TÜM DERGİ | |
1. | THDBD 2024-3 Cilt 81 Tüm Dergi TBHEB 2024-3 Vol 81 Full Printed Journal Utku ERCÖMERTdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.59319 Sayfalar 242 - 349 Makale Özeti |Tam Metin PDF |
ARAŞTIRMA | |
2. | Hypericum perforatum ve Urtica dioica’nın Leishmania tropica üzerindeki in vitro etkinliği In vitro efficacy of Hypericum perforatum and Urtica dioica on Leishmania tropica Fatma İSLAMOĞLU, Mehmet Sami İSLAMOĞLU, Murat HÖKELEKdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.84769 Sayfalar 243 - 252 GİRİŞ ve AMAÇ: Leishmania cinsi parazitler, kendiliğinden iyileşebilen lokalize cilt lezyonlarından, ölümcül visseral hastalıklara kadar bir grup insan hastalığına neden olabilir. Leishmaniasis tedavisinde kullanılan ilaçların yetersizliği, yan etkileri ve direnç sorunu yeni ilaçlara olan gereksinimi arttırmıştır. Bu gereksinimler doğrultusunda tedaviye alternatif olarak bitkisel ekstraktların kullanımı gündeme gelmektedir. Bu çalışmanın amacı Urtica dioica ve Hypericum perforatum bitkilerinin anti-leishmanial etkinliklerini araştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Yaptığımız çalışmada, %10 Fetal calf serum (FCS) eklenmiş L-glutaminli RPMI-1640 besiyerinde çoğaltılan ve pasajlanan promastigotlar, değişik konsantrasyonlarda hazırlanan bitkisel ilaç ekstraktı-besiyeri karışımına inoküle edildi. 72 saat boyunca +26°C’de inkübasyona bırakıldı. Bu süre sonunda plakta inkübe edilen parazitler thoma lamında sayıldı ve %50 inhibitör konsantrasyon değerleri (IC50) hesaplandı. BULGULAR: U. dioica kök tentürünün 0,07 mg/ml konsantrasyonunda promastigotların üremesini inhibe etmediği, 9,37 mg/ml konsantrasyonunda üremeyi tamamen inhibe ettiği, U. dioica yaprak ekstraktının 250 mg/ml konsantrasyonda üremeyi tamamen inhibe ettiği görüldü. H. perforatum esansiyel yağının ise 0,02 mg/ml konsantrasyonda promastigotların üremesini inhibe etmezken, 3,12 mg/ml konsantrasyonda üremeyi tamamen inhibe ettiği görüldü. U. dioica kök ve yaprakları için IC50 değerleri sırasıyla 579,93 μg/ml, 244,16 μg/ml olarak hesaplanmıştır. H. perforatum esansiyel yağı için ise IC50 değeri 189,88 μg/ml olarak hesaplanmıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: U. dioica ve H. perforatum’un Leishmania tropica promastigotlarına karşı in vitro ortamda anti-leishmanial aktivitelerinin varlığı tespit edilmiştir. Çalışmamızda kullandığımız ilaçlar arasında Hypericum perforatum esansiyel yağı en etkili anti-leishmanial aktivitesi olan ilaçtır. H. perforatum esansiyel yağının, U. dioica kök ve yaprak ekstraktlarının, Leishmania promastigotlarına karşı yüksek düzeyde etki gösterdiğinin ilk defa bu çalışma ile rapor edilmiş olması, bu konuda yapılacak diğer çalışmalara öncülük edecektir. Bu ekstraktlarn rutin kullanımdaki birçok ilaçtan daha az toksik olmaları nedeniyle ileride alternatif tedavi seçeneği olabilecekleri düşünülmektedir. INTRODUCTION: Leishmania parasites cause a wide range of human diseases from localized self-healing cutaneous lesions to fatal visceral disease. Failure of the drugs used in the treatment of leishmaniasis, side effects, and drug resistance has increased the need for new drugs. As an alternative to treatment under these requirements, the use of herbal extract comes up. The aim of this study is to research the anti-leishmanial effect of herbs that Urtica dioica and Hypericum perforatum. METHODS: Our study was designed ın vitro efficacy of herbal products. In this study, the promastigotes these are growth and passaged RPMI-1640 medium with L-glutamine buffered and supplemented with 10% Fetal calf serum (FCS) are inoculated in mixed solutions prepared with different herbal drug extract concentrations and medium. Parasites were allowed to incubate at + 26 °C for 72 hours. End of time, the parasites were incubated in the plate are counted on the Thoma slide. The 50% inhibitory concentrations are calculated. RESULTS: It was observed that concentration of U. dioica root tincture 0.07 mg/ml doesn’t inhibit promastigote proliferation, in case 9.37 mg/ml inhibits growth completely, the concentration of U. dioica leaf fluid extract 250 mg/ml inhibitors growth completely The concentration of H. perforatum essential oil 0.02 mg/ml don’t inhibit promastigote proliferation, in case 3.12 mg/ml inhibits growth completely. The 50% inhibitory concentration (IC50) values for root and leaves of U. dioica were calculated that respectively 579.93 μg/ml, 244.16 μg/ml, and H. perforatum essential oil was calculated that 189.88 μg/ml. DISCUSSION AND CONCLUSION: It was found that U. dioica and H. perforatum had inhibitory effects on Leishmania tropica promastigotes in vitro. H. perforatum essential oil has the best antileishmanial activity of the drugs used in this study. The high effect of the H. perforatum essential oil, U. dioica root, and leaf extracts, against Leishmania promastigotes has been reported with this study, so this issue will lead to other studies. It was thought that both of them can be used as an alternative treatment option in the future because they are less toxic than many drugs in routine. |
3. | Kısrakların genital sisteminden leptospirosisin moleküler tespiti Molecular detection of leptospirosis from genital system in mares Derya KARATAŞ YENİ, Aslı BALEVİ, Ayten GÖKdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.01212 Sayfalar 253 - 258 GİRİŞ ve AMAÇ: Leptospirosis, dünya çapında zoonotik olan ve atların iyi bilinen bir enfeksiyöz hastalığıdır. Atlarda leptospirosis, zayıf tayların doğumuna, yenidoğan ölümlerine ve gebelik sonrası abortlara sebep olmaktadır. Atlarda leptospiroz ile ilgili çalışmalar genellikle idrar örneklerinin araştırılması ve serolojik çalışmalardır. Leptospirosis, reprodüktif bozukluklara yol açmasına rağmen, enfeksiyon kaynağı olabilecek genital örnek çalışmaları göz ardı edilmiştir. Bu çalışmanın amacı, herhangibir klinik semptom göstermeyen kısraklardan alınan vajinal sürüntü örneklerinde PCR ile Leptospira prevalansını incelemekti. YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 92 adet vajinal sürüntü örneği toplanarak Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi bakteriyel tanı laboratuvarına aktarılmıştır. Sürüntü örnekleri alınmadan önce vulva ve vajina temizlenmiştir. Tüm örnekler -20°C’de buzdolabında saklanmış ve işlenmek üzere laboratuvara götürülmüştür. Bu numuneler soğuk zincir koşullarında laboratuvara gönderilmiştir. Şüpheli örneklerden DNA ekstrakte edilmiş ve Leptospira spp.’yi saptamak için spesifik primerler seçilmiş ve konvansiyonel PCR kullanılmıştır. BULGULAR: Çalışmanın sonucunda, 92 kısrak vajinal sürüntü örneğinden 7 (%7,6)’sinde Leptospira spp. pozitif olduğu saptanmıştır. Bu çalışma, asemptomatik kısraklarda Leptospira spp DNA’sının tespit edilmesi sebebiyle ülkemizden ilk rapordur. TARTIŞMA ve SONUÇ: Leptospira PCR testi pozitif bulunan kısrakların herhangi bir belirti ve semptom göstermediği belirlendi. Sonuçlar ve gözlemler değerlendirildiğinde, Leptospira PCR testi pozitif kısrakların leptospirosis bulaşmasında taşıyıcı olarak rol oynayabileceği düşündürdü. Çalışmamız, olası etkeni taşıyıcı kısraklar üzerine yapılan ender çalışmalardan biridir. Leptospirosisin PCR ile tespiti, asemptomatik hayvanlarda Leptospira saçılımının erken tespiti için güvenilir bir yöntem olarak kabul edilebilir. Ayrıca, Leptospira etkeninin izolasyon güçlüğü ve gelişebilecek kontaminasyonlar göz önüne alındığında, vajinal sürüntü örneklerinden moleküler çalışmalar, hızlı ve kesin bir tanı seçeneği olarak gözlemlendi. Çalışmamızın sonuçlarına göre, hastalığa karşı kontrol tedbirleri yeniden değerlendirilip riskli alanlarda moleküler karakterizasyon ve aşılama çalışmaları yapılması önerilmektedir. INTRODUCTION: Leptospirosis is a worldwide zoonotic disease and well recognized infectious disease of horses. Equine leptospirosis is to cause the birth of weak foals, neonatal deaths and abortion after pregnancy period. Studies on leptospirosis in horses are generally investigations of urine samples and serological studies. Although leptospirosis causes reproductive disorders, genital sample studies that may be a source of infection have been ignored. The aims of this study were to study the prevalance of Leptospira by PCR using vaginal swab from apparently healthy horses. METHODS: A total of 92 vaginal swab samples were collected and transferred to the bacterial diagnosis laboratory of Selcuk University Veterinary Faculty. The vulva and vagina were cleaned before swab samples were taken. All samples were stored in the refrigerator at -20°C and taken to the laboratory for processing. These samples were sent to the laboratory under cold chain conditions. DNA was extracted from suspicious samples and conventional PCR was used to detect Leptospira spp. Specific primers were selected and PCR was finalized for Leptospira spp. RESULTS: As a result of the study, it was found that out of 92 mare’s vaginal swab samples 7 (7.6%) were positive for Leptospira spp. This study is the first report from our country due to the detection of Leptospira spp DNA in asymptomatic mares. DISCUSSION AND CONCLUSION: Also it revealed that the Leptospira PCR positive mare were not showing any signs and symptoms. When the results and observations were evaluated, it was thought that Leptospira PCR positive mares could play a role as a carrier in the transmission of leptospirosis. Our study is one of the rare studies on mares carrying the possible causative agent. Detection of leptospirosis by PCR can be considered as a reliable method for early detection of Leptospira shedding in asymptomatic animals. In addition, molecular studies from vaginal swab samples were observed as a rapid and definitive diagnostic option, considering the difficulty of isolation of the Leptospira agent and possible contaminations. According to the results of our study, it is recommended to reevaluate the control measures against the disease and to carry out molecular characterization and vaccination studies in risky areas. |
4. | Halk Sağlığı Laboratuvarlarının Mikrobiyoloji Alanındaki Kalite Gelişmelerinin Dış Kalite Çalışmaları ve Akreditasyon Açısından Değerlendirilmesi Evaluation of Quality Improvements in the Field of Microbiology of Public Health Laboratories in terms of External Quality Studies and Accreditation Edibe Nurzen NAMLI BOZKURT, Göktuğ BAYRAMdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.33279 Sayfalar 259 - 268 GİRİŞ ve AMAÇ: Halk Sağlığı Laboratuvarı, toplum sağlığının korunması ve iyileştirilmesi kapsamında birey ve toplum sağlığını etkileyen ve/veya etkileyebilecek etmenleri inceleyen ve görev alanıyla ilgili klinik ve klinik dışı laboratuvar hizmetleri sunan laboratuvardır. TS EN ISO/IEC 17025 standardının gerekliliklerini sağlayarak akredite olmak isteyen laboratuvarlar için kalite kontrol çalışmaları son derece önemlidir. Böylelikle laboratuvarlar, kalite gerekliliklerini yerine getirerek doğru sonuç üretip kaliteli hizmet sunduklarını ispat etmiş olurlar. Bu çalışmanın amacı; 2012-2021 yılları arasında Halk Sağlığı Laboratuvarlarında yürütülen kalite ve akreditasyon süreçleri ile katılım sağlanan Dış Kalite Değerlendirme programlarının, mikrobiyolojik analiz alanındaki kalite üzerine yaptıkları etkilerini araştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Laboratuvarlarda yürütülen tüm kalite çalışmaları grafiksel ve ortalama değerler olarak irdelendi. Uygulanan Dış Kalite Değerlendirme çevrim sonuçlarının Z değeri hesaplanması işlemi için ISO 13528: 2005 Robust Analiz Yöntemi kullanıldı. Her bir laboratuvarın performansı ISO 13528 standardı ve IUPAC Protokolü ile uyumlu olarak Z değeri cinsinden ifade edildi. BULGULAR: 2012-2021 yılları arasında kalite çalışmaları ile Dış Kalite Değerlendirme çevrimlerinden elde edilen veriler değerlendirilmiş, kalite ve akreditasyon üzerine pozitif etkileri belirlenmiştir. 2015-2018 yılları arasında kurumsal olarak uygulanan Dış Kalite Değerlendirme çevrimleri incelendiğinde, programlara katılan tüm laboratuvarların “Koliform bakteri”, “Escherichia coli” ve “Intestinal enterokok” parametrelerinde %90-100 başarılı, “Clostridium perfringens” ve “Pseudomonas aeruginosa” parametrelerinde ise %80-90 oranında başarılı oldukları görülmüştür. Kalite çalışmaları sonrasında TS EN ISO/IEC 17025 standardına göre akredite olan Halk Sağlığı Laboratuvarları, Dış Kalite Değerlendirme programlarında da başarılı Z değerleri elde etmişlerdir. Bu çalışmalar sayesinde, laboratuvarlarda yıllar içinde akredite parametre sayısı ve çalışılan numune sayısında belirli düzeyde artış sağlandığı görülmüştür. TARTIŞMA ve SONUÇ: Halk Sağlığı Laboratuvarları, kalite altyapıları geliştirilip kalite güvence sistemleri kurularak iç ve dış denetim mekanizmaları ile doğru sonuç üreten laboratuvarlar haline gelmişlerdir. Sonuçta Dış Kalite Değerlendirme programlarından başarılı sonuçlar alan ve kendini ispatlayan 19 adet L1 hizmet tipi laboratuvarın ilgili standartlar doğrultusunda akredite olduğu görülmektedir. INTRODUCTION: Public Health Laboratory is the laboratory that examines the factors that affect and/or may affect individual and public health within the scope of protection and improvement of public health, provides clinical and non-clinical laboratory services related to their field of duty. Quality control studies are extremely important for the laboratories wishing to be accredited by meeting the requirements of the TS EN ISO/IEC 17025 standard. In this way, laboratories prove that they produce correct results and provide quality service by fulfilling quality requirements. The aim of this study is to investigate the effects of the quality and accreditation processes carried out in Public Health Laboratories between 2012-2021 and External Quality Assessment programs attended, on quality in the field of microbiological analysis. METHODS: All quality studies carried out in laboratories were analyzed as graphical and average values. ISO 13528: 2005 Robust Analysis Method was used for calculating the Z score of External Quality Assessment cycles results. The performance of each laboratory was expressed in terms of Z score in accordance with the ISO 13528 standard and IUPAC Protocol. RESULTS: The data collected from the Quality and External Quality Assessment were evaluated between 2012-2021, their positive effects on quality and accreditation were determined. When the External Quality Assessment cycles which were institutionally applied between 2015-2018 are examined, it is seen that all laboratories participating in the programs are 90-100% successful in “Coliform bacteria”, “Escherichia coli” and “Intestinal enterococci” parameters, and 80-90% successful in “Clostridium perfringens” and “Pseudomonas aeruginosa” parameters. After the quality studies, Public Health Laboratories accredited according to the TS EN ISO/IEC 17025 standard have also obtained successful Z scores in the External Quality Assessment programs. Thanks to these studies, it has been observed that the number of accredited parameters and the number of samples studied have increased to certain level in laboratories over the years. DISCUSSION AND CONCLUSION: Public Health Laboratories have become laboratories that produce accurate results with internal and external control mechanisms by improving quality infrastructures and establishing quality assurance systems. As a result, it is seen that 19 L1 service type laboratory, which achieved successful results from the External Quality Assessment programs and proved themselves, are accredited in line with the relevant standards. |
5. | Kırklareli İli içme-kullanma sularının organoleptik özelliklerinin koliform kirliliğiyle ilişkisinin değerlendirilmesi Evaluation of the relationship of organoleptic properties of drinking waters of Kırklareli Province with coliform pollution Ahmet Burak DUMLU, Ahmet Önder PORSUK, Çiğdem CERİTdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.90698 Sayfalar 269 - 278 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma ile Kırklareli ilinde koagülant ajan ile arıtım olmaksızın insani tüketime sunulan içme-kullanma sularının organoleptik özelliklerinden olan renk, koku ve bulanıklık parametrelerinin değişiminde koliform bakterilerin etkisinin ölçülmesi ve bu parametrelerdeki değişimlerin birbirleriyle ilişkilerinin istatistiki olarak belirlenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma kapsamında Kırklareli ili genelinde Kasım 2019 - Kasım 2021 tarihleri arasında 218 noktadan toplam 1022 tane içme-kullanma suyu numunesi alınmıştır. Numunelerin Escherichia coli ve diğer koliform bakteri analizi numunelerin membran filtrasyon işleminden sonra geleneksel kültür metoduyla 100 ml’de kantitatif olarak; renk, koku ve bulanıklık parametreleri ise 98/83/EC normu doğrultusunda tüketicilerce kabul edilebilir durumda olduğunun uygunluğuna göre kalitatif olarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: 1022 numune içerisinde E. coli ve diğer koliform bakteri üremesi görülen numune sayısı sırasıyla 229 ve 244 olup (toplam koliform üreyen numune 352) rengi, kokusu ve bulanıklığı tüketicilerce kullanıma uygun olmayan numune sayısı sırasıyla 79, 51 ve 145’tir. E. coli ve diğer koliform bakteri üremelerinin suyun rengi, kokusu ve bulanıklığı üzerindeki etkisi %95 güven aralığında ikili (binomial) lojistik regresyon analizi ile araştırılmıştır. Buna göre ortaya çıkan regresyon modeli “Koku” parametresi için anlamlı bulunmuş olup (Hosmer&Lemeshow p>0,05), renk ve bulanıklık parametreleri için anlamlı değildir. Araştırmanın bağımsız değişkenleri suyun kokusu üzerindeki değişimlerin yüzde 8,9’unu açıklamaktadır (Nagelkerke R2 =0,089; Omnibus Ki Kare = 30,265; Sd =2; p<0,001). Ayrıca analiz sonucu ikili kategorik olarak değerlendirilen renk, koku ve bulanıklık parametrelerinin birbirleriyle ilişkisini belirlemeye yönelik gerçekleştirilen Ki Kare (X2) analizine göre; bulanıklık-renk, bulanıklık-koku ile renk-koku parametreleri arasında %95 güven aralığında anlamlı bir ilişki bulunmaktadır (Sırasıyla X2 = 260,690; 53,492; 94,352. Hepsi p<0,001). Suların bulanıklığı ile rengi arasındaki ilişki güçlü, bulanıklığı ile kokusu ve rengi ile kokusu arasındaki ilişki ise zayıftır (Sırasıyla Cremers V = 0,533; 0,229; 0,034. Hepsi p<0,001). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda incelenen su örneklerinin organoleptik özellikleriyle mikrobiyal kirliliği arasında ilişki olabileceğinin tespit edilmiş olması nedeniyle, içme-kullanma sularında organoleptik yöntemlerle uygunsuzluk saptandığında, bakteriyolojik kirlilik de olabileceğinin daima göz önüne alınması ve aksi ispatlanıncaya kadar bakteriyolojik kirlilik açısından dikkatli olunması gerektiği söylenebilir. INTRODUCTION: In this study, it was aimed to measure the effect of coliform bacteria on the change of organoleptic characteristics of the color, odor and turbidity parameters of drinking water offered for human consumption without treatment with coagulant agents in Kırklareli province and to determine the statistical relationship between the changes in these parameters. METHODS: Within the scope of the research, a total of 1022 drinking water samples were taken from 218 points throughout the province of Kırklareli between November 2019-2021. Escherichia coli and other coliform bacteria (OCB) analysis of samples were quantitatively in 100 ml by traditional culture method after membrane filtration process of samples; color, odor and turbidity parameters were evaluated qualitatively according to the conformity of being acceptable to consumers in line with the 98/83/EC norm. RESULTS: The number of samples with E. coli and OCB growth in 1022 samples is 229 and 244, respectively (total coliform growing sample is 352) and the number of samples whose color, odor and turbidity are not suitable for use by consumers are 79, 51 and 145, respectively. The effect of E. coli and OCB growth on the color, odor and turbidity of water was investigated by binary logistic regression analysis at 95% confidence interval. Accordingly, the resulting regression model was found to be significant for the “Odor” parameter (Hosmer&Lemeshow p>0.05), but not for the color and turbidity parameters. It explains 8.9% of the changes in the odor of water in the independent variables of the research (Nagelkerke R2 =0.089; Omnibus Chi-Square =30.265; Sd =2; p<0.001). In addition, according to the Chi-Square (X2) analysis carried out to determine the relationship between color, odor and turbidity parameters, which are evaluated as binary categorical analysis; There is a significant relationship between turbidity-color, turbidity-odor and color-odor parameters at the 95% confidence interval (X2=260,690; 53.492; 94.352, all p<0.001). The relationship between turbidity and color of water is strong, while the relationship between turbidity and odor and color and odor is weak (Cremers V=0.533; 0.229; 0.034, all p<0.001). DISCUSSION AND CONCLUSION: Since it has been determined in our study that there may be a relationship between the organoleptic properties of the water samples and their microbial pollution, it can be said that when non-suitable condiiton is detected with organoleptic methods in drinking water, the possibility of bacteriological pollution should always be taken into account and should be careful in terms of bacteriological pollution until proven otherwise. |
6. | Günübirlik tedavi ünitesinde ayaktan parenteral antibiyotik tedavisi alan hastaların değerlendirilmesi Evaluation of patients receiving outpatient parenteral antibiotic therapy in the outpatient unit Belgin ÇOŞKUN, Müge AYHAN, Rahmet GÜNERdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.15932 Sayfalar 279 - 286 GİRİŞ ve AMAÇ: Artan antimikrobiyal direnç nedeniyle geniş spektrumlu parenteral antibiyotik kullanımı giderek artmaktadır. Bu yüzden ayaktan parenteral antibiyotik uygulamalarının yapılacağı günübirlik tedavi ünitelerinin (GTÜ) önemi yükselmektedir. Bu çalışma ile hastanemiz bünyesinde hizmet veren GTÜ’nün çalışmaları değerlendirilerek, enfeksiyon hastalıkları tedavisindeki yerinin belirlenmesi ve öneminin vurgulanması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız retrospektif kesitsel çalışma olarak planlanmıştır. Aralık 2021-Şubat 2022 tarihleri arasında ünitemizde parenteral antibiyotik alan 18 yaş üstü hastalar çalışmamıza dahil edildi. Hasta bilgileri GTÜ defter kayıtlarından ve hastane bilgi işlem sisteminden tarandı. Hastaların demografik özellikleri, eşlik eden hastalıkları, hastaların üniteye yönlendirildiği birim, enfeksiyon odağı, etken mikroorganizma, antimikrobiyal direnç özellikleri, kullanılan antibiyotik, tedavi süresi ve yanıtı incelendi. BULGULAR: Çalışmaya, belirlenen kriterleri taşıyan toplam 101 hasta dahil edildi. Çalışmamıza dahil edilen hastaların ortalama yaşı 58,4±15,51 olup, hastaların %54,5 (n=55)’i erkekti. Hastaların %62,4 (n=63)’ünde ek hastalık mevcuttu. En sık eşlik eden hastalık Diyabetes mellitus (%18,8, n= 19) idi. Hastalarda en sık enfeksiyon odağı üriner sistem enfeksiyonu (n=53, %52,3), en sık kullanılan antibiyotikler ise sırası ile ertapenem (n=57,%56,4) ve teikoplanin (n=37, %36,6) idi. Escherichia coli en sık görülen gram negatif etken iken, Staphylococcus aureus en sık görülen gram pozitif etken idi (Tablo 4). Enterobacteriaceae ailesinde genişletilmiş spektrumlu beta laktamaz (GSBL) direnç oranı %96,36, Staphylococcus spp.’lerde metisilin direnç oranı %100 idi. Antibiyotik başlanan hastaların tamamında herhangi bir yan etki oluşmadan tedavileri tamamlandı. Bir hasta dışında tedavi alan tüm hastalar şifaya kavuştu. TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanemizde GTÜ hem poliklinik hastalarının tedavilerinde hem de yatan hastaların ardışık tedavilerinde önemli bir yer tutmaktadır. Dirençli mikroorganizmaların artışı nedeniyle oral antibiyotik seçeneklerinin kısıtlanması parenteral antibiyotik tedavisinin artışına neden olmuştur. Bu çalışma ile üç aylık kısa bir süre zarfında bile GTÜ sayesinde 101 hastanın hastane yatışı olmadan tedavisinin tamamlandığı görülmüştür. Bu nedenle ülkemizde bu tür ünitelerin yaygınlaşması önemlidir. INTRODUCTION: Due to increasing antimicrobial resistance, the use of broad-spectrum parenteral antibiotics is increasing. For this reason, the importance of outpatient parenteral antibiotic treatment (OPAT) is increasing. With this study, it was aimed to evaluate the OPAT unit of our hospital, to determine its use in the treatment of infectious diseases and to emphasize its importance. METHODS: Our study is a retrospective cross-sectional study. Patients over the age of 18 who received parenteral antibiotics in our OPAT unit between December 2021 and February 2022 were included in our study. Patients data were obtained from medical records of hospital. The demographic characteristics of the patients, their comorbidities, the unit they were referred to, the site of infection, the causative microorganism, antimicrobial resistance characteristics, antibiotics used, duration of treatment and response were examined. RESULTS: One hundred and one patients were included in the study. The mean age of the patients included in our study was 58.4±15.51 years, and 54.5% (n=55) of the patients were male. Comorbidity was present in 62.4% (n=63) of the patients. The most common comorbid disease was Diabetes mellitus (18.8%, n= 19). The most common focus of infection was urinary tract infection (n=53, 52.3%). The most commonly used antibiotics were ertapenem (n=57, 56.4%) and teicoplanin (n=37, 36.6%), respectively. Escherichia coli was the most common gram-negative agent, while Staphylococcus aureus was the most common gram-positive agent (Table 4). Extended-spectrum beta-lactamase (ESBL) resistance rate in Enterobacteriaceae family was 96.36%, and methicillin resistance rate in Staphylococcus spp. was 100%. All of the patients who were started on antibiotics were treated without any side effects. Except for one patient, all patients who received treatment recovered. DISCUSSION AND CONCLUSION: In our hospital, OPAT has an important place both in the treatment of outpatients and in the consecutive treatments of inpatients. The limitation of oral antibiotic options due to the increase in resistant microorganisms has led to the increase in parenteral antibiotic therapy. With this study, it was observed that even in a short period of three months, 101 patients completed their treatment without hospitalization through OPAT units. For this reason, it is important that these units become widespread in our country. |
7. | Sivrisineklerle mücadelede bitkisel kökenli esansiyel yağlarda bulunan çeşitli kimyasalların larvisidal ve ovisidal etkileri Larvicidal and ovicidal effects of selected chemicals found in plant-derived essential oils for mosquito control Fatma BURSALIdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.86429 Sayfalar 287 - 296 GİRİŞ ve AMAÇ: Aedes aegypti (L., 1762) (Diptera: Culicidae), dünya nüfusunun büyük bir kısmını etkileyen dang humması, Chikungunya, Zika humması ve sarıhumma gibi çok sayıda viral hastalığın vektörüdür. Sivrisinek kontrol programları büyük ölçüde üreme alanlarında larvasitlerin uygulanmasına ve Ae. aegypti ergin popülasyonlarını hedef alan böcek ilaçlarının uygulanmasına dayanmaktadır. Esansiyel yağlar temel olarak terpenoidler ve fenilpropanoidlerden oluşmaktadır ve böcek öldürücü aktiviteleri de dahil olmak üzere çeşitli faydalı özelliklere sahiptir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada çeşitli bitkilerin uçucu yağlarından tanımlanmış bazı kimyasal maddelerin (verbenon, propiyonik asit, laktik asit, 1-butanol, 2-butanol ve sitronellol) Ae. aegypti larva ve yumurtalarına karşı ovisidal ve larvisidal aktiviteleri 24 gözenekli plakada araştırılmıştır. BULGULAR: Verbenon, propiyonik asit ve laktik asidin sivrisinek larvaları üzerinde doza bağlı etki gösterdiği gözlenmiştir. Verbenon, 29.369 ppm LC50 değeri ile larvalara karşı en etkili madde olarak belirlenmiştir. Propiyonik asit ve laktik asit, 40,45-47,63 ppm arasında değişen LC50 değerleri ile oldukça etkili olmuştur. 1-butanol, 2-butanol ve sitronellol herhangi bir etki göstermemiştir. Bu çalışmada ayrıca uçucu yağların sivrisinek yumurtaları üzerindeki ovisidal etkileri de değerlendirilmiştir. Verbenon, propiyonik asit ve 1-bütanolün 120 saatlik değerlendirme süreci sonunda sivrisinek yumurtaları üzerinde doza bağlı bir etki gösterdiği gözlemlenmiştir. Verbenon 11.877 ppm LC50 değeri ile yumurtalara karşı en etkili madde olarak ortaya çıkmıştır. 200 ve 100 ppm’de <%25 yumurtadan çıkma oranı gözlemlenmiş ancak daha düşük konsantrasyonlarda yumurta açılma oranında artış ortaya çıkmıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: Esansiyel yağlarda bulunan bazı etken maddeler Aedes sivrisinek popülasyonlarının kontrolünde larvisidal ve ovisidal olarak güvenli ve etkili bir mücadele yöntemi olma potansiyeline sahiptir. Bu tür çalışmalar sivrisinek mücadelesinde esansiyel yağlar kullanılarak yeni formülasyonların geliştirilmesi yolunu açacaktır. INTRODUCTION: Aedes aegypti (L., 1762) (Diptera: Culicidae) is a vector for numerous viral diseases including dengue fever, Chikungunya, Zika fever, and yellow fever in densely populated urban areas. Mosquito control programs rely heavily on applying larvicides in breeding areas and applying insecticides targeting adult mosquitoes in the Ae. aegypti populations. Essential oils are primarily composed of terpenoids and phenylpropanoids and have a range of beneficial properties, including insecticidal activities. METHODS: This study primarily investigated the ovicidal and larvicidal activity of selected chemicals (verbenone, propionic acid, lactic acid, 1-butanol, 2-butanol and citronellol) identified in essential oils of plants against Ae. aegypti in wells of 24-well plates. RESULTS: Verbenone, propionic acid and lactic acid were observed to present a dose dependent effect on mosquito larvae. Verbenone emerged as the most effective against larvae with an LC50 value of 29.369 ppm. Propionic acid and lactic acid were highly effective with LC50 values ranging between 40.45-47.63 ppm. 1-butanol, 2-butanol and citronellol did not cause any mortality. This study is among the few studies that have assessed the ovicidal effects of essential oils on mosquito eggs. After 120 hours of exposure, verbenone, propionic acid and 1-butanol were observed to present a dose dependent effect on mosquito eggs. Verbenone also emerged as the most effective against eggs with an LC50 value of 11.877 ppm. At 200 and 100 ppm <25% hatched but afterwards a drastic increase in egg hatching was observed with decreased with concentration. DISCUSSION AND CONCLUSION: EOs have promising potential as a safe and effective larvicidal and ovicidal agent for controlling Aedes mosquito populations. Such studies pave the way for developing new mosquito control formulations utilizing these effective essential oils. |
8. | Metschnikowia reukaufii suşunun biyofilm oluşturma kapasitesinin belirlenmesi Determination of biofilm formation capacity of Metschnikowia reukaufii strain Tuba BÜYÜKSIRIT BEDİRdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.03708 Sayfalar 297 - 306 GİRİŞ ve AMAÇ: Biyofilm, biyotik veya abiyotik yüzeylere tutunan mikroorganizmalardan oluşan bir topluluktur. Biyofilm oluşturan mikroorganizmalar, planktonik formlarına göre çok daha ciddi tıbbi ve endüstriyel sorunlara neden olmaktadır. Bu nedenle mikroorganizmaların biyofilm oluşturma yeteneklerinin bilinmesi ve önlem alınması gerekmektedir. Bu çalışmanın amacı stres koşullarında inhibitör madde üretimi artan Metschnikowia reukaufii MN622824 suşunun, farklı çevre koşullarını deneyerek stres oluşturmak ve bunun biyofilm oluşumuna etkisini belirlemektir. Ayrıca, gıda makinelerinde sıklıkla kullanılan paslanmaz çelik (SS) yüzeylerde biyofilm oluşumuna etkisini gözlemlemektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Biyofilm oluşumu tüp yöntemi ve mikrotitrasyon plak yöntemi ile karşılaştırılmıştır. Bunun için glikoz ve NaCl (sodyum klorür) içermeyen, %5 glikoz, %10 glikoz, %5 NaCl, %10 NaCl içeren beş farklı ortam kompozisyonu ve 3, 5 ve 7 günlük periyotlardan oluşan üç farklı inkübasyon süresi denenmiştir. Ayrıca, biyofilmin paslanmaz çelik kuponlara yapışmasını incelemek için taramalı elektron mikroskobu görüntülemesi yapılmıştır. BULGULAR: Tüp yönteminde en yüksek biyofilm oluşumu %5 glikoz ilaveli tüplerde üç günlük inkübasyon sonrasında gözlenmiştir. Yedi gün bekletilen veya %10 NaCl eklenen tüplerde biyofilm oluşmamıştır. Mikrotitrasyon plak yönteminde, %5 glikoz içeren bir ortamda üç günlük inkübasyonun ardından güçlü biyofilm oluşumu (1.3022) elde edilmiştir. Glikoz ve NaCl bulunmayan kontrol grubunda 3. gün (0.7385) ve 5. gün (0.6882) orta derecede biyofilm oluşumu gözlenmiştir. %10 glikoz veya NaCl içeren ortamlarda biyofilm oluşumu yok veya zayıf olarak değerlendirilmiştir. Glikoz ve NaCl konsantrasyonları arttıkça biyofilm oluşumu azalmıştır. Biyofilm oluşumunu gösteren retiküler bağ yapısı taramalı elektron mikroskobu ile kontrol grubunda 3., 5. ve 7. günlerde, %5 NaCl ve %5 glukoz konsantrasyonunda 3. günde, %5 glukoz konsantrasyonunda ise 5. günde görüntülenmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Gıda fabrikalarında biyofilm oluşumu önemli sağlık sorunu oluşturmaktadır. Artan NaCl, glikoz konsantrasyonu ve inkübasyon süresinin Metschnikowia reukaufii suşunun biyofilm oluşumunu olumsuz etkilediği gözlenmiştir. Stres koşullarına maruz kalan mayalarda biyofilm oluşumu azalmakta veya ortadan kalkmaktadır. Elde edilen verilerin biyofilm kontrolünde yardımcı olacağı düşünülmektedir. INTRODUCTION: Biofilm is a community of microorganisms attached to biotic or abiotic surfaces. Microorganisms that form biofilms cause much more serious medical and industrial problems than their planktonic forms. In this sense, the ability of microorganisms to form biofilms must be known and precautions must be taken. The aim of this study is to create stress in the Metschnikowia reukaufii MN622824 strain, whose inhibitory substance production increases under stress conditions, by trying different environmental conditions and to determine its effect on biofilm formation. In addition, to observe its effect on biofilm formation on stainless steel (SS) surfaces, which are frequently used in food machines. METHODS: Biofilm formation was compared with the tube method and the microtitration plate method. For this purpose, 5 different media compositions containing 5% glucose, 10% glucose, 5% NaCl, 10% NaCl, containing no glucose and NaCl (sodium chloride), and 3 different incubation periods consisting of 3, 5 and 7 days were tested. Additionally, scanning electron microscopy imaging was performed to examine the adhesion of biofilm to stainless steel coupons. RESULTS: In the tube method, the highest biofilm formation was observed after three days of incubation in tubes with 5% glucose added. No biofilm was formed in the tubes that were kept for seven days or 10% NaCl was added. In the microtitration plate method the strong biofilm formation (1.3022) was obtained after three days of incubation in a medium containing 5% glucose. In the control group without glucose and NaCl, moderate biofilm formation were observed on the 3rd day (0.7385) and the 5th day (0.6882). Biofilm formation was evaluated as absent or weak in media containing 10% glucose or NaCl. As glucose and NaCl concentrations increased, biofilm formation decreased. Reticular bond structure showing biofilm formation were imaged with a scanning electron microscope in the control group on days 3-5-7, 5% NaCl and 5% glucose concentration on the 3rd day, and 5% glucose concentration on the 5th day. DISCUSSION AND CONCLUSION: Biofilm formation in food factories poses a significant health problem. It was observed that increasing NaCl, glucose concentration and incubation time negatively affected the biofilm formation of the Metschnikowia reukaufii strain. Biofilm formation decreases or disappears in yeasts exposed to stress conditions. It is thought that the data obtained will help in biofilm control. |
9. | Dekstroz proloterapisinin eklem içi enjeksiyonla değerlendirilmesi; sıçan diz osteoartrit modelinde deneysel bir çalışma Intraarticular injectional evaluation of dextrose prolotherapy; an experimental study in rat knee osteoarthritis model Altay SAVALANdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.12979 Sayfalar 307 - 316 GİRİŞ ve AMAÇ: Diz osteoartriti (OA) 365 milyon prevalansı ile dünyada en sık görülen eklem hastalığıdır ve sıklıkla yaşlı popülasyonda görülmektedir. Ancak osteoartritin patogenezi belirsizliğini koruyor ve yine de OA’nın ilerlemesini etkili bir şekilde önlemek mümkün değildir. Bu nedenle osteoartritte daha uygun ve etkili tedavi yöntemlerinin bulunması büyük önem taşımaktadır. Hipertonik Dekstroz Proloterapisi (HDP), diz OA’sı için umut verici bir girişimsel tedavi gibi görünse de bu uygulamanın dozajı ve anlık etkileri, klinik çalışmaların yanı sıra ön klinik çalışmalar da gerektirmektedir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, OA tedavisinde bilimsel destek sunmak amacıyla, OA hayvan modelleri geliştirilmiş ve bu modeller farklı konsantrasyonlarda dekstroz proloterapisi değerlendirilmesinde kullanılmıştır. Bu amaç doğrultusunda model geliştirmeye ve tedaviye başlamadan önce tripan mavisi boya kullanılarak diz eklemine enjekte edilebilir solüsyonun hacim optimizasyonu gerçekleştirildi. BULGULAR: Sonuçlara göre 50 µl’den fazla enjeksiyonun diz eklemi dışına sızma kapasitesi vardır. OA’nın hayvan modelleri, 50 μl’lik nihai hacime sahip ve 1 mg taze hazırlanmış tek doz Sodyum Monoiyodoasetat (MIA) içeren solusyonun eklem içi enjeksiyonu yoluyla geliştirildi. Daha sonra ilk kez farklı konsantrasyonlarda dekstroz proloterapisinin OA tedavisine etkisi bu sıçan deney hayvanı diz OA modelleri üzerinde araştırıldı. TARTIŞMA ve SONUÇ: 28 günlük takipten sonra, uygulanan tüm Dekstroz konsantrasyonları (%5, %10, %15 ve %25), dozdan bağımsız bir şekilde arka pençe ağırlık dağılımını önemli ölçüde (p<0.05) azaltma kapasitesini gösterdi. Sonuç olarak dekstroz proloterapi, diz osteoartritinde etkili tedavi, iyileşme ve ağrı kontrolü için güvenli bir tedavi yöntemi olarak görünmektedir. Gelecekte yapılacak çalışmalar dekstroz proloterapinin diğer terapötik yöntemlerle sinerjik etkisini de gösterebilir. INTRODUCTION: Osteoarthritis (OA) of the knee with a prevalence of 365 million is the most common joint disorder in the world and is frequently encountered in the older population. However, the pathogenesis of osteoarthritis remains unclear, and yet it is not possible to effectively prevent the progression of OA. Therefore, it is of great importance to find more appropriate and effective treatment modalities for osteoarthritis. Although Hypertonic Dextrose Prolotherapy (HDP) appears to be a promising interventional treatment for knee OA, the dosage and immediate effects of this application require preliminary clinical as well as clinical studies. METHODS: In this study, to provide new information in the treatment of OA, animal models of OA were developed and used for assesment of different concentration of Dextrose prolotherapy. In accordance with this purpose and before starting the model development and treatment, the volume optimization of injectable solution in knee joint performed using trypan blue dye. RESULTS: According to the results, injection of more than 50 µl has the capacity of leakage out of the knee joint. Animal models of OA were developed by intra-articular injection of 1 mg freshly prepared single dose Sodium Monoiodoacetate (MIA) in a final volume of 50 µl. Then, for the first time, the effect of different concentrations of Dextrose prolotherapy on the treatment of OA was investigated on these rat knee OA models. DISCUSSION AND CONCLUSION: After 28 days of follow-up, all applied concentration of Dextrose (5%, 10%, 15% and 25%) demonstrated the capacity to significantly (p<0.05) decrease hind paw weight distribution of in a dose-independence manner. In conclusion, dextrose prolotherapy appears to be a safe treatment method for effective treatment, recovery and pain control in knee osteoarthritis. Future studies may also demonstrate the synergistic effect of dextrose prolotherapy with other therapeutic methods. |
10. | Gut artriti ve asemptomatik hiperürisemisi olan bireylerde metabolik sendrom ve biyokimyasal parametrelerin değerlendirilmesi Evaluation of metabolic syndrome and its biochemical parameters in individuals with gouty arthritis and asymptomatic hyperuricemia Perim Fatma TÜRKER, Gülşen ÖZDURAN, Mustafa HOCA, Mehtap AKÇİL OK, Merve DEMİR ÇELEBİdoi: 10.5505/TurkHijyen.2023.07455 Sayfalar 317 - 328 GİRİŞ ve AMAÇ: Pürin metabolizmasının son ürünü olan ürik asit düzeyinin yüksek olması sonucu ortaya çıkan hiperürisemi, semptom göstermediğinde asemptomatik hiperürisemi (ASH) ve ürat kristalleri oluştuğunda gut artriti (GUT) ile ilişkilidir. Hiperürisemi, metabolik sendrom bileşenleriyle etkileşime girebilir. Bu nedenle çalışmanın amacı, GUT ve ASH’nin metabolik sendromla ilişkisini değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, GUT ve ASH tanısı alan 145 birey ile gerçekleştirilmiştir. Genel özellikler, biyokimyasal test sonuçları [serum açlık insülini, açlık kan şekeri, ürik asit ve kan lipitleri (düşük yoğunluklu lipoprotein, toplam kolesterol, trigliserit ve yüksek yoğunluklu lipoprotein gibi)], antropometrik (bel ve kalça çevresi, vücut ağırlığı ve boy uzunluğu) ve kan basıncı (sistolik ve diyastolik) ölçüm sonuçları ile ilgili veriler toplanmıştır. Vücut kompozisyonunu ölçmek için Biyoelektrik İmpedans Analizi kullanılmıştır. Metabolik sendromun saptanmasında Ulusal Kolesterol Eğitim Programı Erişkin Tedavi Paneli III (NCEP-ATP III) tanı kriterleri kullanılmıştır. Hastalardan yazılı bilgilendirilmiş onam formu alınmıştır. Gönüllü olmayan, hamile veya emziren, kanser tanısı almış, kronik böbrek yetmezliği ve kronik karaciğer yetmezliği olan ve diüretik ilaç kullanan kişiler araştırmaya dahil edilmemiştir. Tüm hipotez testlerinin analizlerinde p<0.05 anlamlı olarak kabul edilmiştir. BULGULAR: GUT grubunda metabolik sendrom prevalansı ASH grubuna göre anlamlı derecede yüksekti (p<0.05). Cinsiyet ve gruplara göre beden kütle indeksi (BKİ) değerleri arasındaki fark kadınlar arasında istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.05). Ortalama vücut yağ yüzdesi değerleri hem GUT hem de ASH grubundaki kadınlarda anlamlı derecede yüksek olarak bulunmuştur (p<0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: GUT grubunda metabolik sendrom prevalansı anlamlı derecede yüksekti. Ayrıca, kadınlarda BKİ ve vücut yağ yüzdesi değerleri anlamlı derecede yüksekti. Abdominal obezite ve olası hiperinsülinemi, hiperürisemi varlığında daha ciddi sorunlara neden olabilir. Bu nedenle, birden fazla parametrenin (çeşitli biyokimyasal ve antropometrik ölçümler) birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. INTRODUCTION: Hyperuricemia, which occurs as a result of high uric acid levels, the end product of purine metabolism, is related with asymptomatic hyperuricemia (ASH) when it does not show symptoms and gouty arthritis (GOUT) when urate crystals occur. Hyperuricemia may interact with metabolic syndrome components. Therefore, the aim of the study was to assess the relationship of GOUT and ASH with metabolic syndrome. METHODS: The study was conducted with 145 individuals diagnosed with GOUT and ASH. Data on general characteristics, biochemical test results (serum fasting insulin, fasting blood glucose, uric acid, and blood lipids (such as low-density lipoprotein, total cholesterol, triglyceride, and high-density lipoprotein)), anthropometric (waist and hip circumferences, body weight and height) and blood pressure (systolic and diastolic) measurement results were collected. Bioelectrical Impedance Analysis was used to measure body composition. The National Cholesterol Education Program-Adult Treatment Panel III (NCEP-ATP III) diagnostic criteria were used for the detection of metabolic syndrome. Written informed consent form was obtained from patients. Patients who were not volunteers, who were pregnant or lactating, diagnosed with cancer, chronic renal failure, chronic liver failure, and individuals using diuretic drugs were not included in the research. In the analyses of all hypothesis tests, p<0.05 was accepted significant. RESULTS: The metabolic syndrome frequency was significantly higher in the GOUT group than in the ASH group (p<0.05). The difference between body mass index (BMI) values according to gender and groups was statistically significant among women (p<0.05). Mean body fat percentage values were significantly higher in women in both GOUT and ASH groups (p<0.05). DISCUSSION AND CONCLUSION: The frequency of metabolic syndrome was significantly higher in the GOUT group. In addition, BMI and body fat percentage values were significantly higher in women. Abdominal obesity and possible hyperinsulinemia may cause more serious problems in the presence of hyperuricemia. Therefore, multiple parameters (various biochemical and anthropometric measurements) should be evaluated together. |
11. | Tekrarlayan kızgınlık yaşayan ve sağlıklı gebe süt ineklerinin kültürü yapılabilir aerobik vajinal mikrobiyotasının değerlendirilmesi Evaluation of cultivable aerobic vaginal microbiota of repeat breeder and healthy pregnant dairy cows Elçin GÜNAYDIN, Gülsen GONCAGÜL, Emsal Sinem ÖZDEMİR SALCIdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.13914 Sayfalar 329 - 338 GİRİŞ ve AMAÇ: Vajinal mikrobiyotanın sığır fertilitesi üzerindeki etkisi çok az araştırılmıştır ve bu konuda sınırlı veri mevcuttur. Vajinanın kendisi üreme yolunda yukarı doğru çıkan patojenlere karşı ilk bariyer olup konak mukozası ile etkileşime girer. Dişi genital yolun kontaminasyonu veya vajinal floranın disbiyozu, üreme problemlerinin gelişmesi için risk taşır. Subklinik endometrit, tekrarlayan kızgınlık sendromuna yol açabilecek birçok değişkenden biridir ve önemi göz ardı edilmiştir. Bu çalışmada, yapay tohumlamadan sonraki 60. günde tekrarlayan kızgınlık (RB) inekleri ve sağlıklı gebe (HP) ineklerin kültürü yapılabilir aerobik vajinal mikrobiyotasını incelemeyi amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma grupları olarak, 3 ila 8 yaşları arasında 20 tekrarlayan kızgınlık (RB) ineği (Grup I = RBG) ve bir veya iki tohumlama içinde gebe kalan 25 sağlıklı gebe (HP) ineği (Grup II=HPG) olmak üzere toplam 45 Holstein cinsi süt ineği kullanıldı. RBG ve HPG’den alınan vajinal sürüntü örnekleri, sıvı tiyo-glikolat içinde 37 °C’de 24 saat inkübe edildi. Ertesi gün, başlangıç kültürünün bir kısmı kanlı agar ve EMB agar üzerine ekilerek kültürlenebilir vajinal mikrobiyota için incelendi. Bakterilerin tanımlanması otomatize bir sistem ile gerçekleştirildi. BULGULAR: Proteobacteria, Firmicutes, Actinobacteria ve Bacteroidetes dahil olmak üzere 4 şubeye dağılan 16 cinse ait toplam 26 tür tespit edilmiştir. HP grubunda Proteobacteria’nın relatif bolluğunun RB grubuna kıyasla progesteron artışı ile ilişkili olduğu bulunmuştur. HP grubu, 21 tür ile nispeten daha büyük bir zenginlik göstermiş, bunu 17 tür ile RB grubu takip etmiştir. HP grubu, subklinik endometritis yaşayanlara kıyasla daha çeşitli bir mikrobiyotaya sahipti. RB grubunda Escherichia cinsi ve Escherichia coli’nin relatif bolluğu, luteinize edici hormonun salınımını baskılamış olabilir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, vajinal mikrobiyotanın çeşitliliği ve bazı cins ve türlerin sayısal bolluğu üreme fertilitesi üzerinde olumlu/olumsuz etkilere sahiptir. Vajina, üreme yolunda patojenlerin yukarı doğru girişi için ilk giriş noktası olduğundan vajinal mikrobiyota konsorsiyumu gelecekteki çalışmalarda ayrıntılı araştırılmalıdır. INTRODUCTION: Vaginal microbiota on bovine fertility has been minimally explored, and data on this are limited, despite the fact that vagina itself is a first barrier against ascending pathogens in the reproductive tract and interacts with host mucosa. Contamination of the female genital tract or dysbiosis of the vaginal flora have risks for the development of reproductive problems. Subclinical endometritis is one of the many variables that might lead to repeat breeder syndrome, and its significance has been neglected. In this study, we aimed to examine cultivable aerobic vaginal microbiota of repeat breeder (RB) cows and healthy pregranant (HP) cows at 60th day following artificial insemination. METHODS: A total of 45 Holstein breed dairy cows aged between 3 and 8 years including 20 repeat breeder (RB) cows (Group I = RBG), alongside 25 healthy pregnant (HP) cows (Group II=HPG) that conceived within one or two inseminations were used as study groups. The vaginal swab samples collected from RBG and HPG were incubated at 37 °C for 24 hours in fluid thiogly-collate. On the next day, part of the initial culture was inoculated onto blood agar and EMB agar examined for the cultivable vaginal microbiota. The identification of bacteria was done with an automated system. RESULTS: A total of 26 species of 16 genera distributed among 4 phyla including Proteobacteria, Firmicutes, Actinobacteria, Bacteroiodetes were identified. The relative abundance of Proteobacteria in HP group comparing with the RB group was associated with an increase in progesterone. HP group presented relatively greater richness with 21 species followed by the RB group with 17 identified species. HP group possessed a more diverse microbiota in comparison to those suffering from subclinical endometritis. The relative abundance of Escherichia genus and Escherichia coli in RB group might have induced supressing the release of luteinizing hormone. DISCUSSION AND CONCLUSION: As a conclusion, the diversity of the vaginal microbiota and numerically abundance of some genus and species had favourable/unfavorable effects on reproductive fertility. The consortium of vaginal microbiota should be explored entirely in further studies since vagina is the first entrance of pathogens via ascending route in the reproductive tracts. |
DERLEME | |
12. | Koronavirüs hastalığı-19 risk faktörleri Coronavirus disease-19 risk factors Murat ŞEVİKdoi: 10.5505/TurkHijyen.2024.47886 Sayfalar 339 - 348 Koronavirüs hastalığı (COVID-19) tüm dünyaya yayılmış ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından küresel bir salgın olarak ilan edilmiştir. Hastalık uluslararası sosyal ve ekonomik etkiye ve yüksek ölüm oranına neden olmuştur. Hastalığı kontrol altına almak ve önlemek için karantina ve aşılama önlemleri kullanılmıştır. COVID-19’a karşı farklı aşı türleri geliştirilmiş olup tedavisi için de yeni ilaç geliştirme çalışmaları sürdürülmektedir. Hastalığın şiddeti predispozan koşullara ve risk faktörlerine bağlı olarak değişebilmektedir. Hastalığın ortaya çıkışı ve klinik belirtilerin şiddeti ile ilişkili risk faktörlerini belirlemek için birçok çalışma yapılmış ve neticede farklı predispozan koşulların ve potansiyel risk faktörlerin ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu nedenle, bu makalede COVID-19 ile ilişkili risk faktörlerini belirlemek için yayınların incelemesi yapılmıştır. Yayın taraması, PubMed ve halka açık ön baskılarda gerçekleştirilmiştir. Literatür tarama sonuçları, yaş (>60 yaş), erkek cinsiyet, Siyah ve Hispanik ırk, obezite (vücut kütle indeksi >30), kronik akciğer, böbrek, karaciğer ve kalp hastalıkları, diyabet, immünsupresyon ve hipertansiyon gibi altta yatan komorbiditelerin, hastalığın oluşma riskini artıran ana faktörler olduğunu göstermiştir. Şiddetli akut solunum sendromu koronavirüs 2 (SARS-CoV-2) enfeksiyonuna bağlı ölüm oranının 41-60 yaş aralığındaki hastalarda, 18-40 yaş aralığındaki hastalardan yaklaşık 3 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Aktif kanseri olan hastalar, şiddetli COVID-19 formu riski altında olarak tanımlanmaktadır. Hamile kadınlarda, hamile olmayan kadınlara göre hastalığın şiddetli formu daha yaygındır. Ayrıca, sigara içenlerin hiç sigara içmeyenlere göre yaklaşık iki kat daha fazla hastaneye yatış riski ve 6 kat daha yüksek ölüm riski bulunmaktadır. Başarılı bir kontrol programı oluşturmak için hastalık ile ilişkili potansiyel risk faktörlerinin belirlenmesi önemlidir. Bu nedenle, pandemilere karşı etkili halk sağlığı stratejilerini geliştirmek için risk değerlendirme araçlarının kullanılması önerilmektedir. Coronavirus disease-19 (COVID-19) has spread around the world and declared as a global pandemic by the World Health Organization. The disease has caused international social and economic impact, and high mortality. Quarantine and vaccination measures were used to control and prevent the disease. Several different types of vaccines have been developed against COVID-19, and novel drugs for COVID-19 are currently under development. Severity of disease can change depend on the predisposing conditions and risk factors. Many studies have been carried out to identify risk factors associated with occurrence of the disease and severity of clinical manifestations, but different predisposing conditions and potential risk factors have been reported in these studies. Therefore, in this article review of studies was conducted to identify risk factors related to the COVID-19. The search was carried out in PubMed and publicly available preprints. Results of literature review showed that age (>60 years old), male gender, Black and Hispanic race, obesity (body mass index > 30), underlying comorbidities such as chronic lung, kidney, liver and heart diseases, diabetes, immunosuppression and hypertension are the major factors increase risk of disease occurrence. It has been reported that mortality rate due to SARS-CoV-2 infection was approximately 3 times higher in patients aged 41-60 years than in patients aged 18-40 years. Patients with active cancer are identified as at risk of severe form of COVID-19. Severe outcomes of the disease are more common in pregnant women than non-pregnant women. Furthermore, smokers have a nearly two times higher risk of hospitalisation and have a 6 times higher risk of mortality than never-smokers. To establish a successful control program, it is important to determine the potential risk factors associated with the disease. Therefore, it is recommended to use risk assessment tools to develop effective public health strategies against pandemics. |