ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 81 (1)
Cilt: 81  Sayı: 1 - 2024
TÜM DERGİ
1.
THDBD 2024-1 Cilt 81 Tüm Dergi
TBHEB 2024-1 Vol 81 Full Printed Journal
Utku ERCÖMERT
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.36037  Sayfalar 1 - 119
Makale Özeti |Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Tramadol hidroklorürün anjiyogenez üzerindeki etkisi: ex-ovo koryoallantoik membran modeli üzerinde in-vivo değerlendirme
Effect of tramadol hydrochloride on angiogenesis: in-vivo evaluation on ex-ovo chorioallantoic membrane model
Nadide ÖRS YILDIRIM
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.85226  Sayfalar 3 - 10
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, tramadol hidroklorürün anjiyogenez üzerindeki etkilerini ex-ovo civciv koryoallantoik membran (CAM) modeli kullanarak incelemek ve anjiyogenez sürecindeki etkilerinin kanser tedavisi ve metastazın önlenmesi üzerindeki potansiyel etkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Anjiyogenezi değerlendirmek için “ATAK-S” soyundan fertilize tavuk yumurtaları kullanılmıştır. Yumurtalar, 37,5°C’de ve nemli ortamını koruyan yumurta inkübatöründe inkübe edilmiştir. İnkübasyondan üç gün sonra yumurtalar hassas bir şeklilde steril tartım kapları içerisine kırılarak ex-ovo koryoallantoik membran modeli uygunlanmıştır. Çalışmada kontrol grup (n: 18), düşük doz (n: 18) ve yüksek doz (n: 18) olmak üzere gruplandırılmıştır. Ex-ovo koryoallantoik membran üzerine farklı dozlarda düşük (1 µM/50 µL) ve yüksek (10 µM/50 µL) tramadol hidroklorür uygulanmış ve uygulama sonrası gruplar 0., 24. ve 48. saatte görüntülenmiştir. Elde edilen görüntülerin kantitatif analizi Image J programı (National Institutes of Health, Bethesda, MD, USA) kullanılarak analiz edilmiştir. Tüm gruplarda 0. saatte elde edilen görüntülerin ortalaması % olarak hesaplanmış ve diğer 24 ve 48 saat görüntüleri ile standardize edilmiştir. Elde edilen sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmanın sonucunda düşük (p<0,05) ve yüksek doz (p<0,01) uygulanan gruplarda ilk 24. saat sonunda vasküler proliferasyonda istatistiksel olarak anlamlı artış saptanmıştır. Ancak embriyonun periferal bölgelerinde yerleşmiş ince vasküler yapılarda bozulmalar gözlenmiştir. 48. saat sonunda ise düşük ve yüksek doz uygulanan gruplarda vasküler proliferasyonun azaldığı, yüksek doz (p<0.001) uygulanan grupta istatistiksel olarak anlamlı bir azalış tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük ve yüksek dozda uygulanan tramadol hidroklorür ilk 24 saatte vasküler proliferasyonu arttırmasına rağmen vasküler yapılarda bozulmalara neden olmaktadır. 48. saatte ise tamamen vasküler yapıyı bozduğu ve anti-anjiyogenik etki göstermiştir. Bu sonuçlar, tramadolün kanser tedavisinde ve metastazın önlenmesinde potansiyel bir rol oynayabileceğini düşündürmektedir. Ancak anjiyogenezin büyük rol oynadığı organogenez dönemi göz önünde bulundurulduğunda tramadolün fetüs üzerinde ve laktasyon sırasında potansiyel zararları hala belirsizdir. Yapılan bu çalışma, tramadol hidroklorürün kanser tedavisi alanındaki potansiyelini anlamak için bir adım olabilir. Ancak, etkin dozları, pozolojiyi ve potansiyel zararlarını tespit etmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
INTRODUCTION: The goal of this study is to find out how tramadol hydrochloride affects angiogenesis using the ex-ovo chick chorioallantoic membrane (CCM) model and what that might mean for treating cancer and stopping metastasis while angiogenesis is happening.
METHODS: Fertilized chicken eggs from the “ATAK-S” strain were used to evaluate angiogenesis. Eggs were incubated at 37.5 °C in an egg incubator that maintained a humid environment. After three days of incubation, the eggs were gently broken into sterile weighing containers, and the ex-ovo chorioallantoic membrane model was fitted. There are three different groups in the study: the control group (n=18), the low dose (n=18), and the high dose (n=18). Different doses of low (1 µM/50 µL) and high (10 µM/50 µL) tramadol hydrochloride were applied to the ex-ovo chorioallantoic membrane. After the application, the groups were monitored for 0, 24, and 48 hours. Quantitative analysis of the obtained images was performed using the Image J program (National Institutes of Health, Bethesda, MD, USA). The average of the images obtained at hour 0 in all groups was calculated as a percentage and standardized with the other 24 and 48-hour images. The results obtained were evaluated statistically.
RESULTS: As a result of our study, a statistically significant increase in vascular proliferation was detected at the end of the first 24 hours in the low (p < 0.05) and high dose (p < 0.01) groups. However, deterioration was observed in the thin vascular structures located in the peripheral regions of the embryo. At the end of the 48th hour, vascular proliferation decreased in the low and high dose groups, and a statistically significant decrease was detected in the high dose group (p < 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although tramadol hydrochloride applied in low and high doses increases vascular proliferation in the first 24 hours, it causes deterioration in vascular structures. In the 48th hour, it completely disrupts the vascular structure and has an anti-angiogenic effect. These findings suggest that tramadol may play a potential role in cancer treatment and the prevention of metastasis. However, considering the organogenesis period in which angiogenesis plays a major role, the potential harms of tramadol to the fetus and during lactation are still unclear. This study we conducted may be a step towards understanding the potential of tramadol hydrochloride in the field of cancer treatment, but more research is needed to determine effective doses, posologies, and potential harms.

3.
Kuzey Kıbrıs’ta bir üniversite hastanesinde metisilin-dirençli Staphylococcus aureus izolatlarının görülme sıklığı, antimikrobiyal direnç ve çoklu ilaç direnci paternlerinin değerlendirilmesi, 2016-2020
Evaluation of frequency, antimicrobial resistance and multidrug resistance patterns of methicillin-resistant Staphylococcus aureus isolates at a university hospital in Northern Cyprus, 2016 to 2020
Buket BADDAL, Tchamou Malraux Fleury POTINDJI, Emrah Güler
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.24892  Sayfalar 11 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: Staphylococcus aureus, hem hastane hem de toplum kaynaklı enfeksiyonlara neden olabilen önemli bir patojendir. Metisilin-dirençli S. aureus (MRSA) izolatlarının varlığı tedavi seçeneklerini sınırlamaktadır. Kuzey Kıbrıs’ta S. aureus’un epidemiyolojik ve antimikrobiyal direnç özelliklerine ilişkin literatürde kısıtlı veri bulunmaktadır. Bu çalışmada, hastanemizde MRSA görülme sıklığının belirlenmesi ve hastalardan izole edilen MRSA izolatlarında antibiyotik direnç oranlarının tespit edilerek en etkili tedavi seçeneklerinin tanımlanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2016-Aralık 2020 tarihleri arasında izole edilen 449 izolat retrospektif olarak çalışmaya dahil edilmiştir. Örneklerin Eozin Metilen Mavisi (EMB) ve %5 koyun kanlı agarlara ekimleri yapılmış ve 24-48 saat süresince 35°C’de inkübatörde inkübasyona bırakılmıştır. İzolatların tanımlanması ve antibiyotik duyarlılık testleri için Vitek-2 (bioMérieux, Fransa) otomatize sistem kullanılmıştır. Antibiyotik duyarlılığı, Avrupa Antimikrobiyal Duyarlılık Test Komitesi - European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) standardlarına göre değerlendirilmiştir. Çoklu ilaç direnci (ÇİD4), beta-laktam direnci artı üç antimikrobiyal ilaç sınıfına karşı duyarlılık analizleriyle belirlenmiştir.
BULGULAR: 449 S. aureus izolatının %40,5’i (n=182) MRSA olarak tespit edilmiştir. İzole edilen MRSA sayısı yatan hastalarda istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur (p=0,001). İleri yaş ile MRSA enfeksiyonu görülme sıklığı arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki gözlenmiştir (p<0,001). MRSA izolatları, MSSA izolatlarına kıyasla, eritromisin (%85,4), klindamisin (%52,9), siprofloksasin (%23,8), levofloksasin (%19,8), tetrasiklin (%68,0), fosfomisin (%13,0), rifampisin (%12,0) ve tobramisin (%11,1) antibiyotiklerine daha yüksek direnç göstermiştir (p<0,05). İzolatların %30,8’inde ÇİD tespit edilmiştir. Tüm MRSA ve MSSA izolatları, daptomisin, linezolid, vankomisin, fusidik asit, teikoplanin ve gentamisine karşı yüksek duyarlılık göstermiştir. Pandemi öncesi döneme göre (2016-2019), pandemi sonrası (2020) ÇİD MRSA suşlarında istatistiksel olarak anlamlı bir düşüş belirlenmiştir (p=0,0001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın beş yıllık süresi boyunca, MRSA izolatları çeşitli antibiyotiğe karşı artan bir direnç göstermiştir. Bu sebeple, ÇİD patojenlerin yayılımının önlenmesi adına, Enfeksiyon Kontrol Komitesi’nin aktif olarak çalışması ve uygunsuz antibiyotik kullanımının kısıtlanması gerektiği düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Staphylococcus aureus is a major human pathogen which is responsible for a wide variety of clinical manifestations both in nosocomial and community settings. The presence of methicillin-resistant Staphylococcus aureus (MRSA) limits treatment options. There are major gaps in literature regarding the epidemiological and antimicrobial resistance characteristics of S. aureus in Northern Cyprus. This study aims to define the frequency of MRSA in a major hospital in Northern Cyprus and determine MRSA susceptibility to currently available antimicrobials in order to define the most effective regimen for the treatment of S. aureus infections.
METHODS: Four hundred and forty-nine clinical samples collected between January 2016 to December 2020 were retrospectively included in the study. Samples were cultured on Eosin-Methylene Blue (EMB) and 5% sheep blood agar and were incubated at 35°C for 24-48 h. Laboratory identification of isolates and antimicrobial susceptibility testing have been performed by Vitek-2 (bioMérieux, France) automated identification and susceptibility testing system. Antibiotic susceptibility was assessed according to European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) criteria. Multi-drug resistance (MDR4) was determined by analyses of beta-lactam resistance plus nonsusceptibility to three additional classes of antimicrobial drugs. Data analysis was performed using SPSS Statistics Software version 23. A p value <0.05 was considered as statistically significant.
RESULTS: Of the 449 S. aureus isolates, 40.5% (n=182) were MRSA. In the inpatients group, MRSA infection rate was statistically higher (p=0.001) compared to outpatients. A significant correlation was observed between older age and MRSA infection. MRSA isolates exhibited higher resistance to erythromycin (85.4%), clindamycin (52.9%), ciprofloxacin (23.8%), levofloxacin (19.8%), tetracycline (68.0%), fosfomycin (13.0%), rifampicin (12.0%) and tobramycin (11.1%) compared to MSSA isolates (p<0.05). MDR was detected in 30.8% of the isolates. All isolates, MRSA and MSSA, showed high susceptibility to daptomycin, linezolid, vancomycin, fusidic acid, teicoplanin and gentamicin. The rate of MDR MRSA was observed to decrease statistically in the post-pandemic period compared to pre-pandemic period (p=0.0001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Over the five-year period, of the study, MRSA isolates have shown an increased resistance to several antibiotics. Therefore, the Infection Control Committee should work actively and inappropriate antibiotic use should be limited in order to prevent the spread of MDR pathogens.

4.
COVID-19 şüpheli hastalarda SARS-CoV-2 ve yaygın solunum yolu patojenleri ile koenfeksiyon
Coinfection with SARS-CoV-2 and common respiratory pathogens in patients with suspected COVID-19
Sedef Zeliha ÖNER, Hatice ÖZDEMİR, Melek DEMİR, Ergun METE, İlknur KALELİ, Ahmet ÇALIŞKAN, Çağrı ERGİN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.50024  Sayfalar 23 - 30
GİRİŞ ve AMAÇ: SARS-CoV-2 ile enfekte hastaların çoğunun klinik semptomları yaygın solunum yolu viral enfeksiyonunda görülen semptomlara benzemektedir. Çalışmamızda, COVID-19 şüphesi olan hastalarda SARS-CoV-2 ve yaygın solunum yolu virüslerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart 2020 - Mart 2022 tarihleri arasında multipleks solunum PCR paneli ve SARS-CoV-2 RT-PCR testi çalışılan 592 hastanın sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Yaygın solunum yolu viral patojenler multiplex real-time PCR paneli ile (FTD® Respiratory Pathogens 21 Kit, Fast-Track Diagnostics, Lüksemburg) saptandı. SARS-CoV-2 Real-Time PCR testi, farklı dönemlerde olmak üzere Bio-Seepdy SARS-CoV-2 Double Gene RT-qPCR Kiti, Bio-Speedy® SARS-CoV-2 Emerging Plus, Diagnovital® HS SARS-CoV-2 real time PCR kiti, DS CORONEX COVID-19 Multiplex Real Time-qPCR Test Kitleri kullanılarak incelenmiştir.
BULGULAR: Örneklerin %63,2’sinde (374/592) viral antijen pozitifliği bulunmuştur. Tek etken pozitifliği %46,3 (274/592), ikili etken %13,9 (82/592), üçlü etken %2,9 (17/592), dörtlü etken pozitifliği %0,2 (1/592) saptanmıştır. SARS-CoV-2 pozitif olan hastaların %51,5’inde (17/33) sadece SARS-CoV-2 pozitifliği ve %48,5’inde (16/33) birden fazla solunum virüsü etkeni birlikte saptanmıştır. SARS-CoV-2 negatif hastaların %46’sında (257/559) sadece bir virüs pozitifliği ve %36,3’ünde (203/559) ise birden fazla solunum virüsü etkeni birlikte saptanmıştır. SARS-CoV-2 pozitif hastalarda virüs birliktelikleri en sık human rinovirüs (HRV) (7/16, %21,2), human bocavirüs (HBoV) ve solunum adenovirüsleri (HADV) (n=3/16, %9,1), solunum sinsityal virüs (RSV) ve influenza A’da (n=2/16, %6,1) ve SARS-CoV-2 negatif hastalarda virüs birliktelikleri en sık HRV 127 (%37,2), human parainfluenza virüsleri (HPIV) 1-4 81 (%23,8), RSV A 76 (%22,3), HboV 47 (%13,8), HADV 38 (%11,1) tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda solunum yolu enfeksiyonu etkeni virüs birliktelikleri SARS-CoV-2 pozitif hastalarda daha fazla oranda görülmüştür. Özellikle COVID-19 pandemisinin devam ettiği süreçte solunum yolu viral enfeksiyonu düşünülen hastalarda birden fazla viral etken birlikteliklerinin araştırılması, doğru tedavi yaklaşımının uygulanmasına yardımcı olacaktır.
INTRODUCTION: The clinical symptoms of most patients infected with SARS-CoV-2 are similar to the symptoms of common respiratory viral infection. Our study aims to investigate SARS-CoV-2 and common respiratory viruses in patients with suspected COVID-19.
METHODS: The test results of 592 patients for multiplex respiratory PCR panel and SARS-CoV-2 RT-PCR between March 2020 and March 2022 were studied and retrospectively evaluated. Common respiratory viral pathogens were detected with the multiplex real-time PCR panel (FTD® Respiratory Pathogens 21 Kit, Fast-Track Diagnostics, Luxembourg). The SARS-CoV-2 Real-Time PCR test was evaluated using the Bio-Speedy SARS-CoV-2 Double Gene RT-qPCR Kit, Bio-Speedy® SARS-CoV-2 Emerging Plus, Diagnovital® HS SARS-CoV-2 Real-Time PCR kit, DS CORONEX COVID-19 Multiplex Real-Time Test Kits.
RESULTS: Viral antigen positivity was detected in 63.2% (374/592) of the samples. The single-agent positivity was 46.3% (274/592), the dual-agent positivity was 13.9% (82/592), the triple-agent positivity was 2.9% (17/592), and the quadruple-agent positivity was 0.2% (1/592). In 51.5% of SARS-CoV-2 positive patients (17/33), SARS-CoV-2 positivity was detected alone, while in 48.5% (16/33) multiple respiratory viral agents were detected together. Single virus positivity was found alone in 46% of SARS-CoV-2 negative patients (257/559), and 36.3% (203/559) of the patients presented more than one respiratory viral agent. The most frequent coexistent viruses in SARS-CoV-2 positive patients included human rhinovirus (HRV) (7/16, 21.2%), human bocavirus (HBoV) and respiratory adenoviruses (HADV) (n=3/16, 9.1%), respiratory syncytial virus (RSV) and influenza A (n=2/16%, HPV-6.1%); whereas the most frequent coexistent viruses in the SARS-CoV-2 negative patients were HRV 127 (%37.2), human parainfluenza viruses (HPIV) 1-4 81 (%23.8), RSV A 76 (%22.3), HboV 47 (%13.8) and HADV 38 (%11.1).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, coexisting viral respiratory infection agents were detected higher in SARS-CoV-2 positive patients. The investigation of multiple coexisting viral agents in patients who are considered to have respiratory tract viral infection will help to implement the correct treatment approach, particularly throughout the ongoing COVID-19 pandemic.

5.
Kronik hepatit B hastalarında karaciğer hasarını tespit etmek için kullanılan noninvaziv yöntemlerde HBeAg pozitifliğinin duyarlılığa etkisi
The effect of HBeAg positivity on susceptibility in noninvasive methods used to detect liver injury in chronic hepatitis B patients
Arif Doğan HABİLOĞLU, Yunus GÜRBÜZ, Tülay ÜNVER ULUSOY, Cihad ŞAKAR, İrfan ŞENCAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.62447  Sayfalar 31 - 44
GİRİŞ ve AMAÇ: Hepatit B yaygın bir sağlık sorunudur ve akut veya kronik hepatit B’den ölümler yılda 600.000’den fazladır. Hastalığın seyri boyunca gelişen karaciğer hasarı, mortalite ve morbiditenin temelini oluşturur. Karaciğer hasarının boyutunu tespit edebilmenin en doğru ve en zor uygulanan metodu karaciğer biyopsisidir. Biyobelirteçlerle geliştirilen noninvaziv metodlar ile ilgili ise literatürde çelişkili veriler mevcuttur. HBeAg+ ve HBeAg- hastalarda karaciğer hücre hasarı farklı fizyopatolojik mekanizmalarla gelişir. Karaciğer biyopsisine alternatif olarak kullanılan biyobelirteçleri HBeAg+ ve HBeAg- hasta gruplarında ayrı ayrı değerlendirerek daha duyarlı sonuçlara ulaşmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2020 yılları arasında Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde altı aydan uzun süredir HBsAg pozitifliği ile takip edilen 18 yaş üstü ve HBV DNA >2000 IU olan hastalar değerlendirildi. Hastalar HBeAg varlığına göre iki gruba ayrıldı. Daha sonra her grup histolojik olarak Modifiye İshak Skoruna göre fibrozis skoru 3’ün altında olan ve fibrozis skoru 3 ve üzeri olan hastalar olmak üzere ikiye ayrıldı. Fibrozis göstergesi olabilecek biyobelirteçler tüm hastalarda ve tüm alt gruplarda ayrı ayrı değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 191 KHB hastası dahil edildi. Tüm kohortu 89 erkek ve 102 kadın hasta oluşturdu. Hastalar arasında fibrozis skoru 3 veya daha fazla 89 hasta ve fibrozis skoru 3 den az 102 hasta değerlendirildi. Tüm hasta grubunda 48 HBeAg pozitif hasta vardı ve hastalar fibrozis skorundan bağımsız eşit olarak dağılmıştı. Tüm kohortta gruplara ayrılmadan yapılan incelemede fibrozis şiddetini saptayacak invaziv olmayan bir belirteç bulunmadı, sadece histolojik aktivite indeksi fibrozis ile ilişkilendirildi. Gruplara ayrıldıktan sonra HBeAg pozitif hasta grubunda API skoru fibrozis ile ilişkilendirilirken, HBeAg negatif hasta grubunda total protein fibrozis ile ilişkilendirildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kronik Hepatit B hastalarında fibrozis şiddetini invaziv olmayan metodlarla belirlemek hasta takip ve tedavisi için biopsiye alternatif olabileceğinden önemlidir. Bu çalışmada karaciğer hasarını tespit edebilecek noninvaziv metodlar değerlendirilirken hastaları uygun alt gruplara ayırarak değerlendirmenin önemine değiniyoruz. Kronik Hepatit B hastalarında fibrozisin şiddetini etkin şekilde saptayacak biyobelirteçlerin tespiti için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Hepatitis B is a common health problem and deaths from acute or chronic hepatitis B are more than 600,000 per year. Liver damage that develops throughout the course of the disease forms the basis of mortality and morbidity. The most accurate and most difficult method to detect the extent of liver damage is liver biopsy. There are conflicting data in the literature regarding noninvasive methods.In HBeAg+ and HBeAg- patients, liver cell damage develops by different physiopathological mechanisms. We aimed to find more sensitive results by evaluating HBeAg + and HBeAg – patients in separate groups, which are biomarkers used as an alternative to liver biopsy.
METHODS: Patients over the age of 18, who were followed by the Infectious Diseases Clinics of Dışkapı Yıldırım Beyazıt Training and Research Hospital and Yıldırım Beyazıt University Yenimahalle Training and Research Hospital between 2010 and 2020, with HBs ag positivity for more than six months and with HBV DNA >2000 IU were evaluated. The patients were divided into two groups according to the presence of HBeAg. Afterwards, each group was divided into mild fibrosis or non-fibrosis group with a fibrosis score of less than 3, and patients with a score of 3 and above in the advanced fibrosis group, according to the histologically determined treatment indication. Indirect fibrosis indicators were evaluated separately in all patients and in all subgroups.
RESULTS: 191 CHB patients were included in the study. 89 male and 102 female patients comprised the entire cohort. Among the patients, there were 89 patients with fibrosis 3 or more, and 102 patients with fibrosis below 3. There were 48 HBeAg positive patients in the whole patient group and the patients were equally distributed regardless of fibrosis. No noninvasive marker was found to detect fibrosis in the entire cohort, only the histological activity index was associated with fibrosis. In the HBeAg-positive patient group, the API score, which increased with aging and low platelet counts, was associated with fibrosis, while in the HBeAg-negative patient group, total protein was associated with fibrosis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Determining fibrosis by non-invasive methods in chronic hepatitis B patients is important as it can be an alternative to biopsy for patient follow-up and treatment. When evaluating noninvasive methods that can detect liver damage, we emphasize the importance of evaluating patients by dividing them into appropriate subgroups. More studies are needed to determine the appropriate biomarkers to detect the severity of fibrosis in chronic hepatitis B patients.

6.
Prognostik nütrisyon indeksi (PNİ) oranlarının batın operasyonu sonrası cerrahi alan enfeksiyonu gelişimi üzerine etkisi
The effect of prognostic nutrition index (PNI) rates on the development of surgical site infection after abdominal surgery
Hakan BALBALOĞLU
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.20744  Sayfalar 45 - 52
GİRİŞ ve AMAÇ: Cerrahi alan enfeksiyonu (CAE) yaygın sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyonlarından biridir. CAE risk faktörlerinden biri olan progresif nütrisyonel indeks (PNİ), beslenme değerlendirmesi için basit ama faydalı bir yöntemdir. Bu çalışmanın amacı batın cerrahisi geçirmiş hastalarda PNİ oranlarını ve bu oranların CAE gelişimini tahmin etmedeki yerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2014-2021 yılları arasındaki hastane kayıtları taranarak batın cerrahisi geçiren toplam 514 hasta dahil edilmiştir. Preoperatif PNİ hesaplamasında (PNİ= 10 × serum albümini (g/dl) + 0,005 × toplam lenfosit sayısı (mm3) formülü kullanılmıştır. CAE tespit edilmiş ve edilmemiş hastalarda PNİ oranları karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 514 hastanın 267’sinde CAE tespit edilmiştir. Geriye kalan 247 hasta ise kontrol grubu olarak seçilmiştir. Hastaların 222 (%43,2)’sinin kadın ve 292 (%56,8)’sinin erkek olduğu belirlenmiştir. Bunların yaş ortanca (medyan) değeri 64 (min: 20 maks: 93) bulunmuştur. CAE için geçen süre ortalaması (median) 13 gün (min: 6-maks: 30) olarak hesaplanmıştır. PNİ, CAE tespit edilen grupta 32 (min: 27-maks: 37), kontrol grubunda ise 36 (min: 32-max: 41) saptanmıştır. İki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmiştir (p<0,000). CAE’li hastaların 87 (%32,7)’sinde Enterococcus spp., 71 (%26,3)’inde E. coli, 34 (%12,8)’ünde koagülaz (-) metisiline dirençli Staphylococcus aureus, 18 (%6,8)’inde Klebsiella pneumoniae, 16 (%6)’sında Candida spp., 15 (%5,6)’inde Acinetobacter spp., 8 (%3)’inde Pseudomonas spp., 8 (%3)’inde Enterobacter aerogenes, 5 (%1,9)’inde koagülaz (+) metisiline duyarlı Staphylococcus aureus, 3 (%1,1)’ünde Proteus mirabilis ve 2 (%0,8)’sinde Bacillus spp., bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Preoperatif dönemde PNİ değerleri düşük olan hastaların, CAE gelişimi açısından daha riskli olduğu belirlenmiştir. PNİ düzeyleri CAE gelişecek hastaların yakın izlemi ve erken tespiti açısından kullanılabilir
INTRODUCTION: Surgical site infection (SSI) is one of the common healthcare-associated infections. Progressive nutritional index (PNI), one of the risk factors for SSI, is a simple but useful method for nutritional assessment. The aim of this study is to investigate the rates of PNI in patients who have undergone abdominal surgery and the role of these rates in predicting the development of SSI.
METHODS: A total of 514 patients who underwent abdominal surgery between 2014 and 2021 were included in the study by retrospective review of hospital records. The formula (PNI= 10 × serum albumin (g/dl) + 0.005 × total lymphocyte count (mm3) was used to calculate preoperative PNI. PNI rates were compared in patients with and without SSI.
RESULTS: SSI was detected in 267 of the 514 patients included in the study (case group: 267, control group: 247). The median age of the patients was 64 (min: 20 max: 93) years, 222 (43.2%) were female and 292 (56.8%) were male. The median time to SSI was 13 days (min: 6-max: 30). PNI the group in which SSI was detected was 32 (min: 27-max: 37), 36 (min: 32-max: 41) in the control group. There was a statistically significant difference between the two groups (p<0.000). In patients with SSI, Enterococcus spp. were detected in 87 (32.7%), E. coli in 71 (26.3%), coagulase (-) methicillin resistant Staphylococcus aureus in 34 (12.8%) patients, 18 (6.8%) in Klebsiella pneumoniae, Candida spp. in 16 (6%), Acinetobacter spp. in 15 (5.6%), Pseudomonas spp. in 8 (3%), Enterobacter aerogenes in 8 (3%) coagulase (+) methicillin sensitive Staphylococcus aureus in 5 (1.9%), Proteus mirabilis in 3 (1.1%) and Bacillus spp. in 2 (0.8%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been found that patients with low PNI values in the preoperative period are at higher risk for the development of SSI. PNI levels can be used for close monitoring and early detection of patients who will develop SSI.

7.
Farklı yem kombinasyonları ile beslenen Simmental ırkı ineklerin çiğ sütünde besin içeriğindeki değişiklikler
Changes in nutritional content in raw milk of the Simmental breed cows fed with different forage combinations
Baki BEYAZ, Ersin DEMİR, Figen ERDEM ERİŞİR, İbrahim Akın TEMİZER, Ökkeş YILMAZ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.09068  Sayfalar 53 - 66
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, farklı yem kombinasyonları ile beslenen Simmental ırkı ineklerin çiğ süt örneklerinde yağ asitleri, aminoasitler, yağda çözünen vitaminler (ADEK) ve fitosterollerin biyokimyasal bileşimleri incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Süt örnekleri Elazığ iline bağlı Kovancılar ilçesindeki çiftlikten sağlanmıştır. İnekler bahar mevsiminde farklı yem kombinasyonlarında beslenmiştir. Bunlar; Grup 1: Pancar küspesi+Fabrika yemi+Saman ile beslenen inekler (n: 10); Grup 2: Mısır silajı+Arpa+Saman ile beslenen inekler (n: 10) ve Grup 3: Merada serbest beslenen inekler (n: 10) olarak gruplandırılmıştır. Beslenmenin 15. gününde süt örnekleri alınarak laboratuvara getirilmiştir. Soğuk zincir şartlarına uygun olarak laboratuvara getirilen süt örneklerinin biyokimyasal analizleri yapılmıştır. Süt örnekleri birtakım biyokimyasal işlemlerden geçtikten sonra, yağ asidi, ADEK vitaminleri, kolesterol, fitosterol ve aminoasit analizleri yapıldı. Kolesterol ve ADEK vitaminlerinin analizi yüksek performanslı sıvı kromatografisi (HPLC) cihazı, aminoasit ve yağ asitlerinin analizi ise gaz kromatografi (GC) ve FID dedektörü ile yapılmıştır.
BULGULAR: İncelenen süt örneklerinde 18 aminoasit tespit edilmiştir. Grup 1 ile karşılaştırıldığında, arginin (p<0,001), isolözin (p<0,05), metionin (p<0,05), threonin (p<0,05), fenilalanin (p<0,001), lizin (p<0,05) ve triptofan (p<0,001) aminoasitlerinin miktarlarının istatistiksel olarak arttığı, alanin (p<0,001), glisin (p<0,05), lösin (p<0,05), aspartik asit (p<0,01) ve glutamik asit (p<0,05) miktarlarının istatistiksel olarak Grup 3’te azaldığı tespit edilmiştir. Grup 1 ile karşılaştırıldığında, arginin (p<0,001), threonin (p<0,05), fenilalanin (p<0,001) ve lizin (p<0,05) aminoasitlerinin miktarlarının istatistiksel olarak arttığı, alanin (p<0,001), glisin (p<0,001), prolin (p<0,01), aspartik asit (p<0,05), glutamik asit (p<0,001), histidin (p<0,001) ve triptofan (p<0,05) miktarlarının istatistiksel olarak Grup 2’de azaldığı belilenmiştir. Grup 1 ile karşılaştırıldığında laurik asit (p<0,05), miristik asit (p<0,01), pentadekanoik asit (p<0,05), palmitik asit (p<0,01), stearik asit (p<0,001), oleik asit (p<0,001) ve kolesterol (p<0,05) miktarlarının istatistiksel olarak azaldığı, linoleik asit (p<0,001), alfa-linolenik asit (p<0,001) ve dihomo-gamma-linolenik asit (p<0,05), vitamin K2 (p<0,001), γ-tokoferol (p<0,001), vitamin D2 (p<0,001), α-tokoferol (p<0,001), α-tokoferol asetat (p<0,05), vitamin K1 (p<0,001), stigmasterol (p<0,01), β-sitosterol (p<0,05) düzeylerinin Grup 3’te istatistiksel olarak arttığı belirlendi. Grup 1 ile karşılaştırıldığında stearik asit (p<0,001), oleik asit (p<0,01), α-tokoferol asetat (p<0,001) ve β-sitosterol (p<0,05) miktarları istatistiksel olarak azalırken, vitamin K2 (p<0,001), γ-tokoferol (p<0,01), vitamin D2 (p<0,01), α-tokoferol (p<0,01), vitamin K1 (p<0,01) ve stigmasterol (p<0,01) miktarlarının istatistiksel olarak Grup 2’de arttığı görülmüştür. Gruplar arasında sütün yağ asidi bileşiminde sırasıyla,- palmitik asit, oleik asit, miristik asit, stearik asit, laurik asit, linoleik asit, palmitoleik asit ve pentadekanoik asit miktarlarının %1’in üzerinde bulunduğu saptanmıştır. Gruplar arasında bazı yağ asidi miktarlarında önemli değişimlerin olduğu görülmüştür. Ayrıca gruplar arasında kolesterol, fitosterol ve bazı ADEK vitaminlerin miktarlarında önemli değişimlerin olduğu tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu verilere göre, süt üreticilerinin hayvan beslenmesinde farklı yem kombinasyonlarını kullanmasının sütün biyokimyasal içeriğinin zenginleşmesi için oldukça önemli olduğu görülmektedir. Sütün besin içeriğinin farklı yem kombinasyonları ve florada beslenmeye bağlı olarak sütün biyokimyasal bileşiminin değiştiği saptanmıştır. Ayrıca merada beslenen ineklerin süt içeriğinin sağlıklı yaşam için gerekli besinlerce daha belirgin bir şekilde zenginleştiği bulunmuştur.
INTRODUCTION: In this study, the biochemical compositions of fatty acids, amino acids, fat-soluble vitamins (ADEK), cholesterol and phytosterols were examined in raw milk samples of Simmental breed cows fed with different forage combinations.
METHODS: Milk samples were provided from their farm in Kovancılar district of Elazığ province in Türkiye. The cows were fed in different forage combinations the spring season. These were Group 1: cows fed with Beet pulp+Factory feed+Hay (n: 10); Group 2: cows fed with Maize silage+Barley+Hay (n: 10), and Group 3: cows free-fed in pasture (n: 10). Milk samples were taken on the 15th day of feeding and brought to the laboratory. Biochemical analyses were performed on the milk samples brought to the laboratory in accordance with the cold chain rules. After the milk samples went through a number of biochemical processes, fatty acid, ADEK vitamins, cholesterol and amino acid analyses were performed. The analysis of cholesterol and ADEK vitamins was performed with a high performance liquid chromatography (HPLC) device, and analysis of amino acids and fatty acids was performed with gas chromatography (GC) and FID detector.
RESULTS: 18 amino acids were detected in the milk samples examined. Compared to Group 1, it was found that the amounts of arginine (p<0.001), isolosine (p<0.05), methionine (p<0.05), threonine (p<0.05), phenylalanine (p<0.001), lysine (p<0.05) and tryptophan (p<0.001) amino acids increased statistically, while the amounts of alanine (p<0.001), glycine (p<0.05), leucine (p<0.05), aspartic acid (p<0.01) and glutamic acid (p<0.05) decreased statistically in Group 3. Compared to Group 1, it was found that the amounts of arginine (p<0.001), threonine (p<0.05), phenylalanine (p<0.001) and lysine (p<0.05) amino acids increased statistically, while the amounts of alanine (p<0.001), glycine (p<0.001), proline (p<0.01), aspartic acid (p<0.05), glutamic acid (p<0.001), histidine (p<0.001) and tryptophan (p<0.05) decreased statistically in Group 2. Compared to Group 1, the amounts of lauric acid (p<0.05), myristic acid (p<0.01), pentadecanoic acid (p<0.05), palmitic acid (p<0.01), stearic acid (p<0.001), oleic acid (p<0.001) and cholesterol (p<0.05) were statistically decreased, while the amounts of linoleic acid (p<0.001), alpha-linolenic acid (p<0.001), dihomo-gamma-linolenic acid (p<0.05), vitamin K2 (p<0.001), γ-tocopherol (p<0.001), vitamin D2 (p<0.001), α-tocopherol (p<0.001), α-tocopherol acetate (p<0.05), vitamin K1 (p<0.001), stigmasterol (p<0.01), β-sitosterol (p<0.05) were statistically increased in Group 3. Compared to Group 1, the amounts of stearic acid (p<0.001), oleic acid (p<0.01), α-tocopherol acetate (p<0.001) and β-sitosterol (p<0.05) were statistically decreased, while the amounts of vitamin K2 (p<0.001), γ-tocopherol (p<0.01), vitamin D2 (p<0.01), α-tocopherol (p<0.01), vitamin K1 (p<0.01) and stigmasterol (p<0.01) were statistically increased in Group 2. It was determined that the amounts of palmitic, oleic, myristic, stearic, lauric, linoleic, palmitoleic and pentadecanoic acids were found to be above 1% in the fatty acid composition of milk among the groups, respectively. It was determined that there were significant changes in the amount of some fatty acids among the groups. In addition, it was determined that there were significant changes in the amounts of cholesterol, phytosterol and some ADEK vitamins among the groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to these data, it is seen that the use of different feed combinations in animal nutrition by dairy producers is very important for enriching the biochemical content of milk. It has been determined that the nutrient content of milk changes depending on different feed combinations and feeding in the flora. In addition, it has been found that the milk content of cows fed in pasture is more significantly enriched with nutrients necessary for a healthy life.

8.
Tarçın ekstraktlarının bazı patojenler üzerine antibakteriyel etkilerinin in vitro incelenmesi
Determination of in vitro antibacterial effects of cinnamon extracts on some pathogens
Ayla ÜNVER ALÇAY, Aysun SAĞLAM, Nagihan ÇAĞLAR, Kamil BOSTAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.69379  Sayfalar 67 - 78
GİRİŞ ve AMAÇ: Gıda kaynaklı enfeksiyonlar dünya çapında halk sağlığı sorunu olmaya devam etmektedir. Antibiyotiklerin keşfi enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde önemli bir mihenk taşı olmuştur. Ancak günümüzde antibiyotiklere dirençli enfeksiyonlar nedeniyle her yıl çok sayıda insan yaşamını yitirmektedir. Antibiyotiklere karşı direnç yeni antibakteriyellerin geliştirilmesini zorunlu kılmıştır. Günümüzde gıda koruyucu doğal antimikrobiyallere talep de artarak devam etmektedir. Ayrıca COVID-19 pandemisiyle birlikte antimikrobiyal etkinliği olan fonksiyonel gıda takviyelerine yoğun ilgi olmaktadır. Bu çalışmada, mutfakta geniş bir kullanım alanına sahip olan ve sayısız sağlık yararı nedeniyle fonksiyonel gıdalara dahil edilen tarçın baharatının çeşitli çözücülerle (etanol, metanol, kloroform ve su) hazırlanan ekstraktlarının bazı gıda ve suyla bulaşan patojen bakteriler üzerine antimikrobiyal etkinliğinin in vitro çalışmalarla belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada; tarçının metanol, etanol, kloroform ve su ekstraktlarının bazı önemli gıda ve suyla bulaşan patojen bakteriler (Staphylococcus aureus, Bacillus cereus, Listeria monocytogenes, Escherichia coli, Enterococcus faecalis, Salmonella Typhi) üzerine in vitro antimikrobiyal aktiviteleri agar kuyu difüzyon ve mikrodilüsyonla yapılan minimum inhibe edici konsantrasyon (MİK) yöntemleri ile belirlenmiştir.
BULGULAR: Tarçından elde edilen etanol ve metanol ekstraktlarının incelenen bakterilere karşı değişen derecelerde antibakteriyel etkinliğe sahip olduğu gözlenmiş, MİK değerlerinin sırasıyla 1,65 ila 6,82 mg/mL, 1,12 ila 9,16 mg/mL arasında değiştiği saptanmıştır. Tarçının etanol ve metanol ile elde edilen ekstraktları için minimum inhibisyon zonları (MİZ) ise sırasıyla 11,13-14,35 mm ve 12,20-15,55 mm aralığında belirlenmiştir. Tarçının kloroform ekstraktları ve sulu ekstraktları ile MİZ ve MİK saptanamadığı için istatistiksel değerlendirmede kapsam dışı bırakılmıştır. Yapılan istatistik değerlendirmede; etanol ve metanol ekstraktlarının MİZ sonuçları karşılaştırıldığında, antimikrobiyal etkinlik açısından farklılığın anlamlı olmadığı (E. faecalis hariç) belirlenmiş ve bu ekstraktların benzer derecede antimikrobiyal etkinlik gösterdiği saptanmıştır (p<0,05). E. faecalis’e karşı tarçının metanol kullanılarak elde edilen ekstraktının etanolle elde edilene kıyasla daha duyarlı olduğu belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada; incelenen tarçının etanol ve metanol ekstraktlarının antibakteriyel aktivite sonuçlarının, tarçın ekstraktlarının daha önceki çalışmalarda belirlenen patojenler üzerindeki antibakteriyel aktivitesine yakın hatta daha yüksek olabileceği belirlenmiştir. Elde edilen verilerin, gıdaların formülasyonlarının hazırlanmasında yardımcı olacağı düşünülmektedir. Bu çalışmanın sonuçları, geçmişte tarçın ekstraktları ile yapılan antibakteriyel aktivite çalışmalarının verileri ile karşılaştırıldığında çok farklı sonuçlar elde edildiği gözlenmiştir. Bitkisel antimikrobiyallerin etkinliğinin belirlenmesinde, antibiyotiklerde olduğu gibi standardize yöntemlere ihtiyaç duyulduğu sonucuna da varılmıştır.
INTRODUCTION: Foodborne illnesses are still a major public health concern across the world. Antibiotics have been a critical component in the treatment of infectious illnesses since their discovery. However, antibiotic-resistant diseases claim the lives of countless individuals every year. Antibiotic resistance requires the development of new antibiotics. Nowadays, the demand for natural antimicrobials as a food preservative is on the rise. Furthermore, with the COVID-19 pandemic, functional food supplements with antibacterial action are gaining popularity. The focus of this research was to identify the in vitro antimicrobial activity of cinnamon spice, which has many culinary utilizes and is used in functional foods due to its multiple health benefits, extracts prepared with various solvents (ethanol, methanol, chloroform, and water) against some food and water-borne pathogens.
METHODS: Cinnamon methanol, ethanol, chloroform, and water extracts were tested for in vitro antimicrobial activity against a variety of food and water-borne pathogens (Staphylococcus aureus, Bacillus cereus, Listeria monocytogenes, Escherichia coli, Enterococcus faecalis, Salmonella Typhi) using agar well diffusion and minimum inhibitory concentration (MIC) methods.
RESULTS: MIC values for ethanol and methanol extracts from cinnamon ranged from 1.65 to 6.82 mg/mL and 1.12 to 9.16 mg/mL, respectively. Inhibition zones for ethanol and methanol extracts were determined in the range of 11.13-14.35 mm and 12.20-15.55 mm, respectively. In order to assess these extracts as food preservatives, more research on food model systems is required. Since MIZ and MIC were not determined cinnamon chloroform extracts and aqueous extracts, they were excluded from the statistical evaluation. In the statistical evaluation, when MIZ results were compared for the antimicrobial effects of ethanol and methanol extracts, it was determined that the difference was not significant (except for E. faecalis) (p<0.05). It was determined that the cinnamon extract obtained using methanol was more sensitive to E. faecalis than the cinnamon extract obtained with ethanol.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was determined that the antibacterial activity results of cinnamon ethanol and methanol extracts examined in this study may be close to or even higher than the antibacterial activity of cinnamon extracts on pathogens determined in previous studies. It is thought that the data obtained will help in the preparation of food formulations. When the results of this study were compared with the data of antibacterial activity studies conducted with cinnamon extracts in the past, it was observed that very different results were obtained by different researchers. It has been concluded that standardized methods are needed to determine the efficacy of herbal antimicrobials, as for antibiotics to determine antimicrobial efficacy.

9.
Solunum yolu enfeksiyonlarında kullanım önerisi ile satılan bitkisel çayların antimikrobiyal etkileri
Antimicrobial effects of herbal teas sold with recommendation for use in respiratory tract infections
Serdar DEMİR, Canan KARAALP, İsmail ÖZTÜRK
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.87522  Sayfalar 79 - 90
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, İzmir’deki aktarlarda solunum yolu enfeksiyonlarında kullanım önerisi ile satılan 19 adet bitkisel çay örneğinden (13 karışım çay, 4 mono çay ve 2 ticari marka) hazırlanan su ve metanol ekstrelerinin, 7 standart bakteri suşu, 2 standart maya mantarı suşu ve 12 klinik izolat üzerindeki antimikrobiyal aktivitelerinin araştırılması amaçlanmıştır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bitkisel çaylardan hazırlanan ekstrelerin, antimikrobiyal aktiviteleri American Tip Kültür Koleksiyonu’ndan temin edilen Staphylococcus aureus, Enterococcus faecalis, Escherichia coli, Salmonella enterica, Pseudomonas aeruginosa, Bacillus subtilis, Streptococcus pneumoniae, Candida albicans, C. parapsilosis ile 12 klinik izolat (4 S. aureus, 4 C. albicans ve 4 S. pneumoniae) üzerinde Clinical Laboratory Standards Institute (CLSI) kriterlerine göre mikrodilüsyon metodu ile incelenerek minimum bakterisidal/fungusidal konsantrasyon (MBK/MFK) değerleri belirlenmiştir.
BULGULAR: İncelenen örnekler arasında güçlü antibakteriyel aktivite gösteren ekstreler şu şekildedir: adaçayı metanol ekstresi S. aureus, B. subtilis suşları ile 4 S. aureus izolatında, 13 bitkisel drog içeren kış çayı metanol ekstresi E. faecalis ile 3 S. aureus izolatında, 11 bitkisel drog içeren kış çayı metanol ekstresi ise E. faecalis üzerinde inhibisyon sağlamıştır (MİK=31-62 µg/mL).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada standart bakteri ve maya mantarı suşları ile klinik izolatlara karşı etkinlikleri araştırılan bitki çayı ekstrelerinin farklı düzeylerde antimikrobiyal aktivite gösterdiği saptanmıştır. Ayrıca, antienflamatuvar etkili zencefil ve zerdeçal, müsilaj taşıyan ıhlamur ve hatmi gibi droglar içeren bitkisel kış çayları, doğru bitkinin seçilmesi, kabul edilir yöntemlerle toplanıp paketlenmesi ve uygun koşullarda saklanması halinde tedaviyi desteklemek için kullanılabilir.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to investigaste the antimicrobial activities of water and methanol extracts prepared from 19 herbal tea samples (13 blended teas, 4 mono teas and 2 trademarks) sold by herbalists in Izmir with recommendation for use in respiratory tract infections, on 7 standard bacterial strains, 2 standard yeast strains and 12 clinical isolates.
METHODS: The antimicrobial activities of the extracts prepared from the medicinal teas were investigated on Staphylococcus aureus, Enterococcus faecalis, Escherichia coli, Salmonella enterica, Pseudomonas aeruginosa, Bacillus subtilis, Streptococcus pneumoniae, Candida albicans and C. parapsilosis obtained from the American Type Culture Collection (ATCC) and on 12 clinical isolates (including 4 S. aureus, 4 C. albicans and 4 S. pneumoniae). Minimum bactericidal/fungicidal concentration (MBC/MFC) values were determined by examining with microdilution method according to Clinical Laboratory Standards Institute (CLSI) criteria.
RESULTS: Among the tested samples, the extracts that exhibited potent antibacterial activity are as follows: methanol extract of sage inhibited S. aureus, B. subtilis strains and 4 S. aureus isolates; methanol extract of a winter tea consisting 13 herbal drugs inhibited E. faecalis and 3 S. aureus isolates and methanol extract of a winter tea consisting 11 herbal drugs inhibited E. faecalis (MIC=31-62 µg/mL).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, it was determined that herbal winter tea extracts, whose activities were investigated against standard bacterial and yeast strains and clinical isolates, showed antimicrobial activity at different levels. In addition, anti-inflammatory drugs such as ginger and turmeric, mucilage-bearing linden and marshmallow can be used to support the treatment if the right plant is selected, collected and packaged with acceptable methods and stored under appropriate conditions.

10.
Türkiye’de vulvovajinal kandidiyaz prevalansı, risk faktörleri, etkenleri ve laboratuvar tanısına dair sistematik bir derleme ve meta-analizi
A systematic review and meta-analysis of the prevalence, risk factors, agents and laboratory diagnosis of vulvovaginal candidiasis in Türkiye
İmdat KILBAŞ, Elmas Pınar KAHRAMAN KILBAŞ, İhsan Hakkı ÇİFTÇİ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.22308  Sayfalar 91 - 102
GİRİŞ ve AMAÇ: Vulvovajinal kandidiyazis (VVK), kadınlar arasında en sık görülen yüzeyel mikozdur ve kadınların %75’inin yaşamları boyunca en az bir kez ve bunların da yaklaşık %40-50’sinin ikinci kez maruz kaldığı tahmin edilmektedir. Bu çalışma, Türkiye’de VVK prevalansını, risk faktörlerini, etiyolojik etkenlerini ve laboratuvar tanısını belirlemeyi amaçlamıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, Ocak 1995 ile Aralık 2021 tarihleri arasında ulusal ve uluslararası veri tabanlarında (PubMed, Embase, Scopus, Google Scholar, Web of Science ve Turkish Medline) İngilizce ve Türkçe dillerinde yayınlanan, VVK epidemiyolojik özelliklerinin raporlanmasına yönelik özgün bilimsel makaleler taranmıştır. Elektronik veri tabanlarında “vajinal maya enfeksiyonu”, “vajinal kandidiyazis”, “vulvovajinal kandidiyazis Türkiye”, “kandidal vajinit”, “Candida vajiniti”, “vajinal kandidoz”, “Candida türleri”, “epidemiyoloji”anahtar terimlerinin çeşitli kombinasyonları kullanılarak tarama yapılmıştır.
BULGULAR: Dahil edilen 28 çalışmanın tamamında yetişkin kadınlarda VVC prevalansı ortalama %57,91; 2-18 yaş grubunda ise %68,21 olarak bulunmuştur. Etken dağılımına bakıldığında en yaygın Candida albicans (%54.76), Candida glabrata (%24.04), diğer Candida türleri (%12.29), Candida krusei (%3.68), Candida kefyr (%3.37) ve Candida tropicalis (%2.07) pozitifliği bildirilmiştir. Derlenen çalışmalarda hastaların en sık predispozan faktörleri gebelik (%35.71) ve diyabet (%35.71) belirlenmiştir. Makaleler yayınlandıkları yıl ve illere göre incelendiğinde; Candida prevalansının anlamlı farklılık göstermediği görülmüştür (p>0,05). Çalışmalarda suşların tanımlanması için VITEK®2 (bioMérieux, Marcy l’Etoile, Fransa) otomatik tanımlama sistemi (15), Germ tüpü (7) ve CHROMagar (7) tanı yöntemleri kullanılmıştır. Meta analiz sonucunda çalışmalar arasında yüksek düzeyde heterojenite olduğu belirlenmiştir (I2=95,28).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Meta-analiz çalışmamız sonucunda; Türkiye’de kadınlarda ve çocuklarda VVK prevalans oranı yüksek bulunmuştur. Ayrıca VVK etiyolojisinde albicans dışı türlerin arttığı tespit edilmiştir. 1999 yılından günümüze geldikçe VVK etiyolojisinde C. glabrata türlerinin görülme sıklığının arttığı görülmüştür. VVK enfeksiyonunun cinsel yolla bulaşan diğer hastalıklara karşı duyarlılığı ve ayrıca gebelerde erken doğum, konjenital kütanöz kandidiyaz riskini arttırdığı göz önünde bulundurulduğunda, tedavi takibi ve hastalıktan korunma gibi konularda hastaların bilinçlendirilmesi esastır.
INTRODUCTION: Vulvovaginal candidiasis (VVC) is the most common superficial mycosis among women, and it is estimated that 75% of women experience at least one in their lifetime, and about 40-50% have a second exposure. This study aims to determine the prevalence, risk factors, etiological factors and laboratory diagnosis of VVC in Türkiye.
METHODS: In the study, original scientific articles for the reporting of VVC epidemiological features published in English and Turkish languages in national and international databases (PubMed, Embase, Scopus, Google Scholar, Web of Science and Turkish Medline) between January 1995 and December 2021 were searched. Electronic databases were searched using various combinations of “vaginal yeast infection”, “vaginal candidiasis”, “vulvovaginal candidiasis Turkey”, “candidal vaginitis”, “Candida vaginitis”, “vaginal candidosis”, “Candida species”, “epidemiology” key terms.
RESULTS: The mean prevalence of VVC in adult women was found to be 57.91% in all of the 28 included studies, and 68.21% in the 2-18 age group. Considering the causative distribution, the most common Candida albicans (54.76%), Candida glabrata (24.04%), other Candida species (12.29%), Candida krusei (3.68%), Candida kefyr (3.37%), and Candida tropicalis (2.07%) positivity has been reported. In the included studies, the most common predisposing factors of the patients were pregnancy (35.71%) and diabetes (35.71%). When the articles were examined according to the year they were published and the provinces, it was seen that the prevalence of Candida did not differ significantly (p>0.05). In the studies, VITEK®2 (bioMérieux, Marcy l’Etoile, France) automatic identification system (15), Germ tube (7) and CHROMagar (7) diagnostic methods were used to identify strains. As a result of the meta analysis, it was determined that there was a high level of heterogeneity among studies (I2=95.28).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result of our meta-analysis study, the prevalence of VVC was found to be high in women and children in Turkey. In addition, it was determined that non-albicans species increased in the etiology of VVK. It has been observed that the incidence of C. glabrata species in the etiology of VVC has increased since 1999. Considering that VVK infection increases the susceptibility to other sexually transmitted diseases, as well as the risk of preterm birth and congenital cutaneous candidiasis in pregnant women, it is essential to raise awareness of patients on issues such as treatment follow-up and protection from the disease.

DERLEME
11.
Tüberküloz dışı mikobakteriyel enfeksiyonlar: patogenez ve risk faktörleri, tanı, tedavi, immün yanıt
Nontuberculous mycobacterial infections: pathogenesis and risk factors, diagnosis, treatment, immune response
Gönül ASLAN, Leyla ERSOY
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.40336  Sayfalar 103 - 118
Tüberküloz dışı mikobakteri (TDM)’ler aquafilik ve jeofilik çevre organizmalarıdır. Genellikle bağışıklığı baskılanmış hastaları etkileyen, klinik vakalarının çoğunu pulmoner enfeksiyonların oluşturduğu, 150’den fazla türü içermektedir. Bunlar arasında en sık izole edilen ve klinik olarak anlamlı bulunan türler Mycobacterium avium komplex (MAK), Mycobacterium abscessus, Mycobacterium ulcerans, Mycobacterium kansasii, Mycobacterium fortuitum, Mycobacterium chelonae, Mycobacterium malmoense, Mycobacterium xenopi ve Mycobacterium marinum’dur. Pulmoner enfeksiyonların insidansı ve prevalansı dünya çapında artmaktadır. Pulmoner TDM hastalığı genellikle kronik akciğer hastalığı olan yaşlı nüfusu etkilerken aynı zamanda genetik yatkınlık ve çevresel maruziyetlerde hastalığın kazanılmasında rol oynamaktadır. Pulmoner TDM hastalığı tanısı konulabilmesi için hastaların klinik, mikrobiyolojik ve radyolojik tanı kriterlerinin tamamını karşılaması gerekmektedir. Moleküler yöntemlerdeki ilerlemeler, yeni türlerin tespitine ve TDM’nin tür ve alt tür düzeyinde tanımlanmasına olanak sağlamıştır. Tanı ve tedavisi oldukça güç olan bu mikroorganizmalar yüksek nüks oranlarına sahiptir. TDM’ye çevresel maruziyet kaçınılmaz olmasına rağmen, enfeksiyon hastalığının nadir olmasının en önemli nedeni konak immün yanıtıdır. TDM enfeksiyonlarında patogenez ve konak immün yanıtını aydınlatmaya yönelik araştırmalar son yıllarda hız kazanmıştır. Günümüzde bir halk sağlığı sorununa dönüşmeye başlayan TDM ilişkili hastalıklar bitmeyen pandemi olarak nitelendirilen tüberkülozun gölgesinde kalmış ve yeterli ilgiyi görememiştir. Bu derlemedeki amacımız; TDM’lerin epidemiyolojisi, tanı kriterleri, mikrobiyolojik tanı yöntemleri, TDM enfeksiyonlarının tedavisi ve özellikle konağın doğal bağışıklık yanıtına genel bir bakış sunmaktır.
Nontuberculous Mycobacteria (NTM) are aquatic and geophilic environmental organisms that typically affect immunocompromised patients, with the majority of clinical cases being pulmonary infections caused by more than 150 species. The most commonly isolated and clinically significant species among them are Mycobacterium avium complex (MAC), Mycobacterium abscessu, Mycobacterium ulcerans, Mycobacterium kansasii, Mycobacterium fortuitum, Mycobacterium chelonae, Mycobacterium malmoense, Mycobacterium xenopi, and Mycobacterium marinum. The incidence and prevalence of pulmonary infections have increased worldwide. Pulmonary NTM disease typically affects the elderly population with chronic lung disease, but genetic predisposition and environmental exposures also play a role in acquiring the disease. Patients must meet all clinical, microbiological and radiological diagnostic criteria for a diagnosis of pulmonary NTM disease. Advances in molecular methods have enabled the detection of new species and the identification of NTM at the species and subspecies level. These microorganisms, which are difficult to diagnose and treat, have high recurrence rates. Although exposure to NTM is inevitable, the rarity of the infection is mainly due to the host immune response. Research on the pathogenesis and host immune response in NTM infections has gained momentum in recent years. NTM associated diseases, which are becoming a public health problem today, have been overshadowed by tuberculosis, which is considered an ongoing pandemic, and have not received sufficient attention. The aim of this review is to provide an overview of the epidemiology, diagnostic criteria, microbiological diagnostic methods, treatment of NTM infections, and particularly a general view of the host’s natural immune response to NTM.

LookUs & Online Makale
w