli, kompleks bir genetik hastalık olan meme kanseri moleküler düzeyde detaylı bir şekilde çalışılmış ve yüksek işlem hacimli mikrodizin çalışmaları sayesinde moleküler alt tiplere sınıflandırılmıştır. Meme kanserine sebep olan ve gelişiminde rol oynayan pek çok gen tespit edilmiş olsa da meme kanserinin regülasyonunda rol oynayan moleküler mekanizmalar hala tam olarak açıklanamamıştır. Bu eksiklik, meme kanseri oluşumunu öngörücü yeni biyobelirteçlerin aranmasını zorunlu kılmıştır. Yüksek işlem hacimli bir yöntem olan mikrodizin aynı anda binlerce genin ifadesinin belirlenmesine olanak sağlamaktadır. Mikrodizin yöntemi ile elde edilmiş ham ve işlenmiş verilerin, hatta deneylerde kullanılan örneklerin klinik ve/ veya patolojik özelliklerinin bulunduğu halka açık veritabanları bulunmaktadır. Mikrodizin veritabanlarına yüklenmiş olan bağımsız mikrodizin verilerinden daha fazla bilgi sağlamak meta-analiz yöntemiyle mümkün olmakta ve var olan veriyi değerli kılmaktadır. Meta-analiz yöntemleri farklı kanser tiplerinde ve çeşitli hastalıklarda her geçen gün daha fazla kullanılmaktadır. Meme kanserinde de metaanaliz çalışmaları çok fazla olmamakla birlikte sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Bu yöntem hastalığın tanısını ve gidişatını öngörebilecek ayrıca tedavisine katkı sağlayabilecek yeni biyobelirteçlerin belirlenmesini mümkün kılmaktadır. Ciddi bütçelerle yapılan mikrodizin çalışmalarının çeşitli meta-analiz yöntemleriyle bir araya getirilmesi her bir çalışmanın kendi başına ortaya çıkaramayacağı sonuçların alınmasında önemlidir. Meta-analiz çalışması pek çok veriyi bir araya getirme şansı tanıdığı için, elde edilen sonuçlar yalnızca bir vakaya özel değil; daha genel bilgiyi yansıtmaktadır. Bu nedenle meme kanserinin de içerisinde bulunduğu birçok hastalıktaki mekanizmaların meta-analiz yöntemlerinin yardımıyla detaylı ve kapsamlı bir şekilde araştırılmasının tanı ve tedavi için alternatif ve etkin hedeflerin belirlenmesine olanak sağlaması mümkündür. Today breast cancer is one of the major cancer types among women in the world. After lung cancer, it is the second leading cause of cancer death in women. Breast cancer is a multi-factorial and complex genetic disease, which was studied in detail at the molecular level. With the use of microarray technology breast cancer was classified into molecular subtypes. Although some genes were found to be responsible for the development and the progression of the disease, many of the molecular mechanisms underlying breast cancer progression remain poorly understood. This deficit has led to significant interest in the quest for novel predictive markers for breast cancer. Microarray is a high throughput technique, which provides to detection of thousands of genes’ expression. There are many publicly accessible databases, which have raw and processed data of microarray analysis and clinical and /or pathological information of samples. Metaanalysis approaches are provided more information from independent microarray datasets, which were uploaded on publicly accessible databases. Meta-analysis approaches are used for different cancer types and various diseases including breast cancer increasingly in recent years. These methods allow the finding of predictive biomarkers for the development and progression of the disease while they can also be used for new or alternative targets for the treatment of the disease. Meta-analysis might increase the knowledge by gathering and processing individual microarray datasets. Accordingly it is predicted that new or alternative targets might be identified by researching on numerous disease mechanisms including breast cancer. |
12. | Pet hayvanlardan insanlara bulaşan önemli bakteriyel enfeksiyonlar Important bacterial infections transmitted to humans from pet animals Gökçen Dinç, Mehmet Doğanay, Müjgan İzgürdoi: 10.5505/TurkHijyen.2015.81557 Sayfalar 163 - 174 Son yıllarda ülkemizde ve tüm dünyada ev hayvanları aile yaşamı içerisinde daha çok yer almaya başlamıştır. Daha önceleri kedi, köpek, kuş gibi hayvanlar daha sıklıkla sahiplenilirken, günümüzde pet hayvan yelpazesi oldukça genişlemiş olup bu hayvanların yanı sıra hamster, fare, sıçan, yılan, kertenkele, timsah gibi hayvanlar da tercih edilmeye başlanmıştır. Pet hayvanlar, bireylerin kendilerini psikolojik ve fizyolojik olarak daha iyi hissetmelerini sağlamaktadır. Evcil hayvan sahibi olanların olmayanlara göre daha düşük kan basıncına ve kolesterol düzeyine sahip oldukları, daha az ilaç kullandıkları, kalp hastalıklarına daha az yakalandıkları da belirtilmektedir. Ancak evde hayvan besleme alışkanlığı arttıkça insanların zoonotik hastalıklar ile karşı karşıya kalma riskleri de artmaktadır. Pet hayvanlardan insanlara bulaşabilen çok sayıda bakteriyel, viral, paraziter ve fungal enfeksiyon söz konusudur. Bu enfeksiyonlar çoğunlukla ısırık, çizik, solunum ya da sindirim yoluyla bulaşır. İnsanlarda ısırılmak ya da tırmalanmak suretiyle gelişen pastörelloz, bartonelloz ve çeşitli aerobik ya da anerobik bakteriyel enfeksiyonlar daha yaygın görülürken, kampilobakteriyoz, salmonelloz gibi gastrointestinal sistem enfeksiyonları; dermatofitozlar, uyuz gibi deri hastalıkları; psittakoz gibi solunum yolu hastalıkları ve toksoplazmoz, leyişmanyoz gibi multisistemik hastalıklar daha az görülmektedir. Küçük çocuklar, hamileler ve bağışıklığı baskılanmış bireyler bu enfeksiyonlara karşı daha fazla risk altındadırlar. Bu enfeksiyonlardan korunmada hayvan sahiplerinin hijyen kurallarına dikkat etmesi ve evde bakılacak hayvanların genel sağlık durumlarının kontrol edilmesi, gerekiyorsa aşılanmalarının sağlanması son derece önemlidir. Pet hayvanlar ve sahipleri için oldukça önemli olan fakat, çoğunlukla ihmal edilen zoonotik enfeksiyonlar konusunda farkındalık yaratmak amacıyla hazırlanan bu derlemede kedi, köpek, kuş, balık gibi sıklıkla evlerde bakılan pet hayvanların yanı sıra tavşan, rodent, reptil, maymun gibi daha nadir olarak tercih edilen hayvanlardan da insanlara bulaşabilen bakteriyel enfeksiyonlar özetlenmiştir. In recent years, pets have started to be more commonly in family life, in our country and also all over the world. Previously, animals such as cats, dogs, birds have been ownered more frequently, but today pet range increased remarkably and the animals like hamsters, mice, rats, snakes, lizards, alligators have started to been preferred. Pet animals provide people feel better as psychological and physiological. It is mentioned that pet owners have lower blood pressure and cholesterol levels with a less level of drug usage and less incidence of heart disease than nonowners. However caring animals at home increases the risk of people being confronted with zoonotic diseases. It is concerned that a high number of bacterial, viral, parasitic and fungal infections can be transmitted from animals to humans. These infections often transmitted through by the way of bite, scratch, respiratory or digestive sistem. In humans, pasteurellosis, bartonellosis and various aerobic or anaerobic bacterial infections developed by biting or scratching are more common. Gastrointestinal tract infections (campylobacteriosis, salmonellosis), skin diseases (dermatophytosis, scabies), respiratory diseases (psittacosis) and multisystem diseases (toxoplasmosis, leishmaniasis) are less common. Young children, pregnant women and immunocompromised people have higher risk of these infections. For the prevention of these infections, pet owners have to pay attention to hygiene rules and general health status of the animals which will be cared at home, should be checked. If necessary, ensuring vaccination is extremely important. In this study, it was aimed to review zoonotic diseases most neglected but can be very important for pets and their owners. Also, bacterial infections that can be transmitted from rarely preferred animals like rabbits, rodents, reptiles, monkeys as well as cats, dogs, birds, fishes are summarized. |