TÜM DERGİ | |
1. | THDBD 2024-1 Cilt 81 Tüm Dergi TBHEB 2024-1 Vol 81 Full Printed Journal Utku ERCÖMERTdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.36037 Sayfalar 1 - 119 Makale Özeti |Tam Metin PDF |
ARAŞTIRMA | |
2. | Tramadol hidroklorürün anjiyogenez üzerindeki etkisi: ex-ovo koryoallantoik membran modeli üzerinde in-vivo değerlendirme Effect of tramadol hydrochloride on angiogenesis: in-vivo evaluation on ex-ovo chorioallantoic membrane model Nadide ÖRS YILDIRIMdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.85226 Sayfalar 3 - 10 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, tramadol hidroklorürün anjiyogenez üzerindeki etkilerini ex-ovo civciv koryoallantoik membran (CAM) modeli kullanarak incelemek ve anjiyogenez sürecindeki etkilerinin kanser tedavisi ve metastazın önlenmesi üzerindeki potansiyel etkisini değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Anjiyogenezi değerlendirmek için “ATAK-S” soyundan fertilize tavuk yumurtaları kullanılmıştır. Yumurtalar, 37,5°C’de ve nemli ortamını koruyan yumurta inkübatöründe inkübe edilmiştir. İnkübasyondan üç gün sonra yumurtalar hassas bir şeklilde steril tartım kapları içerisine kırılarak ex-ovo koryoallantoik membran modeli uygunlanmıştır. Çalışmada kontrol grup (n: 18), düşük doz (n: 18) ve yüksek doz (n: 18) olmak üzere gruplandırılmıştır. Ex-ovo koryoallantoik membran üzerine farklı dozlarda düşük (1 µM/50 µL) ve yüksek (10 µM/50 µL) tramadol hidroklorür uygulanmış ve uygulama sonrası gruplar 0., 24. ve 48. saatte görüntülenmiştir. Elde edilen görüntülerin kantitatif analizi Image J programı (National Institutes of Health, Bethesda, MD, USA) kullanılarak analiz edilmiştir. Tüm gruplarda 0. saatte elde edilen görüntülerin ortalaması % olarak hesaplanmış ve diğer 24 ve 48 saat görüntüleri ile standardize edilmiştir. Elde edilen sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: Çalışmanın sonucunda düşük (p<0,05) ve yüksek doz (p<0,01) uygulanan gruplarda ilk 24. saat sonunda vasküler proliferasyonda istatistiksel olarak anlamlı artış saptanmıştır. Ancak embriyonun periferal bölgelerinde yerleşmiş ince vasküler yapılarda bozulmalar gözlenmiştir. 48. saat sonunda ise düşük ve yüksek doz uygulanan gruplarda vasküler proliferasyonun azaldığı, yüksek doz (p<0.001) uygulanan grupta istatistiksel olarak anlamlı bir azalış tespit edilmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük ve yüksek dozda uygulanan tramadol hidroklorür ilk 24 saatte vasküler proliferasyonu arttırmasına rağmen vasküler yapılarda bozulmalara neden olmaktadır. 48. saatte ise tamamen vasküler yapıyı bozduğu ve anti-anjiyogenik etki göstermiştir. Bu sonuçlar, tramadolün kanser tedavisinde ve metastazın önlenmesinde potansiyel bir rol oynayabileceğini düşündürmektedir. Ancak anjiyogenezin büyük rol oynadığı organogenez dönemi göz önünde bulundurulduğunda tramadolün fetüs üzerinde ve laktasyon sırasında potansiyel zararları hala belirsizdir. Yapılan bu çalışma, tramadol hidroklorürün kanser tedavisi alanındaki potansiyelini anlamak için bir adım olabilir. Ancak, etkin dozları, pozolojiyi ve potansiyel zararlarını tespit etmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. |
3. | Kuzey Kıbrıs’ta bir üniversite hastanesinde metisilin-dirençli Staphylococcus aureus izolatlarının görülme sıklığı, antimikrobiyal direnç ve çoklu ilaç direnci paternlerinin değerlendirilmesi, 2016-2020 Evaluation of frequency, antimicrobial resistance and multidrug resistance patterns of methicillin-resistant Staphylococcus aureus isolates at a university hospital in Northern Cyprus, 2016 to 2020 Buket BADDAL, Tchamou Malraux Fleury POTINDJI, Emrah Gülerdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.24892 Sayfalar 11 - 22 GİRİŞ ve AMAÇ: Staphylococcus aureus, hem hastane hem de toplum kaynaklı enfeksiyonlara neden olabilen önemli bir patojendir. Metisilin-dirençli S. aureus (MRSA) izolatlarının varlığı tedavi seçeneklerini sınırlamaktadır. Kuzey Kıbrıs’ta S. aureus’un epidemiyolojik ve antimikrobiyal direnç özelliklerine ilişkin literatürde kısıtlı veri bulunmaktadır. Bu çalışmada, hastanemizde MRSA görülme sıklığının belirlenmesi ve hastalardan izole edilen MRSA izolatlarında antibiyotik direnç oranlarının tespit edilerek en etkili tedavi seçeneklerinin tanımlanması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2016-Aralık 2020 tarihleri arasında izole edilen 449 izolat retrospektif olarak çalışmaya dahil edilmiştir. Örneklerin Eozin Metilen Mavisi (EMB) ve %5 koyun kanlı agarlara ekimleri yapılmış ve 24-48 saat süresince 35°C’de inkübatörde inkübasyona bırakılmıştır. İzolatların tanımlanması ve antibiyotik duyarlılık testleri için Vitek-2 (bioMérieux, Fransa) otomatize sistem kullanılmıştır. Antibiyotik duyarlılığı, Avrupa Antimikrobiyal Duyarlılık Test Komitesi - European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) standardlarına göre değerlendirilmiştir. Çoklu ilaç direnci (ÇİD4), beta-laktam direnci artı üç antimikrobiyal ilaç sınıfına karşı duyarlılık analizleriyle belirlenmiştir. BULGULAR: 449 S. aureus izolatının %40,5’i (n=182) MRSA olarak tespit edilmiştir. İzole edilen MRSA sayısı yatan hastalarda istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur (p=0,001). İleri yaş ile MRSA enfeksiyonu görülme sıklığı arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki gözlenmiştir (p<0,001). MRSA izolatları, MSSA izolatlarına kıyasla, eritromisin (%85,4), klindamisin (%52,9), siprofloksasin (%23,8), levofloksasin (%19,8), tetrasiklin (%68,0), fosfomisin (%13,0), rifampisin (%12,0) ve tobramisin (%11,1) antibiyotiklerine daha yüksek direnç göstermiştir (p<0,05). İzolatların %30,8’inde ÇİD tespit edilmiştir. Tüm MRSA ve MSSA izolatları, daptomisin, linezolid, vankomisin, fusidik asit, teikoplanin ve gentamisine karşı yüksek duyarlılık göstermiştir. Pandemi öncesi döneme göre (2016-2019), pandemi sonrası (2020) ÇİD MRSA suşlarında istatistiksel olarak anlamlı bir düşüş belirlenmiştir (p=0,0001). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın beş yıllık süresi boyunca, MRSA izolatları çeşitli antibiyotiğe karşı artan bir direnç göstermiştir. Bu sebeple, ÇİD patojenlerin yayılımının önlenmesi adına, Enfeksiyon Kontrol Komitesi’nin aktif olarak çalışması ve uygunsuz antibiyotik kullanımının kısıtlanması gerektiği düşünülmektedir. |
4. | COVID-19 şüpheli hastalarda SARS-CoV-2 ve yaygın solunum yolu patojenleri ile koenfeksiyon Coinfection with SARS-CoV-2 and common respiratory pathogens in patients with suspected COVID-19 Sedef Zeliha ÖNER, Hatice ÖZDEMİR, Melek DEMİR, Ergun METE, İlknur KALELİ, Ahmet ÇALIŞKAN, Çağrı ERGİNdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.50024 Sayfalar 23 - 30 GİRİŞ ve AMAÇ: SARS-CoV-2 ile enfekte hastaların çoğunun klinik semptomları yaygın solunum yolu viral enfeksiyonunda görülen semptomlara benzemektedir. Çalışmamızda, COVID-19 şüphesi olan hastalarda SARS-CoV-2 ve yaygın solunum yolu virüslerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart 2020 - Mart 2022 tarihleri arasında multipleks solunum PCR paneli ve SARS-CoV-2 RT-PCR testi çalışılan 592 hastanın sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Yaygın solunum yolu viral patojenler multiplex real-time PCR paneli ile (FTD® Respiratory Pathogens 21 Kit, Fast-Track Diagnostics, Lüksemburg) saptandı. SARS-CoV-2 Real-Time PCR testi, farklı dönemlerde olmak üzere Bio-Seepdy SARS-CoV-2 Double Gene RT-qPCR Kiti, Bio-Speedy® SARS-CoV-2 Emerging Plus, Diagnovital® HS SARS-CoV-2 real time PCR kiti, DS CORONEX COVID-19 Multiplex Real Time-qPCR Test Kitleri kullanılarak incelenmiştir. BULGULAR: Örneklerin %63,2’sinde (374/592) viral antijen pozitifliği bulunmuştur. Tek etken pozitifliği %46,3 (274/592), ikili etken %13,9 (82/592), üçlü etken %2,9 (17/592), dörtlü etken pozitifliği %0,2 (1/592) saptanmıştır. SARS-CoV-2 pozitif olan hastaların %51,5’inde (17/33) sadece SARS-CoV-2 pozitifliği ve %48,5’inde (16/33) birden fazla solunum virüsü etkeni birlikte saptanmıştır. SARS-CoV-2 negatif hastaların %46’sında (257/559) sadece bir virüs pozitifliği ve %36,3’ünde (203/559) ise birden fazla solunum virüsü etkeni birlikte saptanmıştır. SARS-CoV-2 pozitif hastalarda virüs birliktelikleri en sık human rinovirüs (HRV) (7/16, %21,2), human bocavirüs (HBoV) ve solunum adenovirüsleri (HADV) (n=3/16, %9,1), solunum sinsityal virüs (RSV) ve influenza A’da (n=2/16, %6,1) ve SARS-CoV-2 negatif hastalarda virüs birliktelikleri en sık HRV 127 (%37,2), human parainfluenza virüsleri (HPIV) 1-4 81 (%23,8), RSV A 76 (%22,3), HboV 47 (%13,8), HADV 38 (%11,1) tespit edilmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda solunum yolu enfeksiyonu etkeni virüs birliktelikleri SARS-CoV-2 pozitif hastalarda daha fazla oranda görülmüştür. Özellikle COVID-19 pandemisinin devam ettiği süreçte solunum yolu viral enfeksiyonu düşünülen hastalarda birden fazla viral etken birlikteliklerinin araştırılması, doğru tedavi yaklaşımının uygulanmasına yardımcı olacaktır. |
5. | Kronik hepatit B hastalarında karaciğer hasarını tespit etmek için kullanılan noninvaziv yöntemlerde HBeAg pozitifliğinin duyarlılığa etkisi The effect of HBeAg positivity on susceptibility in noninvasive methods used to detect liver injury in chronic hepatitis B patients Arif Doğan HABİLOĞLU, Yunus GÜRBÜZ, Tülay ÜNVER ULUSOY, Cihad ŞAKAR, İrfan ŞENCANdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.62447 Sayfalar 31 - 44 GİRİŞ ve AMAÇ: Hepatit B yaygın bir sağlık sorunudur ve akut veya kronik hepatit B’den ölümler yılda 600.000’den fazladır. Hastalığın seyri boyunca gelişen karaciğer hasarı, mortalite ve morbiditenin temelini oluşturur. Karaciğer hasarının boyutunu tespit edebilmenin en doğru ve en zor uygulanan metodu karaciğer biyopsisidir. Biyobelirteçlerle geliştirilen noninvaziv metodlar ile ilgili ise literatürde çelişkili veriler mevcuttur. HBeAg+ ve HBeAg- hastalarda karaciğer hücre hasarı farklı fizyopatolojik mekanizmalarla gelişir. Karaciğer biyopsisine alternatif olarak kullanılan biyobelirteçleri HBeAg+ ve HBeAg- hasta gruplarında ayrı ayrı değerlendirerek daha duyarlı sonuçlara ulaşmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2020 yılları arasında Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde altı aydan uzun süredir HBsAg pozitifliği ile takip edilen 18 yaş üstü ve HBV DNA >2000 IU olan hastalar değerlendirildi. Hastalar HBeAg varlığına göre iki gruba ayrıldı. Daha sonra her grup histolojik olarak Modifiye İshak Skoruna göre fibrozis skoru 3’ün altında olan ve fibrozis skoru 3 ve üzeri olan hastalar olmak üzere ikiye ayrıldı. Fibrozis göstergesi olabilecek biyobelirteçler tüm hastalarda ve tüm alt gruplarda ayrı ayrı değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmaya 191 KHB hastası dahil edildi. Tüm kohortu 89 erkek ve 102 kadın hasta oluşturdu. Hastalar arasında fibrozis skoru 3 veya daha fazla 89 hasta ve fibrozis skoru 3 den az 102 hasta değerlendirildi. Tüm hasta grubunda 48 HBeAg pozitif hasta vardı ve hastalar fibrozis skorundan bağımsız eşit olarak dağılmıştı. Tüm kohortta gruplara ayrılmadan yapılan incelemede fibrozis şiddetini saptayacak invaziv olmayan bir belirteç bulunmadı, sadece histolojik aktivite indeksi fibrozis ile ilişkilendirildi. Gruplara ayrıldıktan sonra HBeAg pozitif hasta grubunda API skoru fibrozis ile ilişkilendirilirken, HBeAg negatif hasta grubunda total protein fibrozis ile ilişkilendirildi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Kronik Hepatit B hastalarında fibrozis şiddetini invaziv olmayan metodlarla belirlemek hasta takip ve tedavisi için biopsiye alternatif olabileceğinden önemlidir. Bu çalışmada karaciğer hasarını tespit edebilecek noninvaziv metodlar değerlendirilirken hastaları uygun alt gruplara ayırarak değerlendirmenin önemine değiniyoruz. Kronik Hepatit B hastalarında fibrozisin şiddetini etkin şekilde saptayacak biyobelirteçlerin tespiti için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. |
6. | Prognostik nütrisyon indeksi (PNİ) oranlarının batın operasyonu sonrası cerrahi alan enfeksiyonu gelişimi üzerine etkisi The effect of prognostic nutrition index (PNI) rates on the development of surgical site infection after abdominal surgery Hakan BALBALOĞLUdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.20744 Sayfalar 45 - 52 GİRİŞ ve AMAÇ: Cerrahi alan enfeksiyonu (CAE) yaygın sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyonlarından biridir. CAE risk faktörlerinden biri olan progresif nütrisyonel indeks (PNİ), beslenme değerlendirmesi için basit ama faydalı bir yöntemdir. Bu çalışmanın amacı batın cerrahisi geçirmiş hastalarda PNİ oranlarını ve bu oranların CAE gelişimini tahmin etmedeki yerini araştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2014-2021 yılları arasındaki hastane kayıtları taranarak batın cerrahisi geçiren toplam 514 hasta dahil edilmiştir. Preoperatif PNİ hesaplamasında (PNİ= 10 × serum albümini (g/dl) + 0,005 × toplam lenfosit sayısı (mm3) formülü kullanılmıştır. CAE tespit edilmiş ve edilmemiş hastalarda PNİ oranları karşılaştırılmıştır. BULGULAR: Çalışmaya alınan 514 hastanın 267’sinde CAE tespit edilmiştir. Geriye kalan 247 hasta ise kontrol grubu olarak seçilmiştir. Hastaların 222 (%43,2)’sinin kadın ve 292 (%56,8)’sinin erkek olduğu belirlenmiştir. Bunların yaş ortanca (medyan) değeri 64 (min: 20 maks: 93) bulunmuştur. CAE için geçen süre ortalaması (median) 13 gün (min: 6-maks: 30) olarak hesaplanmıştır. PNİ, CAE tespit edilen grupta 32 (min: 27-maks: 37), kontrol grubunda ise 36 (min: 32-max: 41) saptanmıştır. İki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmiştir (p<0,000). CAE’li hastaların 87 (%32,7)’sinde Enterococcus spp., 71 (%26,3)’inde E. coli, 34 (%12,8)’ünde koagülaz (-) metisiline dirençli Staphylococcus aureus, 18 (%6,8)’inde Klebsiella pneumoniae, 16 (%6)’sında Candida spp., 15 (%5,6)’inde Acinetobacter spp., 8 (%3)’inde Pseudomonas spp., 8 (%3)’inde Enterobacter aerogenes, 5 (%1,9)’inde koagülaz (+) metisiline duyarlı Staphylococcus aureus, 3 (%1,1)’ünde Proteus mirabilis ve 2 (%0,8)’sinde Bacillus spp., bulunmuştur. TARTIŞMA ve SONUÇ: Preoperatif dönemde PNİ değerleri düşük olan hastaların, CAE gelişimi açısından daha riskli olduğu belirlenmiştir. PNİ düzeyleri CAE gelişecek hastaların yakın izlemi ve erken tespiti açısından kullanılabilir |
7. | Farklı yem kombinasyonları ile beslenen Simmental ırkı ineklerin çiğ sütünde besin içeriğindeki değişiklikler Changes in nutritional content in raw milk of the Simmental breed cows fed with different forage combinations Baki BEYAZ, Ersin DEMİR, Figen ERDEM ERİŞİR, İbrahim Akın TEMİZER, Ökkeş YILMAZdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.09068 Sayfalar 53 - 66 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, farklı yem kombinasyonları ile beslenen Simmental ırkı ineklerin çiğ süt örneklerinde yağ asitleri, aminoasitler, yağda çözünen vitaminler (ADEK) ve fitosterollerin biyokimyasal bileşimleri incelenmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Süt örnekleri Elazığ iline bağlı Kovancılar ilçesindeki çiftlikten sağlanmıştır. İnekler bahar mevsiminde farklı yem kombinasyonlarında beslenmiştir. Bunlar; Grup 1: Pancar küspesi+Fabrika yemi+Saman ile beslenen inekler (n: 10); Grup 2: Mısır silajı+Arpa+Saman ile beslenen inekler (n: 10) ve Grup 3: Merada serbest beslenen inekler (n: 10) olarak gruplandırılmıştır. Beslenmenin 15. gününde süt örnekleri alınarak laboratuvara getirilmiştir. Soğuk zincir şartlarına uygun olarak laboratuvara getirilen süt örneklerinin biyokimyasal analizleri yapılmıştır. Süt örnekleri birtakım biyokimyasal işlemlerden geçtikten sonra, yağ asidi, ADEK vitaminleri, kolesterol, fitosterol ve aminoasit analizleri yapıldı. Kolesterol ve ADEK vitaminlerinin analizi yüksek performanslı sıvı kromatografisi (HPLC) cihazı, aminoasit ve yağ asitlerinin analizi ise gaz kromatografi (GC) ve FID dedektörü ile yapılmıştır. BULGULAR: İncelenen süt örneklerinde 18 aminoasit tespit edilmiştir. Grup 1 ile karşılaştırıldığında, arginin (p<0,001), isolözin (p<0,05), metionin (p<0,05), threonin (p<0,05), fenilalanin (p<0,001), lizin (p<0,05) ve triptofan (p<0,001) aminoasitlerinin miktarlarının istatistiksel olarak arttığı, alanin (p<0,001), glisin (p<0,05), lösin (p<0,05), aspartik asit (p<0,01) ve glutamik asit (p<0,05) miktarlarının istatistiksel olarak Grup 3’te azaldığı tespit edilmiştir. Grup 1 ile karşılaştırıldığında, arginin (p<0,001), threonin (p<0,05), fenilalanin (p<0,001) ve lizin (p<0,05) aminoasitlerinin miktarlarının istatistiksel olarak arttığı, alanin (p<0,001), glisin (p<0,001), prolin (p<0,01), aspartik asit (p<0,05), glutamik asit (p<0,001), histidin (p<0,001) ve triptofan (p<0,05) miktarlarının istatistiksel olarak Grup 2’de azaldığı belilenmiştir. Grup 1 ile karşılaştırıldığında laurik asit (p<0,05), miristik asit (p<0,01), pentadekanoik asit (p<0,05), palmitik asit (p<0,01), stearik asit (p<0,001), oleik asit (p<0,001) ve kolesterol (p<0,05) miktarlarının istatistiksel olarak azaldığı, linoleik asit (p<0,001), alfa-linolenik asit (p<0,001) ve dihomo-gamma-linolenik asit (p<0,05), vitamin K2 (p<0,001), γ-tokoferol (p<0,001), vitamin D2 (p<0,001), α-tokoferol (p<0,001), α-tokoferol asetat (p<0,05), vitamin K1 (p<0,001), stigmasterol (p<0,01), β-sitosterol (p<0,05) düzeylerinin Grup 3’te istatistiksel olarak arttığı belirlendi. Grup 1 ile karşılaştırıldığında stearik asit (p<0,001), oleik asit (p<0,01), α-tokoferol asetat (p<0,001) ve β-sitosterol (p<0,05) miktarları istatistiksel olarak azalırken, vitamin K2 (p<0,001), γ-tokoferol (p<0,01), vitamin D2 (p<0,01), α-tokoferol (p<0,01), vitamin K1 (p<0,01) ve stigmasterol (p<0,01) miktarlarının istatistiksel olarak Grup 2’de arttığı görülmüştür. Gruplar arasında sütün yağ asidi bileşiminde sırasıyla,- palmitik asit, oleik asit, miristik asit, stearik asit, laurik asit, linoleik asit, palmitoleik asit ve pentadekanoik asit miktarlarının %1’in üzerinde bulunduğu saptanmıştır. Gruplar arasında bazı yağ asidi miktarlarında önemli değişimlerin olduğu görülmüştür. Ayrıca gruplar arasında kolesterol, fitosterol ve bazı ADEK vitaminlerin miktarlarında önemli değişimlerin olduğu tespit edilmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu verilere göre, süt üreticilerinin hayvan beslenmesinde farklı yem kombinasyonlarını kullanmasının sütün biyokimyasal içeriğinin zenginleşmesi için oldukça önemli olduğu görülmektedir. Sütün besin içeriğinin farklı yem kombinasyonları ve florada beslenmeye bağlı olarak sütün biyokimyasal bileşiminin değiştiği saptanmıştır. Ayrıca merada beslenen ineklerin süt içeriğinin sağlıklı yaşam için gerekli besinlerce daha belirgin bir şekilde zenginleştiği bulunmuştur. |
8. | Tarçın ekstraktlarının bazı patojenler üzerine antibakteriyel etkilerinin in vitro incelenmesi Determination of in vitro antibacterial effects of cinnamon extracts on some pathogens Ayla ÜNVER ALÇAY, Aysun SAĞLAM, Nagihan ÇAĞLAR, Kamil BOSTANdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.69379 Sayfalar 67 - 78 GİRİŞ ve AMAÇ: Gıda kaynaklı enfeksiyonlar dünya çapında halk sağlığı sorunu olmaya devam etmektedir. Antibiyotiklerin keşfi enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde önemli bir mihenk taşı olmuştur. Ancak günümüzde antibiyotiklere dirençli enfeksiyonlar nedeniyle her yıl çok sayıda insan yaşamını yitirmektedir. Antibiyotiklere karşı direnç yeni antibakteriyellerin geliştirilmesini zorunlu kılmıştır. Günümüzde gıda koruyucu doğal antimikrobiyallere talep de artarak devam etmektedir. Ayrıca COVID-19 pandemisiyle birlikte antimikrobiyal etkinliği olan fonksiyonel gıda takviyelerine yoğun ilgi olmaktadır. Bu çalışmada, mutfakta geniş bir kullanım alanına sahip olan ve sayısız sağlık yararı nedeniyle fonksiyonel gıdalara dahil edilen tarçın baharatının çeşitli çözücülerle (etanol, metanol, kloroform ve su) hazırlanan ekstraktlarının bazı gıda ve suyla bulaşan patojen bakteriler üzerine antimikrobiyal etkinliğinin in vitro çalışmalarla belirlenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada; tarçının metanol, etanol, kloroform ve su ekstraktlarının bazı önemli gıda ve suyla bulaşan patojen bakteriler (Staphylococcus aureus, Bacillus cereus, Listeria monocytogenes, Escherichia coli, Enterococcus faecalis, Salmonella Typhi) üzerine in vitro antimikrobiyal aktiviteleri agar kuyu difüzyon ve mikrodilüsyonla yapılan minimum inhibe edici konsantrasyon (MİK) yöntemleri ile belirlenmiştir. BULGULAR: Tarçından elde edilen etanol ve metanol ekstraktlarının incelenen bakterilere karşı değişen derecelerde antibakteriyel etkinliğe sahip olduğu gözlenmiş, MİK değerlerinin sırasıyla 1,65 ila 6,82 mg/mL, 1,12 ila 9,16 mg/mL arasında değiştiği saptanmıştır. Tarçının etanol ve metanol ile elde edilen ekstraktları için minimum inhibisyon zonları (MİZ) ise sırasıyla 11,13-14,35 mm ve 12,20-15,55 mm aralığında belirlenmiştir. Tarçının kloroform ekstraktları ve sulu ekstraktları ile MİZ ve MİK saptanamadığı için istatistiksel değerlendirmede kapsam dışı bırakılmıştır. Yapılan istatistik değerlendirmede; etanol ve metanol ekstraktlarının MİZ sonuçları karşılaştırıldığında, antimikrobiyal etkinlik açısından farklılığın anlamlı olmadığı (E. faecalis hariç) belirlenmiş ve bu ekstraktların benzer derecede antimikrobiyal etkinlik gösterdiği saptanmıştır (p<0,05). E. faecalis’e karşı tarçının metanol kullanılarak elde edilen ekstraktının etanolle elde edilene kıyasla daha duyarlı olduğu belirlenmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada; incelenen tarçının etanol ve metanol ekstraktlarının antibakteriyel aktivite sonuçlarının, tarçın ekstraktlarının daha önceki çalışmalarda belirlenen patojenler üzerindeki antibakteriyel aktivitesine yakın hatta daha yüksek olabileceği belirlenmiştir. Elde edilen verilerin, gıdaların formülasyonlarının hazırlanmasında yardımcı olacağı düşünülmektedir. Bu çalışmanın sonuçları, geçmişte tarçın ekstraktları ile yapılan antibakteriyel aktivite çalışmalarının verileri ile karşılaştırıldığında çok farklı sonuçlar elde edildiği gözlenmiştir. Bitkisel antimikrobiyallerin etkinliğinin belirlenmesinde, antibiyotiklerde olduğu gibi standardize yöntemlere ihtiyaç duyulduğu sonucuna da varılmıştır. |
9. | Solunum yolu enfeksiyonlarında kullanım önerisi ile satılan bitkisel çayların antimikrobiyal etkileri Antimicrobial effects of herbal teas sold with recommendation for use in respiratory tract infections Serdar DEMİR, Canan KARAALP, İsmail ÖZTÜRKdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.87522 Sayfalar 79 - 90 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, İzmir’deki aktarlarda solunum yolu enfeksiyonlarında kullanım önerisi ile satılan 19 adet bitkisel çay örneğinden (13 karışım çay, 4 mono çay ve 2 ticari marka) hazırlanan su ve metanol ekstrelerinin, 7 standart bakteri suşu, 2 standart maya mantarı suşu ve 12 klinik izolat üzerindeki antimikrobiyal aktivitelerinin araştırılması amaçlanmıştır YÖNTEM ve GEREÇLER: Bitkisel çaylardan hazırlanan ekstrelerin, antimikrobiyal aktiviteleri American Tip Kültür Koleksiyonu’ndan temin edilen Staphylococcus aureus, Enterococcus faecalis, Escherichia coli, Salmonella enterica, Pseudomonas aeruginosa, Bacillus subtilis, Streptococcus pneumoniae, Candida albicans, C. parapsilosis ile 12 klinik izolat (4 S. aureus, 4 C. albicans ve 4 S. pneumoniae) üzerinde Clinical Laboratory Standards Institute (CLSI) kriterlerine göre mikrodilüsyon metodu ile incelenerek minimum bakterisidal/fungusidal konsantrasyon (MBK/MFK) değerleri belirlenmiştir. BULGULAR: İncelenen örnekler arasında güçlü antibakteriyel aktivite gösteren ekstreler şu şekildedir: adaçayı metanol ekstresi S. aureus, B. subtilis suşları ile 4 S. aureus izolatında, 13 bitkisel drog içeren kış çayı metanol ekstresi E. faecalis ile 3 S. aureus izolatında, 11 bitkisel drog içeren kış çayı metanol ekstresi ise E. faecalis üzerinde inhibisyon sağlamıştır (MİK=31-62 µg/mL). TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada standart bakteri ve maya mantarı suşları ile klinik izolatlara karşı etkinlikleri araştırılan bitki çayı ekstrelerinin farklı düzeylerde antimikrobiyal aktivite gösterdiği saptanmıştır. Ayrıca, antienflamatuvar etkili zencefil ve zerdeçal, müsilaj taşıyan ıhlamur ve hatmi gibi droglar içeren bitkisel kış çayları, doğru bitkinin seçilmesi, kabul edilir yöntemlerle toplanıp paketlenmesi ve uygun koşullarda saklanması halinde tedaviyi desteklemek için kullanılabilir. |
10. | Türkiye’de vulvovajinal kandidiyaz prevalansı, risk faktörleri, etkenleri ve laboratuvar tanısına dair sistematik bir derleme ve meta-analizi A systematic review and meta-analysis of the prevalence, risk factors, agents and laboratory diagnosis of vulvovaginal candidiasis in Türkiye İmdat KILBAŞ, Elmas Pınar KAHRAMAN KILBAŞ, İhsan Hakkı ÇİFTÇİdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.22308 Sayfalar 91 - 102 GİRİŞ ve AMAÇ: Vulvovajinal kandidiyazis (VVK), kadınlar arasında en sık görülen yüzeyel mikozdur ve kadınların %75’inin yaşamları boyunca en az bir kez ve bunların da yaklaşık %40-50’sinin ikinci kez maruz kaldığı tahmin edilmektedir. Bu çalışma, Türkiye’de VVK prevalansını, risk faktörlerini, etiyolojik etkenlerini ve laboratuvar tanısını belirlemeyi amaçlamıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, Ocak 1995 ile Aralık 2021 tarihleri arasında ulusal ve uluslararası veri tabanlarında (PubMed, Embase, Scopus, Google Scholar, Web of Science ve Turkish Medline) İngilizce ve Türkçe dillerinde yayınlanan, VVK epidemiyolojik özelliklerinin raporlanmasına yönelik özgün bilimsel makaleler taranmıştır. Elektronik veri tabanlarında “vajinal maya enfeksiyonu”, “vajinal kandidiyazis”, “vulvovajinal kandidiyazis Türkiye”, “kandidal vajinit”, “Candida vajiniti”, “vajinal kandidoz”, “Candida türleri”, “epidemiyoloji”anahtar terimlerinin çeşitli kombinasyonları kullanılarak tarama yapılmıştır. BULGULAR: Dahil edilen 28 çalışmanın tamamında yetişkin kadınlarda VVC prevalansı ortalama %57,91; 2-18 yaş grubunda ise %68,21 olarak bulunmuştur. Etken dağılımına bakıldığında en yaygın Candida albicans (%54.76), Candida glabrata (%24.04), diğer Candida türleri (%12.29), Candida krusei (%3.68), Candida kefyr (%3.37) ve Candida tropicalis (%2.07) pozitifliği bildirilmiştir. Derlenen çalışmalarda hastaların en sık predispozan faktörleri gebelik (%35.71) ve diyabet (%35.71) belirlenmiştir. Makaleler yayınlandıkları yıl ve illere göre incelendiğinde; Candida prevalansının anlamlı farklılık göstermediği görülmüştür (p>0,05). Çalışmalarda suşların tanımlanması için VITEK®2 (bioMérieux, Marcy l’Etoile, Fransa) otomatik tanımlama sistemi (15), Germ tüpü (7) ve CHROMagar (7) tanı yöntemleri kullanılmıştır. Meta analiz sonucunda çalışmalar arasında yüksek düzeyde heterojenite olduğu belirlenmiştir (I2=95,28). TARTIŞMA ve SONUÇ: Meta-analiz çalışmamız sonucunda; Türkiye’de kadınlarda ve çocuklarda VVK prevalans oranı yüksek bulunmuştur. Ayrıca VVK etiyolojisinde albicans dışı türlerin arttığı tespit edilmiştir. 1999 yılından günümüze geldikçe VVK etiyolojisinde C. glabrata türlerinin görülme sıklığının arttığı görülmüştür. VVK enfeksiyonunun cinsel yolla bulaşan diğer hastalıklara karşı duyarlılığı ve ayrıca gebelerde erken doğum, konjenital kütanöz kandidiyaz riskini arttırdığı göz önünde bulundurulduğunda, tedavi takibi ve hastalıktan korunma gibi konularda hastaların bilinçlendirilmesi esastır. |
DERLEME | |
11. | Tüberküloz dışı mikobakteriyel enfeksiyonlar: patogenez ve risk faktörleri, tanı, tedavi, immün yanıt Nontuberculous mycobacterial infections: pathogenesis and risk factors, diagnosis, treatment, immune response Gönül ASLAN, Leyla ERSOYdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.40336 Sayfalar 103 - 118 Tüberküloz dışı mikobakteri (TDM)’ler aquafilik ve jeofilik çevre organizmalarıdır. Genellikle bağışıklığı baskılanmış hastaları etkileyen, klinik vakalarının çoğunu pulmoner enfeksiyonların oluşturduğu, 150’den fazla türü içermektedir. Bunlar arasında en sık izole edilen ve klinik olarak anlamlı bulunan türler Mycobacterium avium komplex (MAK), Mycobacterium abscessus, Mycobacterium ulcerans, Mycobacterium kansasii, Mycobacterium fortuitum, Mycobacterium chelonae, Mycobacterium malmoense, Mycobacterium xenopi ve Mycobacterium marinum’dur. Pulmoner enfeksiyonların insidansı ve prevalansı dünya çapında artmaktadır. Pulmoner TDM hastalığı genellikle kronik akciğer hastalığı olan yaşlı nüfusu etkilerken aynı zamanda genetik yatkınlık ve çevresel maruziyetlerde hastalığın kazanılmasında rol oynamaktadır. Pulmoner TDM hastalığı tanısı konulabilmesi için hastaların klinik, mikrobiyolojik ve radyolojik tanı kriterlerinin tamamını karşılaması gerekmektedir. Moleküler yöntemlerdeki ilerlemeler, yeni türlerin tespitine ve TDM’nin tür ve alt tür düzeyinde tanımlanmasına olanak sağlamıştır. Tanı ve tedavisi oldukça güç olan bu mikroorganizmalar yüksek nüks oranlarına sahiptir. TDM’ye çevresel maruziyet kaçınılmaz olmasına rağmen, enfeksiyon hastalığının nadir olmasının en önemli nedeni konak immün yanıtıdır. TDM enfeksiyonlarında patogenez ve konak immün yanıtını aydınlatmaya yönelik araştırmalar son yıllarda hız kazanmıştır. Günümüzde bir halk sağlığı sorununa dönüşmeye başlayan TDM ilişkili hastalıklar bitmeyen pandemi olarak nitelendirilen tüberkülozun gölgesinde kalmış ve yeterli ilgiyi görememiştir. Bu derlemedeki amacımız; TDM’lerin epidemiyolojisi, tanı kriterleri, mikrobiyolojik tanı yöntemleri, TDM enfeksiyonlarının tedavisi ve özellikle konağın doğal bağışıklık yanıtına genel bir bakış sunmaktır. |