ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 71 (4)
Cilt: 71  Sayı: 4 - 2014
TÜM DERGİ
1.
THDBD 2014-4 Cilt 71 Tüm Dergi
TBHEB 2014-4 Vol 71 Full Printed Journal
Murat DUMAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.29053  Sayfalar 164 - 228
Makale Özeti |Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Gastrointestinal şikayeti olan hastalarda Blastocystis sp. infeksiyonu: bir Küba araştırması
Blastocystis sp. infection in patients with gastrointestinal complaints: a Cuban study
Roberto Cañete, Roberto Cañete, Pablo Rodriguez Jimenez, Kokou M. Sounouve, Katia Brito, Ronaldo Valdes, María E. González
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.38980  Sayfalar 165 - 170
AMAÇ: Bu çalışmada; yetişkinlerdeki gastrointestinal sistem şikayetleri ile Blastocystis varlığı arasındaki ilişkinin tanımlanması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Ocak-Aralık 2011 tarihleri arasında Küba, Matanzas Şehri’nde bulunan Hijyen, Epidemiyoloji
ve Mikrobiyoloji Merkezi’nde tanımlayıcı bir çalışma yürütülmüştür. Toplam 749 erişkin (20-69 yaşları arasında, ortalama yaş 38) bu çalışmaya dahil edilmiştir. Patojenik bakteri, parazit açısından pozitif dışkı sonucu olanlar ve rotavirus sonucu pozitif olanlar bu çalışma dışında bırakılmıştır. Sonuç olarak 240 erişkin çalışma koşullarını karşılamıştır: 128 (%53,3) erkek, 112 (%46,7) kadın ve olguların yaş ortalaması 40 idi. Karşılaştırmayı kolaylaştırmak için grup ikiye bölünmüştür: Gastrointestinal şikayetleri olan 110 erişkinden oluşan birinci grup ve şikayetleri olmayan 130 erişkinden oluşan ikinci grup. Her iki grupta da cinsiyet dağılımı homojen olmuştur. Blastocystis sp. varlığını tanımlamak için taze dışkı örnekleri nativ yöntemiyle direkt olarak incelenmiştir. Formalin-eter (Ritchie) yöntemi intestinal parazitlerin yanlış tanısından kaçınmak amacıyla kullanılmıştır. Her iki yöntemde de taze dışkı örnekleri
ışık mikroskobu ile incelenmiştir.
BULGULAR: Semptomatik grupta yer alan 49 hastada (%44,5) ve asemptomatik grupta yer alan 28 (%22,4) hastada Blastocystis sp. saptanmıştır. Karın ağrısı (%52,7) veya şişkinlik (%38,2), akut ishal (%26,4), iştah kaybı (%18,2), ve dispepsi (%16,4) septomatik grupta yer alan
hastalarda tespit edilen gastrointestinal şikayeler olarak belirlenmiştir. Gastrointestinal şikayeti olan hastalarda Blastocystis sp. tanımlanma olasılığının, asemptomatik hastalardan 2,9 kez daha yüksek olduğu bulunmuştur.
SONUÇ: Mevcut çalışmamız Blastocystis sp.’yi patojen olarak tanımlayan yazarları desteklemektedir.
OBJECTIVE: This study is aimed to determine the association between the presence of Blastocystis sp. and
gastrointestinal complaints in adults.
METHODS: A descriptive study was carried out from January to December 2011 at the Centre of Hygiene, Epidemiology and Microbiology in Matanzas City, Cuba. A total of 749 adults (aged from 20 to 69 years old, mean age 38) had the opportunity to be included. Patients
who had positive stool results for pathogenic bacteria, parasites and those with positive result to rotavirus were excluded from the study. A total of 240 adults were finally included, 128 (53.3%) male and 112 (46.67%) female with a mean age of 40 years old. To facilitate
the comparison patients were divided into two groups: 110 adults with gastrointestinal complains and a second group of 130 adults without gastrointestinal disturbances.
Sex distribution was homogenous in both groups. The fresh fecal samples were examined to determine the presence of Blastocystis sp. using the direct wet mount. Formalin-ether (Ritchie) technique was used to avoid the misdiagnosis of other intestinal parasites. In both
techniques, the fresh samples were examined under light microscope.
RESULTS: Blastocystis sp. was detected in 49 patients (44.5%) in the symptomatic group and 28 (22.4%) in the asymptomatic one. Abdominal pain (52.7%) or distension (38.2%), acute diarrhea (26.4%), loss of appetite (18.2%), and dyspepsia (16.4%) were the gastrointestinal complains notified by patients included on the symptomatic group. The probability to identify Blastocystis sp. in patients with gastrointestinal complains was 2.9 times higher than in asymptomatic patients.
CONCLUSION: Current results support those authors considering Blastocystis sp. as pathogen.

3.
Kutanöz leishmaniasis ve Hatay İlindeki durumu
Cutaneous leishmaniasis and its status in Hatay province, Turkey
Gülnaz Çulha, Çiğdem Asena Doğramacı, Burcu Gülkan, Nazan Savaş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.09815  Sayfalar 171 - 178
AMAÇ: Yurdumuzda Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Çukurova yöresinde endemik olarak görülen
kutanöz leishmaniasis (KL) yıllardır önemini koruyan bir halk sağlığı problemidir. Çalışmada 2006-2011 yılları arasında Hatay İl Sağlık Müdürlüğü ve Mustafa Kemal Üniversitesi Araştırma Hastanesi Parazitoloji Laboratuvarı verilerinin birlikte analizi ile Hatay ilinde KL olgularının ve odaklarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Parazitoloji Laboratuvarına Ocak 2006-Temmuz 2011 tarihleri arasında farklı polikliniklerden
KL şüphesiyle başvuran 596 hastadan smear örnekleri alınmıştır. Ayrıca lezyonun süresi, sayısı, yeri, hastanın yaşı ve yerleşim yerini (ilçe ve köy olarak) içeren bilgi formları doldurulmuştur. KL şüpheli lezyonlardan smear yapılarak, Giemsa boyası ile boyanmış,
100X immersiyon objektifi ile mikroskop incelemesi yapılarak parazitin amastigot formu görünen olgulara pozitif KL tanısı konmuştur. İstatistiksel yöntemlerde ki kare testi kullanılmıştır.
BULGULAR: İncelenen 596 olgudan 273 (%45,8)’ü KL açısından pozitif bulunmuştur. Pozitif olguların
139 (%50,9)’u kadın, 134 (%49,1)’ü erkek hastadır. Olguların 39 (%14,3)’unda birden fazla lezyona rastlanmıştır. Lezyonun kadınlarda baş-boyun ve gövde kısmında daha çok (p=0,036, p=0,240) erkeklerde bacakta daha fazla olduğu (p=0,014) saptanmıştır. KL tanısı konan yaş gruplarının 0-12 yaş 73 (%26,7) ve 13-24 yaş arasında 89 (%32,6) kişi olduğu, lezyon süresinin çoğunlukla 0-6 ay arasında bulunduğu saptanmıştır. Hatay İl Sağlık Müdürlüğü’ne 2006-2011 yılları arasında yapılmış tüm bildirimler incelenmiş, Mustafa Kemal Üniversitesi Hastanesi Parazitoloji Laboratuvarından yapılan bildirimler dışındaki hastaların kayıtları da incelenmiştir. Toplam 269’u erkek, 266’sı kadın hasta olmak üzere 535 hasta
belirlenmiştir. İl Sağlık Müdürlüğü verilerinde yaş, cinsiyet, yaşadığı ilçe yanısıra hastanın kliniğinin değerlendirildiği gözlemlenmiştir.
SONUÇ: Hatay’da önceki yıllara göre KL’nin yeni enfeksiyon odaklarının varlığı tespit edilmiştir.
Bu odakların Hassa, Samandağı ve Altınözü ilçelerinde ve özellikle Suriye sınırına çok yakın
olan köylerde olmasının Hatay’da olgu sayısını daha da artırabileceğini düşündürmektedir. Bu nedenle KL saptanan ilçe ve köylerde düzenli aralıklarla tarama yapılması, kayıtların düzenli tutulabilmesi ve tedavilerinin sağlanması için İl Sağlık Müdürlüğü ile birlikte tanı ve tedavi konusunda eğitimler verilmesinin gerektiği sonucuna varılmıştır.
OBJECTIVE: Cutaneous leishmaniasis (CL), which is endemic in the South-East Anatolia and Cukurova areas, has been an important public health problem for years. This study is an: analysis of Mustafa Kemal University, Research Hospital, Parasitology Laboratory and Hatay
Provincial Health Directorate’s data collected between years 2006-2011, to determine more recent cutaneous leishmaniasis sources in Hatay province and reasons for this increasing trend.
METHODS: Smear samples were collected from 596 patients who applied to the Parasitology Laboratory in between January 2006-July 2011. Information forms including the lesion’s duration, number, location (as providence and village), patient’s age and location have been filled. In cases suspected of cutaneous leishmaniasis, a smear was performed, stained with Giemsa and microscopy examination was performed with 100X immersion objective. Positive CL recognition was placed on cases when the amastigot form of parasite was observed. Ki square test was used for statistical analyses.
RESULTS: Two hundred seventy three cases of 596 patients (45.8% of patients) were found to be CL positive. One hundred thirty nine (50.9%) of positive cases were female and 134 (49.1%) of positive cases were male. Thirty nine (14,3%) of 273 positive cases have more than one lesion. The lesion locations of head, neck and trunk were most commonly involved among women (p=0,036, p=0,240), on the other hand leg was most common side on men (p=0,014). CL commonly observed at ages between 0-12 in 73 (26.7%) cases, and ages between
13-24 in 89 (32.6%) cases. Most of the lesion durations
were between 0-6 months. All the cases notified to
Hatay Provincial Health Directorate between years 2006-
2011 were assessed except the cases belong to Mustafa
Kemal University, Research Hospital, Parasitology
Laboratory. Total of 535 patients (269 men, 266 women;
including our patients) were notified. It is noticed that
Provincial Health Directorate’s data includes only age,
gender, year and town and also clinical features of the
patient
CONCLUSION: In Hatay, unlike previous years, presence of new CL focal points were observed. These cases are concentrated at Hassa, Samandağı and Altınözü towns and particularly at regions very close to Syrian border. These locations could be the reasons for increased number of CL cases. For this reason performing periodical screenings at the provinces and towns where CL was diagnosed should be realized. Moreover, giving seminars and educational sessions were planned in collaboration with Hatay Provincial Health Directorate.

4.
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı akut alevlenmesi olan hastalardan izole edilen Pseudomonas aeruginosa suşlarında antibiyotik direnci
Antibiotic resistance profiles of Pseudomonas aeruginosa strains isolated from patients with acute exacerbation of chronic obstructive pulmonary disease
Nagihan Demir, Yelda Yazıcı, Halit Çınarka, Hülya Yılmaz, Canan Şengül, Mesiha Babalık
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.16768  Sayfalar 179 - 186
AMAÇ: Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) akut alevlenmeler ile seyreden bir hastalıktır. Alevlenmeler dispne, balgam miktarı ve pürülansında artış ile kendini göstermektedir. Hastalığın tedavisinde bronkodilatatör ve antibiyotik kullanımı gerekebilmektedir. Hava akımı
kısıtlılığının artışı ile alevlenme riskinin de arttığı bildirilmektedir. Akut alevlenmeler hastanın yaşam kalitesinde azalmaya, ciddi morbidite ve mortaliteye sebep olurken ekonomik açıdan yük oluşturmaktadır. KOAH’lı hastalarda Küresel Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Girişim Grubu (Global Initiative for Chronic Obstructive Lung Disease: GOLD)’nun yapmış olduğu
spirometrik sınıflamada (GOLD 1-4) GOLD 2’de alevlenme sayısı yılda 0,7 - 0,9 iken GOLD 4 hastalarda yılda 1,2 - 2,0 alevlenme görülmektedir. Akut alevlenmelerde en sık görülen bakteriyel patojenler sırası ile Haemophilus influenzae, Streptococcus pneumoniae ve Moraxella catarrhalis’dir. GOLD 3 ve GOLD 4 KOAH akut alevlenmeli hastalarda Pseudomonas aeruginosa önemli etkendir. P. aeruginosa suşlarında antimikrobiyal ajanlara karşı giderek artan direnç tedavide sorun oluşturmaktadır. Enfeksiyonun tedavisi için ampirik tedavi başlamadan önce antibiyotik duyarlılık paternlerinin bilinmesi tedavide etkin olabilir. Ampirik antibiyotik tedavisine cevap alınamaması durumunda hastaya balgam kültürü ve antibiyotik direnç testleri yapılmalıdır. Bu nedenle bu çalışmada, hastanemize başvuran KOAH akut ataklı hastaların balgamından izole edilen P. aeruginosa suşlarının antibiyotik direnç paternlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Haziran 2007 ile Aralık 2010 tarihleri arasında Trabzon Ahi Evren Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne başvuran kronik obstrüktif akciğer hastalığı akut atağı olan hastaların balgam örneklerinden izole edilen 78 P. aeruginosa suşunun antibiyotik hassasiyet sonuçları retrospektif olarak değerlendirilmiştir. İzolatların tiplendirilmesi ve
antibiyotik duyarlılıkları için Phoenix (Becton Dickinson, USA) bakteri tanımlama sistemi kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya alınan P. aeruginosa suşlarında %42,3 sefepim, %41 levofloksasin, %38,7 siprofloksasin, %29,4 seftazidim, %21,7 sefoperazon / sulbaktam, %17,9 gentamisin, %17,9 piperasilin / tazobaktam, %8,9 imipenem, %5,1 amikasin ve %2,5 meropenem direnci saptanmıştır. İzolatların 28 (%35,9)’i bu antibiyotiklerden tümüne hassas olarak bulunmuştur. Hastaların 46 (%58,9)’sında steroid, 56 (%71,8)’sında geniş spektrumlu
antibiyotik kullanım öyküsü tespit edilmiştir.
SONUÇ: Kronik obstrüktif akciğer hastalığının akut ataklarında, Pseudomonas enfeksiyonlarının antibiyotik duyarlılıklarının belirli periyotlarla incelenmesi hasta sağlığı ve ülke ekonomisi açısından yararlı olacaktır.
OBJECTIVE: Chronic Obstructive Pulmonary Disease (COPD) disease is characterized with acute exacerbation. Exacerbations are manifested with dyspnea and increased volume and purulence of sputum. Treatment may require the use of bronchodilators and antibiotics. With
an increase in airflow restriction it is reported to also increase the risk of exacerbations. Acute exacerbations decrease the quality of life of the patients, cause significant morbidity, mortality and economic hardship. The Global Initiative for Chronic Obstructive Lung Disease (GOLD) group classified the COPD patients from 1 to 4. Number of exacerbation is 0.7-0.9 in GOLD 2 and 1.2-2.0 in GOLD 4 per year. The most common bacterial pathogens for acut exacerbation of COPD are Haemophilus influenzae, Streptococcus pneumoniae and Moraxella catarrhalis, respectively. Pseudomonas aeruginosa is the more important agent for GOLD3 and GOLD4 COPD patients. The rising antimicrobial resistance to P. aeruginosa strains is a problem in the treatment. For the treatment of infection, antibiotic susceptability
pattern knowledge before starting empiric therapy may improve effectiveness. The sputum culture and antibiotic resistance tests should be performed if the patient has failed to respond to empirical antibiotic treatment. For this reason, in the current study we aimed to determine resistance patterns in P. aeruginosa strains isolated from the sputum with acute exacerbation of COPD patients in our hospital.
METHODS: Patients who were admitted to Trabzon Ahi Evren Chest and Cardiovascular Surgery Training
and Research Hospital, with acute exacerbation of COPD between June 2007 and December 2010, had their sputum culture results reviewed. The results of antibiotics susceptibilities test in 78 P. aeruginosa strains isolated from sputum were evaluated retrospectively.
For typing and antibiotic susceptibility of isolates the Phoenix bacterial identification system (Becton Dickinson, USA) was used.
RESULTS: The antibiotic resistance rates of P. aeruginosa were 42.3% for cefepime, 41% for levofloxacin, 38.7% for ciprofloxacin, 29.4% for ceftazidime, 21.7% for cefoperazone / sulbactam, 17.9% for gentamicin, 17.9% for piperacillin / tazobactam, 8.9% for imipenem, 5.1% for amikacin and 2.5% for meropenem. Twenty eight (35.9%) of the isolates were found to be sensitive to all of these antibiotics. Forty six (58.9%) of the patients had steroid and 56 (71.8%) of the patients had broad-spectrum antibiotic use.
CONCLUSION: In acute exacerbations of chronic obstructive pulmonary disease, the inspection of antibiotic susceptibility of Pseudomonas infection would be beneficial for patient’s health and the country’s economy.

5.
Chlorella vulgaris’in biyoflokülantlarla sıvı ortamlardan ayrılması
Separation of Chlorella vulgaris from liquid phase using bioflocculants
Gizem Günay, Aynur Gül Karahan, Mehmet Lütfü Çakmakçı
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.47568  Sayfalar 187 - 200
AMAÇ: Büyük ölçekte üretilen Chlorella vulgaris’in sıvı ortamlardan ayrılması güç ve pahalı bir işlemdir. Bu çalışmada, çeşitli örneklerden izole edilen bakterilerin biyoflokülant aktivitesinin belirlenmesi, biyoflokülantın saflaştırılması ve biyoflokülant kullanılarak C. vulgaris’in besiyerinden ayrılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Farklı illerden toplanan toprak ve atık su örneklerinden elde edilen izolatların morfolojik
özellikleri ve Gram tepkimesi incelenmiştir. Daha sonra izolatların küme oluşturma aktivitesi
spektrofotometrik ölçümler ile belirlenerek en yüksek aktiviteye sahip olan beş suşun 16S rRNA dizi analizi ile moleküler tanısı yapılmıştır. Bacillus amyloliquefaciens AS21a’nın küme oluşturma aktivitesinin yüksek ve kararlı olduğu belirlenmiştir. Bu nedenle biyoflokülantın üretimi ve saflaştırılması işlemlerine bu suşla devam edilmiştir. Saflaştırılan biyoflokülantın yapısal özelliklerinin belirlenmesi amacıyla protein tayini, karbonhidrat tayini ve Fourier
Dönüşümlü Infrared Spektrofotometre (FTIR) analizi yapılmıştır. Elde edilen biyoflokülant ham ekstraktının ve saflaştırılmış biyoflokülantın C. vulgaris’i çökeltme etkinliği belirlenmiştir.
BULGULAR: Toprak ve atık su örneklerinden 109 adet suş izole edilmiştir. Beş suş, %40 ve üzeri yüksek küme oluşturma aktivitesine sahiptir. En yüksek aktiviteye sahip olan izolat ise atık sudan izole edilen B. amyloliquefaciens AS21a suşu olarak tanımlanmıştır. B. amyloliquefaciens
AS21a suşundan elde edilen ham ekstrakt, pH’sı 8,0 olan saf kaolin süspansiyonunda %90 düzeyinde küme oluşturma aktivitesi göstermiştir. Analizler, biyoflokülantın %86,44 protein ve %13,56 karbonhidrat içeren bir biyopolimer olduğunu göstermiştir. Biyoflokülantla C. vulgaris’in çökeltme etkinliğinin belirlendiği denemede %51,13 düzeyinde başarı elde edilmiştir.
SONUÇ: Atık suyun biyoflokülant üreten bakterilerin elde edilmesi için iyi bir kaynak olabileceği sonucuna varılmıştır. Biyoflokülant üretimi ve saflaştırılması açısından optimum koşulların sağlanmasıyla aktivitenin arttırılabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, pH ve kaolin saflığı gibi faktörlerin küme oluşturma etkenliğini etkilediği görülmüştür. Bu nedenle sıcaklık, biyoflokülant miktarı, çalkalama süresi vb. diğer etkenlerin küme oluşturma üzerindeki etkisi incelenmelidir. FTIR analizi, karbonhidrat ve protein tayinleri sonucunda biyoflokülant bileşiminde karbonhidrat içeriğinin daha fazla olduğu belirlenmiştir. Bu nedenle daha önce
yapılan çalışmalar ışığında biyoflokülantın büyük molekül ağırlığına sahip olduğu ve bu özelliğin küme oluşumunu olumlu yönde etkilediği düşünülmektedir. C. vulgaris ile yapılan çalışmada; algin sıvı ortamdan kısmen ayrılması mümkün olmuştur. Ancak çökme düzeyinin arttırılması amacıyla çalışmalar sürdürülecektir. Kaolinle yapılan denemelerde başarılı sonuç alınması, biyoflokülantın atık su arıtımında kullanılabilme potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle biyoflokülantın atık su arıtımında sağlayacağı etkinin daha sonra yapılacak çalışmalarla incelenmesi de düşünülmektedir.
OBJECTIVE: Seperation of Chlorella vulgaris from liquid phase is a difficult and expensive process to apply
on a large scale. The aim of this work is the determination of bioflocculant activity of some bacterial strains isolated from different resources, purification of bioflocculant and seperation of C. vulgaris from liquid phase using bioflocculant.
METHODS: Morphological properties and Gram reactions isolated from soil and waste water samples
obtained from different cities were investigated. Then the flocculating activities of the cell free culture supernatants containing bioflocculant were analyzed by using spectrophotometric method. Five strains exhibited the highest flocculating activity were identified using 16S rRNA gene nucleotide sequence analysis. The flocculating activity of Bacillus amyloliquefaciens AS21a was found to be higher and more stable than the other strains. For this reason, this strain was used for production and purification of bioflocculant. The structural properties of the purified bioflocculant were determined by total protein and carbohydrate analysis, and Fourier Transform Infrared Spectroscopy (FTIR) spectroscopy analysis. The flocculation efficiency of crude supernatant and purified bioflocculant on C. vulgaris was determined.
RESULTS: 109 strains were isolated from samples of soil and waste water. Five strains have 40% and more high flocculating efficiency. Strain that has the highest activity has been identified as B. amyloliquefaciens AS21a which wastewater was isolated. The raw extract obtained from this strain showed about 90% flocculating activity in pure kaolin suspension (pH 8.0). Analysis showed that the bioflocculant is a biopolymer containing 13.56% protein and 86.44% carbohydrate. Finally, the bioflocculant produced by AS21a showed 51.13% flocculating efficiency on freshwater green microalgae C. vulgaris.
CONCLUSION: This study has shown that waste water is a rich source for bioflocculant producing microorganisms. It is believed that flocculating activity will increase at the
optimum experimental conditions. Besides that, efficiency of flocculating activity was affected by factors such as pH and purity of kaolin. For this reason, the effects of other
factors such as temperature, amount of bioflocculant, agitation time and etc. on the flocculating activity must be examined. Further analysis such as FTIR, carbohydrate
and protein analysis showed that the main compositions of the purified bioflocculants were carbohydrates containing some proteins. Therefore, it was concluded that it has a high molecular weight and this property has increased the flocculating activity. Experimental
results showed that C. vulgaris was partially separated from the liquid phase. However, the experiments will continue for the purpose of increasing the flocculating activity. Getting successfully experimental results with kaolin showed that bioflocculant has a potential use in wastewater treatment. For this reason, it also is thought to analyze the effect of bioflocculant on the wastewater treatment with further studies.

OLGU SUNUMU
6.
Anaerop bakterilerin neden olduğu toplum kaynaklı plevrapulmoner enfeksiyona bağlı gelişen ölümcül sepsis vakası
A case of community-acquired pleuropulmonary infection and fatal septicemia caused by anaerobic bacteria
Gülhan Yağmur, Hüsrev Demirel, Muhammed Feyzi Şahin, Arzu Akçay, Sermet Koç
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.56887  Sayfalar 201 - 206
Anaerop mikroorganizmalar plevrapulmoner enfeksiyonlarda önemli bir rol oynar. Bu enfeksiyonlarda en yaygın görülen anaeroplar Peptostreptococcus spp., Fusobacterium nucleatum ve Bacterioides spp.’dir. Gemella morbillorum ise plevrapulmoner enfeksiyonlara nadiren neden olabilen bir bakteridir. Bu raporda evde ölen, epilepsi hikayesi olan 38 yaşındaki kadında anaerop bakterilere bağlı gelişen plevrapulmoner enfeksiyon ve sepsis olgusu sunulmaktadır. Vakaya yapılan otopside sol akciğerin ileri derecede kollabe olduğu görüldü. Sol göğüs boşluğundan sarı renkli, kötü kokulu 1200 mL sıvı boşaltıldı. Mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen postmortem örneklerden aerop ve anaerop kültürler yapıldı. Anaerop kültürler için kavanozda kuru sistem (GENbox-Biomerieux, Fransa), bakteri tanımlamaları için API Rapid ID32A (Biomerieux, Fransa) kullanıldı. Aerop kültürlerde üreme olmadı. Kan ve dalak doku kültüründe Anerococcus prevotii, püy materyalinde Anerococcus prevotii ve Fusobacterium nucleatum, akciğer doku kültüründe Gemella morbillorum üredi.
Anaerop bakteriler toplum kaynaklı pnömonilerde önemli bir etken grubu olmasına rağmen, kültür ve izolasyonda gecikmelerden dolayı ciddi ve hayatı tehdit edici enfeksiyonlara neden olmaktadırlar. Postmortem olguların otopsisi sırasında, daha kolay ve uygun şartlarda örnekleme yapılabilmesi, anaerop bakterilerin izolasyonuna ve tanımlanmasına katkıda bulunacaktır.
Anaerobic microorganisms play a major role in pleuropulmonary infections. Peptostreptococcus spp., Fusobacterium nucleatum and Bacterioides spp. are the most commonly seen anaerobes in this infections. Gemella morbillorum is a rare cause of pleuropulmonary infections. We report a case of pleuropulmonary infection and septicemia due to anaerobic bacteria in a 38 years old woman with history of epilepsy, who died at home. At the autopsy, her left lung was seen to be collapse severely. 1200 mL of yellow smelly fluid was drained from the left chest cavity. Aerobic and anaerobic cultures were done on postmortem specimens which were sent to the Microbiolgy Laboratory. The anaerobic
cultures were performed in anaerobic jar using GENbox (Biomerieux, France). The isolates were identified by API Rapid ID32A (Biomerieux, France). Aerobic cultures were negative. Anerococcus prevotii was isolated from blood and spleen tissue culture, Anerococcus prevotii
and Fusobacterium nucleatum was isolated from fluid material culture, Gemella morbillorum was isolated from lung tissue culture. Anaerobic bacteria are an important factor in community-acquired pneumonia, which become serious and life-threatening infections
because of delayed culture and isolation. During the postmortem autopsy suitable conditions for sampling will contribute to the identification of anaerobic bacteria.

DERLEME
7.
Tüberküloz tedavisinde yeni ilaç adayları
New drug candidates in tuberculosis treatment
Begüm Evranos Aksöz
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.35492  Sayfalar 207 - 220
Tüberküloz, bütün dünyada önemli bir halk sağlığı sorunu olmaya devam etmekte olan, çok eski bulaşıcı ve ölümcül bir hastalıktır. Özellikle Afrika ve Asya ülkelerinde yaygın olarak görülen ve tüm dünyayı ilgilendiren bir sağlık sorunudur. Tüberkülozun giderek artan bir dünya sorunu olması; Mycobacterium tuberculosis zincirleri üzerindeki çoklu antibiyotik tedavisine karşı gelişen direncin artan şekilde devam etmesi ve HIV virüsüne bağlı olarak ortaya çıkan enfeksiyon nedeniyledir. Tüberküloz hastalığında tedavi en az altı ay süre ile çoklu ilaçlar ile gerçekleştirilmektedir. Tek ilaçla ve uygun olmayan süre yapılan tedavi ilaç direnci gelişimine yol açmaktadır. Tedavide kullanılan ilaçların uzun süre kullanılması ilaçların oluşturacağı yan etkiler açısından da risk oluşturmakta, ilaçların yan etkileri hastanın tedaviye
uyumunu zorlaştırmakta ve bazen de hastanın tedaviyi bırakmasına neden olmaktadır. Bu nedenlerle hastalığın tedavisinde kullanılabilecek direnç gelişmemiş, etkili, tedavi süresini kısaltacak ve yan etkileri az olan yeni ilaçların bulunması şart olmuştur. 40 yıl gibi uzun bir
aradan sonra ilk kez tedavide kullanılabilecek yeni bir ilaç etken maddesi “Bedaquiline” FDA tarafından Faz II aşamasındayken 2012 Aralık ayı sonunda onay almıştır. Bedaquiline çok ilaca dirençli tüberküloz tedavisinde kullanılacaktır. Bedaquiline’in ve yeni aday ilaçların yapıları incelendiğinde diarilkinolin, oksazolidinon, nitroimidazol, etilendiamin gibi ortak kimyasal yapılar dikkat çekmektedir. Bu ilaçların sahip olduğu ortak kimyasal yapılar yeni aday ilaçları tasarlarken yol gösterici olacaktır. Bu derlemede tüberküloz hastalığının tedavisinde kullanılmak üzere bedaquiline ve üzerinde preklinik ve daha ileri aşamalarda araştırma yapılan sutezolid, linezolid, PA-824, delamanid, rifapentin, gatifloksasin, moksifloksasin, BTZ-043, TBA-354, CPZEN-45, DC-159a, Q201, SQ-609, SQ-641 gibi yeni aday ilaçlardan bahsedilmiştir.
Tuberculosis is a very old infectious and mortal disease that continues to threaten the world. It is a growing health problem for all over the world although it has high prevalence mostly in poor African and Asian countries. This is because of the increasing pathology of tuberculosis with HIV and the resistance to antibiotic therapy. The treatment period is at least six months in tuberculosis. This causes the development of resistance to drugs and using multidrug therapy. The long duration of multidrug therapy creates a risk of side effects.
The side effects of the drugs decrease the patient’s adherence to treatment and sometimes
makes them quit the treatment. From these problems emerges the need for development of effective new drugs, with smaller duration of therapy, less side effects and without the problem of resistance. After a long period such as 40 years, a new drug molecule bedaquiline was approved in December 2012 by FDA while the drug was in phase II research. Bedaquiline will be used in multidrug resistant tuberculosis therapy. When the chemical structures of bedaquilline and other candidate drugs were examined, the structures such as diarylquinoline, oxazolidinone, nitroimidazole, ethylenediamine drew attention. These common structures will be directive in designing new molecules. In this review, bedaquiline and other candidate drug molecules such as sutezolide, linezolide, PA-824, delamanide, rifapentine, gatifloxacin, moxifloxacin, BTZ-043, TBA-354, CPZEN-45, DC-159a, Q201, SQ-609, SQ-641 were mentioned.

8.
Halk sağlığı problemi olan talasemilerde laboratuvar
Laboratory on thalassemia which is a public health problem
Çiğdem Sönmez, Ayşegül Öztürk Kaymak, Gülcan Güntaş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.26918  Sayfalar 221 - 228
Talasemi ya da diğer adıyla Akdeniz Anemisi; dünyada ve ülkemizde en sık görülen ailesel geçişi olan hematolojik bir hastalıktır. Otozomal resesif geçis gösteren, hemoglobin (Hb) zincirlerinden birinin veya birkaçının kalıtsal defekti sonucu gelişen hipokrom mikrositer anemi ile karakterize heterojen bir grup hastalıktır. Talasemi, α, β, γ, δ olarak tanımlanan hemoglobin zincirinin veya zincirlerinin az sayıda yapılması veya hiç yapılamaması ile oluşur. Αlfa (α) zincir yapım azlığı ya da yokluğu α talasemiye, beta (β) zincir yapım azlığı veya yokluğu β talasemiye neden olmaktadır. Talasemi de klinik bulguların şiddeti globulin zincirlerindeki defektin miktarına ve etkilenen zincirin tipine göre değişmekle birlikte; asemptomatik seyirli taşıyıcılıktan sürekli transfüzyon tedavisi gerektiren ciddi klinik seyirlerle karşımıza çıkabilmektedir. Laboratuvar testleri talasemilerin tanı ve takibinde geniş yelpazede yer almaktadır. Tam kan sayımı, periferik yayma ve klinik kimya testleri ile hipokrom mikrositer anemilerin tanısı için gerekli parametreler iken; talasemilerin tanısı için
yüksek performanslı likid kromatografisi, elektroforez testleri kullanılmaktadır. Talasemiler, taşıyıcıların laboratuvar tarama programları ile saptanması sonrası genetik danışma ve doğum öncesi tanı konabilmesiyle engellenebilir bir hastalık olmasına rağmen, dünyada her
yıl en az 60.000 talasemi hastası doğmaktadır. Türkiye’de ise yaklaşık 1.300.000 talasemi taşıyıcısı ve 4.500 kadar talasemi hastası olduğu bildirilmektedir. Bu nedenle talesemililer ülkemiz için bir halk sağlığı problemidir. Talasemi tanısının zamanında ve doğru laboratuvar testleri ile konulması, gereksiz demir kullanımı gibi uygun olmayan tedavileri azaltacaktır. Genetik danışmanlık verilmesiyle taşıyıcı anne ve babaların hasta çocukları için alternatif
tedaviler ile ilgili bilgi sahibi olmaları ve bir sonraki gebelik planlarında preimplantasyon genetik tanı (PGT) yönteminden faydalanmaları hedeflenmiştir. PGT, hasta bireylerin ömür boyu karşılaştıkları sağlık problemleri, hastalıkların tedavisindeki komplikasyonlar ve yüksek
tedavi maliyetleriyle analiz edildiğinde, ailelerin sağlıklı çocuk sahibi olmalarına yardımcı olması nedeniyle kritik öneme sahip bir tekniktir. Bu derlemede talasemilerde, demir eksikliği anemisi ve diğer anemilerin ayrımında kullanılan eski ve yeni laboratuvar parametrelerinin neler olduğu ve nasıl kullanılacağı değerlendirilmiştir.
Thalassemia which is also known as Mediterranean Anemia, is the most commonly observed hereditary blood disease in our country and in the world. This disease group which shows autosomal recessive transmission is a heterogeneous one group of disease which is characterized with hypochromic microcytic anemia that develops in the result of inherited defect of one or more of the hemoglobin chains. Thalassemia occurs either when hemoglobin chain or chains which are described as α,β,γ,δ are produced in few amount or when they are not produced at all. Absence of α-chain production or its insufficient production leads to
α-Thalassemia; and the absence of β -chain production or its insufficient production leads to β–Thalassemia. While the severity of clinical findings in thalassemia changes according to the amount of defect on globulin chains and the type of chains that is affected; it can
appear with a severe clinical progress that requires continuous transfusion treatment, from a carrier case with asymptomatic progress. Wide range of laboratory tests take part in the diagnosis and follow-up of Thalassemia. While whole blood count, peripherical smear and clinical chemistry tests are required parameters for the diagnosis of hypochromic microcytic
anemia; high performance liquid chromatography and electrophoresis tests are used for the diagnosis of thalassemia. Although thalassemia can be prevented with genetic counseling after the detection of carriers with laboratory screening programs and although it can be diagnosed before birth; every year at least 60.000 thalassemia patients are born in the world. It is reported that there are about 1.300.000 thalassemia carriers and about 4.500 thalassemia patients in Turkey. For this reason, thalassemia is a public health problem for Turkey. The diagnosis of thalassemia with the correct laboratory tests at a right time decreases inappropriate treatments like redundant use of iron. With the genetic counseling to the carrier families it is aimed to informed about alternative treatments for their children who have the disease and for their next birth plans how to use Preimplantation genetic diagnosis (PDG)technique. When health problems that patients encounter throughout their life, complications in the treatment of patients and high treatment costs ara analyzed, PGD is
a technique which has critical importance, it assists to make families have healthy children. In this review it is evaluated that in thalassemia what are the old and new laboratory parameters that are used in discrimination of iron deficiency anemia and other anemias; besides how they are used.

LookUs & Online Makale
w